• Sonuç bulunamadı

DP, iktidara gelmesinin ardından önceliğini dış politikaya vermiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrası uluslararası politika, ABD ve Sovyetler Birliği olarak iki kutba ayrılmış ve 1990’ların başına kadar ‘‘soğuk savaş’’ olarak adlandırılan bu süreçte DP, ABD’nin yanında yer alarak, kapitalist blok arasında kendini konumlandırmaya çalışmıştır. Bu anlamda DP, CHP’nin 1945’den sonraki ABD eksenli anti-komünist ve liberal dış politika anlayışını sürdürmüştür. Böyle bir konumlanmada öncelikli etken ise, DP’nin Sovyet tehdidine karşı kendini kapitalist bloğa ekleyerek güvence altına alma isteğidir. Bu istek sadece dış politikada ülke güvenliğini sağlamak olarak kalmamış, aynı zamanda iç politikada, ülkenin kapitalist toplum yaşam biçimine dönüştürülmesinde de etkili olmuştur.

13

Bayar ve İnönü, yeni partinin, Atatürk’ün oluşturduğu cumhuriyet ilkelerinden taviz vermemesi, irtica eylemlerinden sakınması, dış politika açısından polemiklere girmemesi ve CHP’nin de yeni partiye engeller çıkarmaması konularında anlaşma sağlamışlardır. (Çavdar, 2008: 456)

Bu bağlamda ilk önemli temas, 1947’de ABD tarafından yürürlüğe konan Truman Doktrini aracılığı ile gerçekleşmiştir. ABD, Truman Doktrini aracılığı ile Türkiye ve Yunanistan’a ekonomik ve askeri yardımlar yaparak, Yunanistan’da sosyalist devrimi engelleyip, Türkiye üzerinden de Ortadoğu’ya hakim olmak istemiştir. Ayrıca iki ülkede kapitalist dünya ekonomi sistemine entegre ederek, bölgede Sovyetler’e karşı önemli iki müttefik elde etmiştir. (Sancaktar, 2011: 30-31)

Truman Doktrini, 12 Temmuz’da, ‘‘Türk- ABD İkili Yardım Anlaşması’’ olarak Türkiye’de uygulamaya konmuştur. Doktrin ile başlayan askeri ve ekonomik yardımlar Türk Silahlı Kuvvetleri’ne, hem lojistik destek sağlamada hem de personelini ABD’de eğitime yollayarak modernize etmesinde katkıda bulunmuştur. Fakat bu durum, askeri ve ekonomik açıdan Türkiye’yi ABD’ye bağımlı hale getirmiştir. Yapılan anlaşma ile Türkiye, askeri yedek parça ihtiyacını ABD’den sağlamaya çalışmış ve bu ithalat hamleleri, ABD’nin yolladığı paranın üzerine çıkmış, ekonomik olarak ülkeyi zor duruma sokmuştur. (Sancaktar: 31) Ekonomik ve askeri bağımlılığın artması, sosyo-kültürel yapının Amerikan hayatına özendirilerek dönüştürülmeye çalışılmasının olumsuzluğuna rağmen, DP, Truman Doktrini ile istediğine ulaşmış, Sovyetler Birliği’ne karşı ABD’nin yanında olduğunu ilan etmiştir.

Dış politikada Truman Doktrini ile başlayan ABD yardımları, 1948’de yürürlüğe konulan Marshall Yardımları ile devam etmiştir. Marshall Planı’nın ana hedefi, İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa devletlerinde yaşanan iktisadi yıkımı düzeltmek ve ekonomik gelişmenin sürdürülebilir hale gelmesi için gerekli barış ortamının sağlamasıdır. (Ertem, 2009: 391) Avrupa devletlerine yapılacak iktisadi yardımın içerisinde olmak isteyen DP hükümeti, ilk etapta plana dahil edilmese de daha sonra ekonomik yardımlardan payını almıştır.

1948-1952 yılları arasında Marshall Yardımları’ndan faydalanan Türkiye, yardımların büyük çoğunluğunu ABD’li uzmanların görüşleri çerçevesinde tarım alanında kullanmıştır. Tarımın modernleştirilmesi adına alınan traktör ve tarım gereçlerinin yedek parça, onarım maliyetleri ekonominin dengesini bozmuştur. Tarımdaki yatırımların yanı sıra ABD’nin demir yolu yerine kara yollarına ağırlık

verilmesinin istenmesi üzerine yapılan yeni yollar ve ithal edilen araçlarla birlikte petrol ihtiyacı artmıştır. (Ertem: 395) Marshall Yardımları’nın sonu Truman Doktrini çerçevesinde gelen yardımlara benzemiştir. Yapılan ithalatlar, ABD’den gelen yardımların üzerine çıkarak, ülkenin dış ticaret dengesinin bozulmasına yol açmıştır.

Anti-Komünizm politikaları çerçevesinde Truman ve Marshall planlarının uygulanmasıyla Sovyet tehdidine önlem almaya çalışan DP hükümeti, bu anlamda en ciddi adımını ise NATO’ya üye olmakla atmıştır. Yapılan yardımların Sovyet tehdidini tamamen ortadan kaldırmadığını düşünen DP, NATO üyeliği ile hem sınırlarını komünizme karşı sağlama alma hem de askeri- ekonomik gelişmeler için kapitalist blok arasında yer almak istemiştir.

1949 yılında kurulan NATO’ya üyelik süreci, CHP iktidarının son dönemlerinde de gündeme gelmiş fakat reddedilmiştir. 1950 yılında Kore Savaşı’nın14

patlak vermesi ve BM’in üye ülkelerden asker talep etmesi DP hükümeti tarafından fırsat olarak görüldü ve Kore’ye yollanacak asker ile NATO üyeliğinin gelebileceği düşünülmüştür. Bu çerçevede 18 Temmuz 1950 tarihinde Cumhurbaşkanı Celal Bayar önderliğinde Yalova’da bir toplantı yapılmış ve Kore’ye asker gönderilmesi kararlaştırılmıştır.15

Bu hamlenin ardından NATO’ya tekrar üyelik için başvurulmuş ve Eylül 1951’de Yunanistan ile birlikte Türkiye’nin NATO üyeliği kabul edilmiştir. (Özkaya Duman-Birsel, 2012: 309)

14

İkinci Dünya Savaşı sonrası Japon işgalinden kurtulan Kore yarım adası, ABD ve Sovyetler Birliği ile yapılan anlaşma ile ikiye bölünmüştür. Bu bölünme sonrası yarım adanın kuzeyinde Sovyetler Birliği hakimiyetinde Kore Demokratik Cumhuriyeti, güneyinde ise ABD hakimiyetinde Kore Cumhuriyeti kurulmuştur. 25 Haziran 1950’de başlayan savaşta iki farlı ideolojinin çatışması sonucunda olmuştur. (Özkaya Duman-Birsel: 308)

15 Kore’ye asker gönderilmesinin kararına ülke içinde tepkilerde olmuştur. CHP, Kore’ye asker

yollama kararını TBMM’nin izni olmadan alınmasını anayasaya aykırılık olarak muhalefet etmiş ve kararı biçimsel yönden eleştirmiştir. En ciddi tepki ise, içerisinde Behice Boran’ın da yer aldığı ‘‘Barışseverler Derneği’’den gelmiştir. Dernek, yayınladıkları bildiri ile asker yollanmasına karşı çıkmış ve protesto etmiştir. Fakat dernek bu bildiriden dolayı askeri mahkemece takibata uğramıştır. Bu takibat sonucunda da dernek kapatılmış ve yöneticileri hapis cezası almıştır. (Çavdar: 32-33)

DP, CHP döneminde reddedilen başvurunun ardından gelen üyeliğin dış siyaset alanında zafer olarak görmüştür. Burada, hem Kore’de kızıl komünistlere karşı savaşılmış (Örnek, 2015: 187) hem de Sovyetler Birliği’ne karşı cephe alınarak Batı Bloğu arasında yer almanın doğruluğu savunulmuştur. Ayrıca ABD’nin başını çektiği düşünülen küresel ekonomiye, NATO aracılığı ile eklemlendiğini düşünerek, bu durumun, ülkenin ekonomi ve dış siyasetinde yeni bir kimlik kazandırdığını düşünülmüştür. ABD ise, Türkiye ve Yunanistan’ı NATO kapsamına alarak Sovyetler Birliği’ne yakın ülkelerde üslere kolayca sahip olabilme stratejisini gütmüştür. Nitekim üyelik ile birlikte Türkiye’de NATO ve ABD tarafından kullanılmak üzere 26 üs inşa edilmiştir. (Özcan, 2015: 110-113)

NATO’ya üyeliğin ardından Türkiye, Batı Bloğu’nun Ortadoğu’ya yönelik hamlelerinde stratejik bölge olarak konumlanmıştır. Bu bağlamda İngiltere ve ABD’nin, Ortadoğu’da Sovyetler Birliği’nin etkisini azaltacak -Türkiye’nin de içinde yer aldığı- bir bölge örgütü kurulmasını planlamıştır. DP, bu örgütün kurulmasına ön ayak olmuş ve Menderes 1955 yılında Ortadoğu gezisine çıkarak Irak, Lübnan ve Suriye’de temaslarda bulunmuştur. Görüşmeler sonucu Irak’ın desteğini alan Menderes, örgütün kurulmasının ardından diğer Arap ülkelerinin de katılımının gerçekleşeceğini öngörmüştür. Türkiye ve Irak’ın bir araya gelerek oluşturduğu Bağdat Paktı 24 Şubat 1955’te kurulmuş ve NATO’nun, Ortadoğu’daki anti- komünizm faaliyetlerini yürütmeye çalışmıştır. Fakat 1956’da Süveyş Krizi ve 1958’deki Irak Darbesi, Pakt’ın işlevini yitirmesine yol açmıştır. (Özcan: 126-127)

Ortadoğu’daki bu gelişmelerden sonra üstünlüğünü Sovyetler Birliği’ne kaptırdığını düşünen ABD, 1957’de yürürlüğe soktuğu Eisenhower Doktrini ile bölgeye direk müdahale ederek üstünlüğü tekrar geri almak istemiştir. (Özcan: 130) Komünizmin bölgede yayılmasının önlenmesi ve Sovyetler Birliği’nin Arap ülkeleri ile kurduğu iyi ilişkileri kendi lehine çevirebilmek için bir dizi ekonomik ve askeri yardımı doktrin çerçevesinde Ortadoğu’ya aktarmıştır. DP hükümeti de Eisenhower Doktrini içerisinde yer almış, bölgede komünizmin yaygınlaşmasının Türkiye’ye de yansıyacağı endişesi ile ABD’nin Ortadoğu politikasına uygun hareket etmiştir. Nitekim Başkan Eisenhower’ın, 1959 yılında Türkiye’yi ziyaret etmesi, gösterilen yoğun ilgi ve imzalanan güvenlik anlaşmaları, DP’nin, ABD’nin bölgesel çıkarlarını

hem savunma hem de faydalanma noktasındaki stratejisini göstermektedir. (Seydi, 2011: 4)

27 Mayıs 1960 darbesine kadar Türkiye’nin dış siyaseti, ABD’nin politikaları çerçevesinde yönlendirilirken, 50’li yıllarda ABD’de anti-komünizmin simgesi haline gelen McCarthy’cilik akımı (Örnek: 120), Türkiye’de DP eliyle uygulanmaya çalışılmıştır. Bu süreçte Sovyetler Birliği ile ilişkiler yüzeysel bir seviyede16

tutulurken, bir dönem Ortadoğu ülkelerini etkisi altına alan ve ‘‘Üçüncü Dünya’’ ülkelerini bir araya getiren ‘‘Bağlantısızlar Hareketi’’ne ilgi duymamış (Örnek: 75) ve politikalarını, kapitalist Batı Bloğu’na katılma üzerine oluşturmuştur.

Benzer Belgeler