• Sonuç bulunamadı

Kur’ân’ın Vahyedilişi

TEVRAT VE KUR’ÂN TARİHİ İLE İLGİLİ GENEL BİLGİLER

B. KUR’ÂN TARİHİ

6. Kur’ân’ın Vahyedilişi

a. Vahyin Mahiyeti

Usûlcülere göre vahiy, Allah’ın vasıtalı-vasıtasız peygamberlerine nezd-i ulûhiyetinden bazı bilgiler ilka etmesi veyahut mahiyeti bizim için meçhul bazı yollarla nebilerin kalblerine attığı ruhânî bir kısım sözlerdir ki, vahyin her çeşidini görmüş, duymuş, yaşamış ve onu hakkal-yakîn seviyesinde temsil etmiş Hazreti Muhammed (s.a.s.) bunu: “ س א حور نإ

ور -Rûhu’l-Kudüs kalbime üfledi” şeklinde ifade ederek, hâdise-nin ruhî bir alış veriş olduğunu ortaya koymasının yanında, bu alış verişin cereyanı konusunu ve tahakkuk keyfiyetini de sükût geçmiş ve müzakere dışı bırakmıştır.

“Akıl, vahyin mâkûl ve zarurî olduğunu kabûl etmekle beraber, onun mâhiyetini bilemez, Masnû nerede, saniini anlamak nerede? Kereste ile marangoz arasındaki fark ne kadar da büyük! Fakat varlığını kabule mec-bur kaldığımız birçok hakikatlerin, mâhiyetlerini bilmediğimiz olmuyor da değil. Elbette buna rağmen eserleriyle, onların varlığını kabule mecbur kalıyoruz. Bu gerçeği, asrımızın insanı her devirdekinden daha çok bili-yor. Bu insan aklının sınırlı olmasından ileri gelir. Müşahede dünyasında olan eşyada dahi mahiyetini idrâk edemediğimiz şeyler bulunursa, bu âlemin ötesindeki bazı gerçeklerin mahiyetlerini bilmemiz nasıl beklene-bilir? Çevremizde her an cereyan eden birçok olay vardır ki, onları nor-mal yollarla göremiyor, işitemiyor ve idrâk edemiyoruz. Fakat ilmî geliş-me neticesinde bunları tesbit etgeliş-mek mümkün olmuştur. Fezadaki kozmik ışınları kaydetmek, birkaç mil uzaktaki bir sineğin uçuş sesini, yanımızda

264 Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, I, 420; Peygamberimiz (s.a.s.)’in risaletinin evrenselliği ve kadim kitaplarda geleceğine dair işaretler ve Tevrat ve İncil’deki müjdelerle ilgili olarak daha geniş bilgi için bkz. Ulutürk, Veli, Kur’an’da Ehli Kitab, İnsan yay., İstanbul, 1996, s. 83-120; Abdullah et-Tercüman, s. 255-281; İbn Kayyim el-Cevziyye, Hidâyatu’l-Hayârâ, s. 525-528).

imiş gibi almak artık mümkündür.265 İnsanın alamadığı kokuları alan bazı hayvanlar meşhurdur. Gerek hayvan gerek insanlar arasında telapati cere-yan etmektedir. Aynen bunun gibi, Allah Tealâ’dan gelen ilâhî hitabı, diğer insanlar arasında yalnız Peygamber (s.a.s.)’in işitmesinde şaşılacak bir şey yoktur. İşte bundan ötürü, bizi aşan bir âleme âit olan ilâhî tekel-lümün mâhiyetini de bilmeye mecbur ve mezun değiliz.”266

Nitekim “sadece bir tek Allah’a inanmakla yetinmeyip aynı zamanda dinî kaide ve kanunlarını Allah’a bağlamış, Allah inancı taşıyan dinler, vahyin ne olduğu ve bunun mânası hususunda az da olsa aralarında fark-lılıklar taşırlar. Öyle anlaşılıyor ki bu dinler indinde vahiy anlayışı iki ana mefhûma bağlanılabilir: Yâ bir “melek vasıtasıyla” veyâ seçtiği birine doğrudan doğruya “ilhâm etmek” sûretiyle Allah, “tebliğ”ini gönderir;

yahut da bazı dinlere göre Allah, bir insanda (hâşâ) “tecessüd” eder ve bu halde artık Allah, o insanın ağzından konuşur, onun eliyle hareket edip iş işler, onun kalp ve gönlü vasıtasıyla diler, irâde eder.

Meselâ: Zerdüşt meleklere inanır ve “ilâhî teblîğ” in üç yoldan vahyedilebileceğine işâret eder: Rüyâ esnâsında, uyku ile uyanıklık arasında iken ve uyanık bulunurken. Aynı şekilde Bırahman’lar Sruti adını taşıyan vahyedilmiş kitaplara inanırlar; bu kitaplarda, “avatar” yani Allah’ın insan-lar arasında (haşa) “tecessüd” etmesi mefhûmu da bulunmaktadır. Budizm,

“ilhâm alma” mefhum ve anlayışı üzerinde durur: Bir insanın tefekkür ve nefse eziyet vermek sûretiyle ruhunu saflaştırıp arıtması (riyâzet) gereklidir;

bu sûretle gerçek ilim rûha doğar, vahyolur.

Yahudiler nazarında ise, bazen Allah bir insana “doğrudan doğruya hitâp” edip konuşur (Hz. Mûsa’ya olduğu gibi), bazen de “tebliğ ulaştı-ran bir varlık” yani bir “melek” aracılığıyla hitap eder. Hristiyan’lar nez-dinde ise mesele girifttir, zirâ herşeyden önce Hristiyan mezheplerinin çoğu, “Allah’ın Sözü” (Kelimesi)’nün Îsâ-Mesîh (Jesus-Christ) şeklinde

“et ve kan” haline geldiğine inanırlar; bundan başka vahiy yahut ilhâm mefhûmu onlar nezdinde, diğer dinlerde olduğundan daha geniş bir ma-na kazanmıştır.”267

265 Yıldırım, Kur’ân İlimlerine Giriş, s. 19.

266 Yıldırım, age., s. 18-19.

267 Muhammed Hamidullah, Kur’an’ı-Kerim Tarihi, s. 11-12.

Anlaşıldığı üzere, gayb-ı mutlakla alâkalı konuların dosdoğru bilin-mesi vahyi gerektirdiği gibi, vahiy de zarurî olarak peygamberlik müesse-sesini iktiza etmektedir. Bu zarurete binaendir ki, Ulûhiyetin insanlarla irtibat kurması hususu, yukarıda bir kısmına işarette bulunduğumuz yay-gın beşerî inanç şekilleri (tenâsüh, hulûl ve ittihad, panteizm) ile karşılaş-tırıldığında en makûl tarzın, Kur’ân’ın bildirdiği ve Hz. Peygamber (s.a.s.) in de hakka’l-yakîn seviyesinde her çeşidini görüp duyduğu ve bihakkın yaşadığı vahiy şeklidir.

b. Vahiy

Vahiy kelimesi “ و” fiilinin masdarı olup, lisanda “herhangi bir kimse ile bir başkasının duyamayacağı şekilde gizli konuşmak, süratle işaret etmek, îmada bulunmak, fısıldamak, ilham etmek, yazmak, emret-mek, belli hedeflere yönlendiremret-mek, telkin etmek.. gibi çok geniş kullanım alanı olan bir kelimedir.”268 Dinde ise “Allah Tealâ’nın seçtiği kullarına nezd-i ulûhiyetinden bildirmek istediği hidayet ve buyrukları, insanlar arasında mûtad olmayan gizli bir yolla bildirmesidir.”269

Allah Tealâ, kelâmı ile irâde ve icraatını izhar eder. Allah’ın iradesi-nin ve yaratıcılığının eseri olan kelimeleri, bitmek tükenmek bilmez. Kâi-nattaki nizam, O’nun tekvinî emirlerinden ibarettir. İşte bu nizamı anla-mak, anlatmak ve onda birtakım tasarruflarda bulunmak yetki ve kabiliye-tiyle donatıp Kendisine muhatap ve yeryüzünde vekil tayin ettiği insana bu kompleks sistemin âdeta kullanma kılavuzu olan talimatını da kelâ-mıyla bildirmiştir.270 Allah Tealâ, böylece kelâmını rubûbiyet âleminin sözcüleri rabbânî emir ve sırların da aksettirici aynaları mesabesinde olan peygamber dediği o seçkin kimselere, Kur’ân’ın da kendisine “Göklerde ona itaat edilir, vahiyler ona emanet edilir”271 dediği Cibril vasıtasıyla göndermiştir. İnsanlık âleminin yıldızları olan peygamberler (aleyhimü’s-selam) bu ilâhî vahye istinad ederek, çeşitli zaman ve mekânlarda tulû etmek sûretiyle insanlara hakikati göstermişlerdir. Onlar sadece vazife

268 Fîruzabâdî, Besâir, V, 177-182; İsbehânî, (vhy- و ) md.; İbn Manzur, Lisân, (vhy- و ) md.

269 Zürkânî, Menâhil, I, 64; Ayrıca “ و” kelimesinin Kur’ân-ı Kerim’de kullanılan çeşitli anlam alanları için bkz., Subhî Salih, Mebâhis, s. 22-27.

270 Yıldırım, Kur’an İlimlerine Giriş, s. 19.

271 Tekvir, 21.

yapmış ve hayatlarını her zaman vahyin gölgesinde devam ettirerek bütün faaliyetlerinde hep Hakk’ın hoşnutluğunu gözetmişlerdir. Zîra Kur’ân, Hz. Muhammed (s.a.s.) için “De ki: Ben size Allah’ın hazineleri benim yanımda (da, ben de onlara mâlikim) demiyorum. Aslında ben gaybı da bilmem; (ayrıca) ben size melek olduğumu da söylemiyorum. Ben, bana vahyedilene uyuyor ve ona bağlı hareket ediyorum”272 buyurmakla O’nu vahiy ile te’yid edip vazifelendirildiğini de ifade ediyor.

Kur’ân-ı Kerim’de üç yüzden fazla âyetin, “ : De ki:” diye başlaması da Peygamber’in (s.a.s.) kendiliğinden söylemediğini, hariçten bir kuvve-tin, kendisini tebliğe mecbur ettiğini gösteriyor. Böylece muhatabın de-vamlı sûrette bu gerçeği hatırda tutması temin ediliyor. “Allah Kelâmı, bildiğimiz kelâm değildir; hayat ve aktivite dolu bir hitaptır. İki söz arsın-daki fark, Hâlık ile mahlûk arasınarsın-daki fark gibidir. Olanca genişliği ile İs-lâmiyet, ilâhî kelâmın hayat veren dinamizminin, kâinatın ufuklarında yan-kılanmasından ibaret değil midir?”273 “Vahiy hadisesindeki dînî hakikatle-rin ve gaybî haberlehakikatle-rin alınması, seri bir iç sezgi ve gizli zekî bir kavrayışla meçhûl perdesini aralamaya çalışan ve “şuur dışı” denilen hallerin meka-nizmasına göre işlemez. Böyle olduğu gibi, hakikati, çoğu zaman fakirleş-tirmek sûretiyle bölerek anlayabilen akıl ve mantığın ağır aksak ilerleyip, yarım yamalak bilgi edinmesi tarzında da olmaz. Vahiy, ancak; söyleyen, emreden, veren bir Zat’la, bu ilâhî Zat’a muhatap, memur ve alıcı konu-mundaki zat arasında ulvî bir muhaveredir.”274

Bu bakımdan en yüksek rûhî hallerden biri olan vahyin hakikatini kavramaya imkân yoktur. Ancak hakikatini anlayamıyoruz diye onun vâki olduğunu inkâra kalkışmak bir şartlanmışlığın ve fizik ötesi âleme ait gerçeklerin, fizîkî dünyanın kıstaslarıyla ölçülmeye ve değerlendirilmeye tabi tutulmasının ifadesidir. Vahyi modern ilim yolu ile halletmeye kal-kışmak bizi tehlikeli bir çıkmaza götürebilir. Nitekim bu yolla çözüme gidenler böyle bir çıkmaz içerisindedirler. Çünkü vahyin mantığı müsbet ilimlerinkine benzemediği gibi, onunla mukayese etmek te mümkün de-ğildir. Vahyin sahası ve bildirdikleri sosyal ilimlerinkinden de tamamen ayrıdır. Sözün özü vahiy keyfiyeti, Cenab-ı Hak ile peygamber arasında

272 En’am, 50.

273 Yıldırım, age., s. 22.

274 Subhî Salih, Mebâhis, s. 27.

cereyan eden bir sır olduğundan, insanın onu tam olarak anlaması müm-kün değildir.

“Müsteşriklerin mühim bir ekseriyeti, Kur’ân’ın bir vahiy mahsûlü olduğunu inkâr ederler. Onlarla olan ihtilafımız, menşe ve metot mesele-sinde ortaya çıkmaktadır. Onlar meseleyi –müslümanlar gibi teolojik olarak telâkki etmemekte- sosyal ilimler açısından ele almalarından işin başında metodda anlaşamamaktayız. Başlangıçta bir anlaşma olmayınca, neticelerde de anlaşma olmayacağı kendiliğinden ortaya çıkar. Kur’ân’ın vahiy mahsulü olduğu kabul edilmeyince, kendilerince ona bir kaynak aramak icab edecektir. Bu sebebten dolayı hemen hemen bütün müsteş-rikler Kur’ân’a bir kaynak aramakta gecikmemişlerdir.”275

Batı, Orta Çağdan beri kaba kuvvetle yaptığı mücadelelerde mağlup edemediği Doğuyu, bir iki asırdan beri açmış olduğu fikir savaşi ile dize getirme yolundadır. Onlardaki doğu araştırmaları (oryantalizm), misyoner-lik, sömürgecilik ve ticaretlerinin öncülüğünü yapmakla kalmamış; aynı zamanda kendileri için en büyük düşman addettikteri İslâm’ın temeline dinamit koyma vesilesi olmuştur. Müslümanların tevarüs ettikleri yüksek değerleri, bir hiç mesabesine indirmek, batılılar için zevkli bir çalışma tarzı olmuştur. Kendi memleketlerinde gereken İslâmî kültürü almayan, İslâm’ı batılıların eserlerinden öğrenmeye kalkışan bazı müslümanlar, ne yazık ki batılıların gayelerini tahakkuk ettirmeye hizmet etmektedirler. Kısacası, onlar bu çalışmalarıyla, müslümanlar arasında tarihlerini inkâr eden bir nesil yetiştirmeye ve yine bunlar vasıtasıyle fikirlerini kabul ettirmeye lışmaktadırlar. Bugün, islâm ülkelerinde görülen ilhad hareketleri, bu ça-lışmaların bariz bir neticesidir.

c. Vahyin Alınışı

Tahakkuk keyfiyeti bizim için meçhul olmakla beraber vukuu mu-hakkak, Peygamberler (aleyhimüsselâm) için ise malûm ve hakka’l-yakin

275 Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usûlü, T.D.V., yay., Ankara, 1993, s. 44-45. Aynı yerden naklen:

Bu konuda pek çok çalışmalar yapılmıştır. Fazla bilgi için bkz., Victor Chauvin, Bibliographie des OuvrageArabes ou Relatifs aux Arabes.Publies dans I’Europe Chrétienne de 1810 a`

1885, Paris, Tome x, le Coran et la Tradition; J.D. Pearson, Index İslâmicus (1906-1955), (1956-1960), (1965-1968), (1966-1970), (1971-1972), (1972-1973), (1973-1974). W.

Montgomery Watt, Bells Introduction to the Qur’an, Edinbourgh 1970, p. 179-181.

mertebesinde duyulup yaşanan vahiy gerçeğinin üç türlü olabileceğini bize Kur’ân şu âyetle bildiriyor. “Allah bir insana ancak vahiy yoluyla veya bir perde arkasından hitap eder yahut ona Kendi izniyle dilediğini vahyedecek bir elçi gönderir. Çünkü O yüceler Yücesidir, tam hüküm ve hikmet sahibidir.”276 “Allah Tealâ hiçbir peygamber’e bu üç tarzdan baş-ka bir sûretle kelâm söylememiştir. Ve hiçbir beşere başbaş-ka türlü söyle-mez. Beşerin beşerle konuşması gibi karşı karşıya ve apaçık ve mahdut bir sûrette konuşmaz. Çünkü o çok ulu çok yüksektir.”277

Demek ki vahiy şu üç tarzdan biri ile olur: Allah Tealâ, manayı nebî-nin kalbine bırakır. Veya Hz. Mûsa’ya olduğu gibi bir perde arkasından nebîye hitab eder… Ya da vahiy getirmekle vazifelendirilen bir meleği elçi olarak gönderir. Vahiy lafzından normal olarak anlaşılan mana da budur.

Kur’ân’ın Cibril vasıtasıyla istisnasız vahyedilişi de hep bu şeklide olmuş-tur. Teklîm (vasıtasız söyleme), ilham sûretiyle veya uykuda hiçbir vahiy gelmemiştir.”278

Vahyin geliş şeklini, Resûlün dışında hiçbir insan idrak edemeyece-ğinden dolayı bunu, aklî muhakeme ile değil, ancak Hz. Peygamber (s.a.s.)’in bildirmesiyle öğrenebiliriz. O da bu hususu bize şu sözleriyle bildirmektedir. “Melek bana bazen çıngırak sesine benzer bir ses halinde gelir. Böylesi bana en ağır olanıdır.279 Onun söylediğini belledikten son-ra, o benden ayrılır. Bazen melek bana bir adam şeklinde görünür; bana hitab eder, bende söylediklerini bellerim.”280

Allah Resûlü (s.a.s.) çıngırak sesine benzer bir ses duyduğunda dik-kat kesilerek, tebliğ edilecek olan ilâhî vahyi almak üzere hazırlanıyordu.

Bu hususu bize Abdullah İbn Amr şöyle anlatıyor: “Nebî (s.a.s.)’e: Ey Allah’ın Resûlü, vahiy daha gelmeden önce onu hissedebiliyor musun?

diye sordum. Rasûlullah (s.a.s.) da: Evet. Madenî bir cisme vurulduğun-da çıkan ses gibi çıngırak sesine benzer bir ses işitiyorum ve sonra hemen susuyorum. Vahyin bana geldiği bütün hallerde hiçbiri yoktur ki bunda

276 Şûrâ, 51.

277 Yazır, Şûrâ, 51, VI, 4257.

278 M. Muhammed Ebû Şehbe, el-Medhal, s. 61-63.

279 İşte bundan dolayıdır ki, hadisi rivayet eden Hz. Âişe (r.a.), son derece soğuk bir günde dahi vahiy hali sona erdiğinde Peygamberimizin ter içinde kaldığını ilave etmektedir (Müs-lim, Fadâil, 86).

280 Buhari, Bed’u’l-Vahy, 1.

ben ruhumun içimden çekilip gittiğini hissetmemiş olayım.”281 Buradan da anlıyoruz ki Efendimiz (s.a.s.)’e vahyin en ağır ve zor olan şekli vahyin çıngırak sesine benzer bir ses şeklinde gelenidir.

Vahyin başlangıcının nasıl olduğunu ise, bize en güzel şekilde anlatan Hz. Âişe validemizdir. “Allah Resûlü (s.a.s.)’ne ilk gelen vahy, uykuda gördüğü sadık rüya ile başlamıştır. O sırada gördüğü her rüya sabah aydın-lığı gibi aynen çıkardı. Sonra uzlet ve yalnızlık kendisine sevdirildi. Hira’da inzivaya çekilip birkaç gece boyunca ibadet ediyor, sonra ailesine dönerek tekrar birkaç günlük azığını alıp gidiyor, böylece aynı işi tekrarlıyordu.

Nihayet hak, ona beklemediği bir anda geliverdi. Hira mağrasında iken ansızın melek kendisine gelerek “Oku” dedi. “Okumak bilmem.” diye ce-vap verdi. Rasûlullah (s.a.s.) diyor ki: Beni tutup takatım kesilinceye kadar sıktı. Sonra serbest bırakıp “Oku” dedi. “Okumak bilmem.” Dedim. O beni yine tutup takatım kesilinceye kadar sıktı. Ve sonra yine “Oku” dedi.

Bende yine “Okumak bilmem.” diye cevap verdim. Tekrar tutup üçüncü defa sıktı ve bırakıp şöyle dedi: “Yaratan Rabbinin adıyla oku. İnsanı ya-pışkan bir hücreden yaratan. Oku Rabbin sonsuz kerem sahibidir. Kalemle yazmayı öğretendir. İnsana bilmediklerini öğretendir.”282 Bu âyetleri alan Rasûlullah (s.a.s.), kalbi ürperti içinde hemen döndü. Hüveylid’in kızı Hz.

Hatice’nin yanına girip “Beni örtün, beni örtün” dedi. Örttüler, derken korkusu zail oldu. Sonra Hz. Hatice’ye başına gelen hadiseyi anlatıp:

“Kendimden endişe ediyorum” deyince, o “Hayır, hayır. Endişe etme;

Allah’a yemin ederim ki, Cenab-ı Hak seni hiçbir zaman utandırmaz. Zira sen yakınlarını gözetir, darda kalanlara yardımcı olursun, muhtacı giydirir, misafiri sevip ikram edersin ve kötü gün dostu olarak musibetzedelere, düşkünlere yardım edersin” diye cevap verip teselli etti.283

İlk vahy’in bu şekilde gelişinin tek şahidi Hz. Muhammed (s.a.s.) idi ve o esnada bu olaya şehâdet edecek etrafta kimse yoktu, ancak daha sonra-ları, aynı olay tekrar vukû bulduğunda bunun birçok şâhitleri de olmuştur.

Zira ilkini takip eden 23 yıl boyunca, kendisine inanan kimselerden az veya çok olsun birçok kimse ara sıra bu vâkıaya şâhitlik edebilmiştir. Hz. Pey-gamber (s.a.s.)’e vahiy meleği görünüp, o da normal beşerî durumundan

281 Ahmed İbn Hanbel, Musned, II, 677.

282 Alak, 1-5.

283 Buhari, Bedu’l-Vahy, 1.

çıkarak bir nevî meleklerin tabiatına yükseldiğinde, haliyle o, normal yaşa-yışında bulunmayan bir hal alırdı. Vahy’in geliş tarzı ve şekli konusunda, bizzat Rasûlullah (s.a.s.) ve hattâ olayın görgü şâhitleri sahâbe-i kiram tarafından anlatılanlar vardır. Bunlara göre, Ona vahiy geldiğinde “Onu bir hareketsizlik hali kaplıyor”284 veya “Pek soğuk bir havada bile şayet ona vahiy gelecek olsa, alnından şakır şakır terler boşandığı görülüyordu”285 Ya da “Bir gün henüz vahiy gelmeye başlarken o başını (sırtındaki örtünün) içine çekti ve işte o sırada Rasûlullah (s.a.s.)’ın yüzü kıpkırmızı hale geldi ve horlama sesleri çıkarmaya başladı; sonra bu hal kendiğilinden çıkıp git-ti”286 yahut “Ona vahiy geldiğinde biz onun yakınında isek, arıların çıkar-dığı uğultuya benzer bir vınlama sesi işitiyorduk”287 denilmektedir.

Diğer bir kısım hadiseler vahiy esnasında O’nun son derece ağırlaştı-ğını göstermektedir. Bu rivayetlerden birine göre sahabî şöyle demekte-dir: “Devesi üzerinde bulunduğu halde Rasûlullah (s.a.s.)’a vahyin geldi-ğine şahid oldum. Devenin bacakları öylesine eğilip bükülüyordu ki kırı-lacağından endişelendim. Bu sırada deve inilti içinde böğürmekteydi.

Bazen çöküyor ve bazen de ayağa kalktığında bacakları toprağa çakılmış direklerin halini andırıyordu. Vahyin ağırlığı sebebiyle ortaya çıkan bu hal, onun kesilmesine kadar sürdü durdu. Bu olay sırasında O, müthiş sûrette taneler halinde ter döküyordu.”288

Yine Zeyd b. Sâbit de kendi gözlemini aşağıdaki biçimde bize anlat-maktadır: “Gayet kalabalık bulundugumuz bir andaydı ki, bir vahiy hali zuhûr etmiş ve herkes yere oturmuştu. Rasûlullah (s.a.s.)’ın dizi benim uyluk kemiğime değecek şekildeydi. Öylesine ağırlık hissediyordum ki uyluk kemiğimin kırılacağından korktum”. Aynı hadîsin diğer bir rivaye-tinde şu ilâve cümle vardır: “Söz konusu Allah’ın Elçisi olmasaydı, acıdan feryâdı basar, bacağımı çekerdim.”289

Bu çeşit vak’alar esnasında Rasûlullah (s.a.s.), bazen sırtüstü yatar, bazı defalar etrafındakiler dahi onun yüzünü bir hürmet nişânesi olarak

284 Ahmed İbn Hanbel, Müsned, IX, 402.

285 Buhari, Bedu’l-Vahy, 1.

286 Buhari, Hacc, 17; Müslim, Hacc, 8; Buhari, Mağâzî, 56.

287 Ahmed İbn Hanbel, Müsned, I, 80-81.

288 Muhammed Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 76’da İbn Sa’d’dan naklen.

289 Buhari, Salât, 12; Cihad, 31; Muhammed Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 77.

duruma göre bir kumaş parçası ile örterlerdi. Fakat o asla şuûrunu kay-betmez en ufak bile olsa kendine hâkimiyeti elden bırakmaz ve hareketsiz kalırdı.290 Vahiy hali geçer geçmez, aldığı vahyi tamamen bellemiş olarak eski haline dönerdi. Hiç tereddüt etmeksizin, ilka’ edilen sözün Allah’dan olduğunu kesinlikle bildirir, adeta kalbine nakşedilmiş bulurdu.291

Allah Resûlü (s.a.s.) böylece, evvelkileri olduğu gibi daha sonra da nazil olan vahyin tamamını “İslâm toplumunda, nüshalarını çoğaltmak sûretiyle, yayılabilmesi için kendisi sükûnet haline geldiğinde okuma-yazması olan sahâbî’lerinden birini âyet metnini yazıp kaydetmesi için çağıyor ve evvelce inen âyetler içinde bütünlüğü sağlayacak şekilde, o yeni vahyolanların nereye yerleştirileceğini kesin sûrette tayin edip gösteriyordu. -Bu husus ileride

“kayda geçirilmesi” başlığı altında ayrıntılı olarak ele alınacaktır.- Bu konuda İbn İshâk, “e1-Meb’as ve’l-Meğâzî” adlı eserinde şöyle demektedir: “Yeni vahiyler ne zaman nazil olsa, evvelâ bunları erkeklerden müteşekkil bir toplu-luğa okur, sonra kadınlar arasında tebliğ ederdi”. Kaynaklarda verilen bilgiye göre292 ne zaman Resûlullah (s.a.s.), yeni vahiyleri yazdırsa, vahiy kâtibinden bu yazdığını, şâyet yanlış kaydedilmişse bunları düzelttirmek maksadıyla kendisine okumalarını emrederdi.”293

Peygamberimiz (s.a.s.)’in sözünde dikkat edilmesi gereken diğer bir hu-sus da şudur: O, hem vahiy öncesi ve esnasında, hem de vahiy sonrasında şuuru tam olarak yerinde olmuştur. Değil kendisini ve şuurunu kaybetmek, bilâkis şuurunun iyice teksifi ve belli bir noktaya temerküzü için baştan aşa-ğıya sırf bir şuur kesilmesi söz konusudur. Bu hususun en net ifadesini Kur’ân’da görüyoruz. Zira Cenab-ı Hak Efendimiz (s.a.s.)’e hitaben: “Sana vahyedileni unutmamak için tekrarlarken, hemen anında bellemek için dilini kımıldatma. Çünkü vahyi senin kalbinde toplamak ve onu okutmak Bize ait bir iştir. O halde Biz Kur’ân’ı okuduğumuzda sen de onun okunuşunu izle.

Ayrıca onu açıklama da vazifedir üzerimize”294 buyurmakla bu gerçeğe işaret etmektedir. Bu ise vahiy esnasında Rasûlullah (s.a.s.)’ın bütün şuur ve

290 Muhammed Hamîdullah, age., I, 77.

291 Yıldırım, Kur’an İlimlerine Giriş, s. 31.

292 Muhammed Hamîdullah, age., I, 77 Tabarâni (bkz. Heysemi, Mecmau’z-Zevâ’id, I, 150 ve Zeyd İbn Sâbit meselesi ile ilgili olarak bkz V1II, 257; ayrıca bkz. Gulâm Rabbâni, Ted-vîn-i Hadîs, urducadır, s. 2281).

293 Muhammed Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 78.

294 Kıyamet, 16-19.

tini muhafaza ettiğini gösterir. Aynı durum, “Sana vahyedilmesi henüz ta-mamlanmadan unutma endişesi ile Kur’ân’ı okumada acele etme”295 mealin-deki âyette de beyan edilmektedir. İbn Abbas, Kıyamet sûresi 16-19. âyetle-rinin nüzûlüyle ilgili olarak şöyle der: “ Rasûlullah (s.a.s.), kendisine indirilen

tini muhafaza ettiğini gösterir. Aynı durum, “Sana vahyedilmesi henüz ta-mamlanmadan unutma endişesi ile Kur’ân’ı okumada acele etme”295 mealin-deki âyette de beyan edilmektedir. İbn Abbas, Kıyamet sûresi 16-19. âyetle-rinin nüzûlüyle ilgili olarak şöyle der: “ Rasûlullah (s.a.s.), kendisine indirilen