• Sonuç bulunamadı

Tevhid, Allah’ın bir olduğuna hükmetmektir. Bir şeyin bir olduğunu bilmek de tevhittir.51 Tevhid, Allah’ın, ortağı olmayan bir olduğuna inanmaktır. Allah’ın birliği

“vâhid ve ahad” isimleriyle lügatlerde izah edilmiştir. O, zatıyla yalnız olan, misli, benzeri, ortağı ve ikincisi olmayan, parçalanma ve bölünme kabul etmeyendir. Vâhid ve ahad vasıfları Allah’tan başkasında bir araya gelmez. Bunlar, Allah’ın kendisine has kıldığı sıfatlardandır.52 Vâhid, esmâu’l-hüsnâ’dandır. O, artmayı ve çoğalmayı kabul etmez. Ahad da esmâu’l-hüsnâ’dandır. O, tekliği, birliği kendisine has kılmıştır, bu hususta başkası O’na ortak olamaz.53 Ahad ve vâhid kelimelerinin lügatlerdeki izahları, Allah’ın birliğini hem kemiyet hem de keyfiyet bakımından gayet net bir şekilde izah etmektedir. İhlâs sûresinde Allah’ın birliği, “doğurmayan, doğrulmayan, dengi olmayan, her şey kendisine muhtaç, fakat kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan,”54 şeklinde izah edilmiştir. Tevhid hakkındaki bu açıklamalar, bütün dinî ilimlerde kabul görecek türden

49 Kuşeyrî, el-Cevâhiru’l-Mensûre, s. 13.

50 Kuşeyrî, el-Cevâhiru’l-Mensûre, s. 14.

51 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 298.

52 İbn Manzûr, a.g.e. C. V, 4781, 4782.

53 el-Âyid ve diğerleri, a.g.e. s. 1295.

54 İhlâs, 112/1-4.

açıklamalardır. Tasavvuf, bu zâhirî tevhit anlayışına ilaveten tevhid anlayışına farklı bir boyut kazandırmıştır.

Özköse, Kelâmcıların, Allah’ın zatı ile sıfatları arasındaki ilişkiyi ele aldıklarını;

âlemde tek İlah olduğu fikrini akıl, Kur’ân ve Sünnet çerçevesinde açıklamaya çalıştıklarını söylemiştir. Tasavvuf erbabının ise seyri-sülûk tecrübeleriyle konuya yaklaştıklarını ve insan nefsinin İlahlık iddiasını yok etmek için çaba sarf ettiklerini belirtmiştir. Kur’ân’da şirkle ilgili pek çok ayet olmasına rağmen “Nefsini/hevasını kendisine Rab edineni gördün mü?”55 ayetinin sûfîlerin daha çok dikkatini çektiğini ve celî şirkten çok hafî şirkle mücadele ettiklerini, ancak benlik/nefis ortadan kalkınca tevhide ulaşılaşılabileceğini izah etmiştir. Kelâmcıların, tevhidi, Allah’ın insan ve âlemden uzaklığına işaret ederek değerlendirdiklerini; sûfîlerin ise tevhidi, kişinin her türlü hevâ ve benlik duygusundan sıyrılarak Allah’ın varlığında erimesi olarak anladıklarını ifade etmiştir.56

Kuşeyrî, Risâle’de tevhidin üç çeşit olduğunu belirtmiştir:

Birincisi, Hakk’ın Hak için tevhididir. Allah’ın, kendisinin bir olduğunu bilmesidir.

İkincisi, Hakk’ın halk için tevhididir. Hakk’ın, kulun muvahhid olmasına hükmetmesi kulda tevhidi yaratmasıdır.

Üçüncüsü, halkın Hak için tevhididir. Kulun, Allah’ın (a.c.) bir olduğunu bilmesi, bir olduğuna hükmetmesi ve bir olduğunu haber vermesidir.57

Serrâc da (ö. 378/998) tevhidi; avâmın tevhidi, ehl-i hakikatin zâhirî tevhidi ve havâssın tevhidi olmak üzere üçlü tasnife tabi tutmuş ve Cüneyd’in havâssın tevhidi ile ilgili şu ifadelerine yer vermiştir: “Havâssın tevhidi, kulun kendisini, üzerinde Allah’ın kudret eserleri cârî bir gölge ve bir cesed olarak görmesidir. Kendisinden istenildiği şekilde Hak ile kaim olması, Allah’a yakınlığın hakikatine ulaşarak his ve hareketlerini Hakk’ın iradesine bırakması, Hakk’ın çağrısına cevap verirken halkın davetinden uzak bulunmasıdır. Kulun son halinin ilk haline dönmesi, vahdet deryasına varmasıdır.58 Varlıklardan önce ruhların yaratıldığı “elest bezminde”, ruhların Allah’ı tanıyarak tereddütsüz bir şekilde O’nu birledikleri gibi, eğer halk aradan çıkarılırsa, yine başa dönülüp gerçek tevhide ulaşılabileceği anlaşılmaktadır.

55 Câsiye, 45/23.

56 Özköse, Kadir, Sûfîlerin İnanç ve İbadetlere Derûnî Yaklaşımları, Tasavvuf El Kitabı, Grafiker Yayınları, Ankara 2012, s. 399, 400.

57 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 299.

58 Serrâc, Ebû Nasr, el-Lûma, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 2001. s. 30, 31.

Tevhidin en yaygın tasnifi, vahdet-i kusûd, vahdet-i şuhûd ve vahdet-i vücuttan oluşan üçlü tasniftir.

Vahdet-i kusud, maksat ve iradenin bir olmasıdır. Allah’ın isteğiyle, kulun isteğinin aynı olmasıdır. Bu durum, kulun şahsî arzularını yok etmesi ve yerine Allah’ın iradesini koymasıyla gerçekleşir. Vahdet-i kusud’da, Allah’tan başka bir maksat ve istek yoktur. Bu anlayış, şu ifadelerle dile getirilir: “lâ maksûde illâllah, lâ matlûbe illâllah, lâ murade illâllah.” Mü’minlerin ittifakla benimsediği vahdet-i kusûd’da tartışma yoktur.59

Vahdet-i şuhûd fikrini, vahdet-i vücud fikrine alternatif olarak ortaya atan İmam Rabbânî’dir (ö. 1034/1625). Ona göre, vahdet-i şuhûd, görmede birliktir. Yalnız Allah’ı görmektir. Sâlikin gördüğü şey, Allah’ın dışında bir şey olamaz. Vahdet-i şuhûd fenâ halinde olur. Fenâ hali, Allah’tan başka bir şeyi görmemeyi zaruri kılar. İmam Rabbânî, Allah’tan başkasını görmemenin, görünmeyen diğer şeylerin inkârını gerektirmediğini, güneş ve yıldızlar misali ile açıklanmıştır: Bir kimse, güneşi gördüğü zaman yıldızları göremez. Fakat yıldızların yok olmadığını bilir. Hatta onların mevcut olduğunu, fakat güneşin ışığının şiddetinden dolayı görünmediklerini bilir.60

Vahdet-i şuhûd görmede birliktir. Vahdet-i vücud ise bilgide birliktir. Vahdet-i vücud’da sâlik, bilir ve inanır ki mevcut birdir. Sâlik, O’nun dışındaki şeyleri yok kabul edip yok bilmekle beraber Allah’ın tecellîgâhı ve zuhur yeri olarak kabul eder. Vahdet-i şuhûd, fenâ halinde, vahdet-i vücud ise sahv halindedir. Vahdet-i şuhûd aynel yakîn, vahdet-i vücud ise ilmel yakîndir.61

Vahdet-i vücûd, varlığın birliği demektir. “Lâ mevcûde illallah” Allah’tan başka varlık yoktur, sözüyle ifade edilir. Bu görüşte olanlar, âlemi Allah’ın gölgesi olarak görmüşler ve bu gölgenin de hayalden ibaret olduğunu belirterek âlemin Allah dışında ayrıca bir vücudunun olmadığını savunmuşlardır. İsmail Fenni Ertuğrul (ö. 1946), vahdet-i vücûdun, varlığın bvahdet-irlvahdet-iğvahdet-i demek olduğunu, Hakk’ın varlığının, kâvahdet-inata nvahdet-ispetle bvahdet-ir ayna mesabesinde olup, akledilen ve hissedilen eşyanın onda göründüğünü; eşyanın, Hakk’ın vücudunda görünen suretler olup, hakikatte hayal ve serap gibi olduğunu ifade etmiştir.

Kar, buz, bulut, buhar gibi görünen şeylerin sudan başka vücutları olmadığını; bunların hepsinin, suyun duyularımıza göre aldığı bir şekil ve suretten ibaret olduğunu; kâinata

59 krş. Kara, Mustafa, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, Dergâh Yayınları, İstanbul 1998, s. 318; Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s.506.

60 İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât-ı Rabbânî, Çev. Abdulkadir Akçiçek, Çile Yayınları, İstanbul 1977, I, 132-135.

61 İmâm-ı Rabbânî, a.g.e. I, 132-135.

duyu ile bakıldığında hakiki, basiretle bakıldığında vehm ve hayalden ibaret olduğunu açıklamıştır. 62

İbn Arabî, varlık tek olduğu halde, çokluğun nasıl meydana geldiğini şu ifadelerle açıklamıştır: “Hakk’ın zatına göre ‘gerçek bir varlığı’, mümkünlerin (eşyanın) kendisinde ise ‘izafi’ bir varlığı vardır. İzafî varlık, hakiki varlığın gölgesi gibidir. Biri Hakk’ın iç manzarasını (batınını), diğeri dış manzarasını (zâhirini) verir. Hakiki varlığa Hak, izafî (gölge) varlığa halk denir. Hak, değişmeden kaldığı halde, halk, değişmeyen varlığın değişen ve sayılamayacak kadar çeşitlilik gösteren zuhur ve tecellîleridir.”63 “İbn Arabî’ye göre Hakk’ın vüvudunun Hak ve halk olmak üzere iki yönü vardır. O, vâhid ve kesîr, kadîm ve hadîs, zâhir ve bâtın, evvel ve âhir gibi zıt özellikleri câmidir. Zâtı açısından Hakk’a bakan, zât-ı ilâhiyyeyi müşâhede eder. Bu, vahdet makamıdır.

Tecellileri açısından Hakk’a bakan, kesret açısından bakmış olur.”64

Kuşeyrî, el-Cevâhirü’l-Mensûre’de, tevhid inancına sahip olabilmenin yöntemini örneklerle çok sade bir şekilde ifade etmiştir:

Kul, bir bela ile karşılaştığında, öncelikle kendi kendine hareket eder. Eğer beladan kurtulamazsa halktan, hastalıkta tıp ehlinden, dünya ehlinden mal veya mevki sahibi olan kimselerden yardım ister. Eğer bu şekilde kurtuluşa eremezse, o zaman dua ile yalvararak Rabbine yönelir. Rabbinden yardım bulduğu müddetçe halka dönmez. Halktan bir yardım gördükçe Hakk’a dönmez. Halktan bir yardım bulamadığında, yardım isteyerek, dua ederek, yalvararak, muhtaç biri olarak havf ve recâ ile Rabbinin huzuruna döner. Sonra yaratıcı onu duadan da aciz bırakır; kul, bütün sebeplerden ve hareketlerden uzaklaşıncaya kadar ona cevap vermez. Kul bütün sebeplerden ve hareketlerden uzaklaşır ve sadece ruh kalır; Hakk’ın fiilinden başka bir şey görmez ve böylece o, kesin bir şekilde inanan muvahhid olur. Allah’tan başka gerçek fail olmadığına kesin bir şekilde inanır.65

Kuşeyrî, muvahhid olabilmek yani tevhid inancına sahip olabilmek için, kişinin kendisine veya halktan birisine güvenmeyip sadece Allah’a güvenmesi, tevekkül etmesi ve her durumda daima O’na teveccüh etmesi gerektiğini vurgulamıştır. Sadece kendisinden, halktan, bütün sebeplerden ve hareketlerden fâni olan kimsenin Hakk’ın

62 İsmail Fenni Ertuğrul, Vahdet-i Vücûd ve İbn Arabî, Haz. Mustafa Kara, İnsan Yayınları, İstanbul 1997, s. 9-15.

63 Uludağ, Süleyman, İbn Arabî, Ankara 1995.

64 Afîfî, Ebu’l-Alâ, Tasavvuf (İslâm’da Manevî Hayat), Terc. Ekrem Demirli, Abdullah Kartal, İz Yayıncılık, İstanbul 2012, s. 169.

65 Kuşeyrî, el-Cevâhiru’l-Mensûre, s. 4.

fiillerinden başka bir şey görmeyerek ve Allah’tan başka fâil olmadığını (lâ fâile illallah) yakîn olarak görerek, bilerek tevhid sahibi olabileceğini ifade etmiştir.

Bir diğer yerde de, her şeyden fâni olur ve sadece bir ruh olarak kalınırsa, engellerin ortadan kalkarak kurbiyetin gerçekleşeceği, Allah’la görüp, Allah’la işiterek beka billah konumuna ulaşılacağı ve Allah’tan başka varlık görülemeyeceği belirtilmiştir.

Kuşeyrî’nin bu ifadelerle, vahdet-i şuhûd’u dillendirdiğini görmek mümkündür.66

Onun, “Kul bütün sebeplerden ve hareketlerden uzaklaşır ve sadece ruh kalırsa, Haktan ve Hakk’ın fiilinden başka bir şey görmez ve böylece kesin bir şekilde inanan muvahhid olur.” sözüyle, Cüneyd’in, yukarıda zikrettiğimiz, “Kulun son halinin ilk haline dönmesi, vahdet deryasına varmasıdır.” sözünün örtüştüğü görülmektedir.

Kuşeyrî, muvahhidin; Allah’tan başka hareket ettiren ve durduran bir kimse olmadığına, zillet ve şerefin, hayat ve ölümün, açmak ve kapatmanın, zarar vermenin, nimet vermenin ve nimeti kesmenin, hayır ve şerrin, Allah’tan başkasına ait olmadığına aksine bütün bunların bizzat Allah’ın eliyle olduğuna inanan bir kimse olduğunu açıklamıştır.67 Onun, bu sözleriyle adeta bir muvahhid tanımlaması yaptığını görmekteyiz.

Failin Allah olması: Kuşeyrî’nin, “Onun sendeki faili Allah olana kadar sabret.”

sözünü, iki türlü anlamak mümkündür. Birincisi: Allah, ilhamı kalbine atana kadar sabret, demektir. İkincisi: Yaptığın işi, kendi arzu ve iradene göre değil de Allah’ın arzu ve iradesiyle yaparsan o işin faili Allah olur. Yani o işi senin şahsında Allah yapar. Zâhirde işi yapan sen gibi görünsen de gerçekte onu yapan Allah’tır.

Vahdet-i vucud’un dayandırıldığı, “Onları siz öldürmediniz, fakat onları Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı.”68 ayetinde de benzer bir durum söz konusudur. Bedir savaşında Hz. Peygamber, yerden bir avuç taş-toprak alıp düşmanların üzerine doğru atmış ve “yüzleri kavrulsun” demiştir.69 Toprağı atan Hz.

Peygamber, fakat onu hedefine ulaştırıp etkili kılan Allah’tır. Zâhirde fail, Peygamber gibi görünse de hakikatte fail Allah’tır. Müslümanların müşrikleri öldürmesi ve Hz.

Peygamber’in yerden toprak alıp müşriklere doğru atması, kendi irade ve arzularıyla

66 Kuşeyrî, el-Cevâhiru’l-Mensûre, s. 44, 45.

67 Kuşeyrî, el-Cevâhiru’l-Mensûre, s. 4.

68 Enfâl, 8/17.

69 Mevdûdî, Ebû’l Al’a, Tefhimu’l-Kur’ân, Çev. Yusuf Karaca ve Diğerleri, İnsan Yayınları, İstanbul 1991, C. II, s.159. Söz konusu hadis için bkz. Ahmed b. Hanbel, Müsned, thk. Şu’ayb el-Arnavût, I-L, Müessesetü’r-Risâle, Beyrut 1995-2001, V, 442.

değil de Allah’ın irade ve arzusuyla gerçekleştiği için Allah, gerçek fail olmaktadır.

Gerçek fail Allah olduğu zaman, fiilin mutlak üstünlüğü görülmektedir. Bu durum, Allah’ın fiilinin kendisinde tahakkuk ettiği hakikat ehlinin, dünyevî ve uhrevî üstünlüğünü göstermektedir.

Kuşeyrî’nin, “Onun sendeki faili Allah olana kadar sabret.” “Allah, seni kendi fiiline göre cezalandırmaz, ancak bir şeyi arzuna göre yaptığın için cezalandırır. Eğer hakikat halinde olursan -ki o da velâyet halidir- bütün işlerde arzuna karşı çık ve emre tabi ol.” 70 sözünde, fiili işleyen faile veya işlemeye sebep olan etkenlere dikkat çekilmiştir. Cezanın sebebi, yapılan fiilden ziyade bu fiili yapmaya sebep olan şeydir.

Fiilin sebebi, kişinin iradesi ve arzusudur. Kişi, Allah’ın arzu ve iradesini terk edip de kendi arzu ve iradesine göre bu fiili işlediği için ceza görecektir. Suçtan ziyade, suça götüren sebep önemlidir. Tüm suçların kaynağında, Allah’ın iradesini terk ederek O’nun emrine uymayıp hevaya uymak vardır.