• Sonuç bulunamadı

2.3. Şahsiyeti

2.3.2. İlmî Şahsiyeti

Kuşeyrî, çok zekî ve kabiliyetli bir kimsedir. Sadece temel dinî ilimlerle iştigal etmemiştir. O, aynı zamanda dilci, gramerci, edebiyatçı ve şâir idi. İyi bir kâtipti ve hattı çok güzeldi. Tasavvufî görüşlerini Kur’ân’la temellendirmesinde, güçlü muhakemesi kadar iyi bir hafız olmasının da rolü vardır. Kuşeyrî’nin hitabetin ve ikna kabiliyetin çok güçlü olduğunu onun hakkında söylenen şu söz net bir şekilde ortaya koymaktadır:

“Zorluklar, onun önünde zillete uğrayarak boyun eğer. Uyarı sopasıyla kayaya vursa erirdi. İblis’i zikir meclisine bağlasa tevbe ederdi.” “Onun minberinin eşiği, âriflerin yastığıdır. Yüce kimselerin başı onun şiiriyle taçlanır.” sözü de, onun şiir ve marifetteki

19 Subkî, a.g.e. s. 156, 157.

20 Uludağ, Kuşeyrî, DİA. C. 26, s. 474.

konumunu gösterir.21 Sorulan sorulara tatmin edici cevaplar vermesi; onun geniş ilmi, kıvrak zekâsı, güçlü muhakemesi ve hitabeti sayesindedir.

Hucvirî (ö. 470/1077), Kuşeyrî’yi şu sözlerle tanıtmaktadır: “Üstad, imam, zeynü’l-İslâm Kuşeyrî, zamanının harikası, kadri yüce, makamı ulu ve zamanındaki halkın malumu olan bir zat idi. Her fende pek çok latif halleri ve çeşit çeşit faziletleri vardı. Nefis eserleri tahkike dayanmaktaydı. Hak Teâlâ, halini ve dilini haşivden ve lüzumsuz uzatmalardan korumuştu.”22

Molla Câmî, Kuşeyrî’ye müritliğinin ilk yılları sorulduğunda şöyle cevap verdiğini söyler: “Bir vakit evin penceresi için taş gerekti. Kaldırdığım her taş cevher oluyordu. O zaman da onu geri bırakıyordum.” Bu durum, onun nezdinde cevherin taştan daha değersiz olduğunu gösterir. Çünkü onun istediği cevher değil taştı.23 Bu durum aynı zamanda, Selçuklu vezirine bile eyvallah etmeyen Kuşeyrî’nin zühdünü ortaya koymaktadır.

Onun asrındaki kimseler, Kuşeyrî’nin; zamanın efendisi, önderi ve Müslümanların bereketi olduğu hususunda icma etmişlerdir. Abdulğâfir b. İsmail, “O mutlak bir imamdır. Fâkih, kelâmcı, usulcü, müfessir, edip, nahivci, kâtip, asrının dili olan şairi ve halk arasında Allah’ın sırrıdır.” demiştir. Subkî, “Onun, 437/1045 yılından 465/1072 yılına kadar hadis imlâ/yazdırma meclisleri kurduğunu; hadis konusunda latifelerle, işaretlerle konuştuğunu ve hadisi haşiyelerle açıkladığını; yazmada temiz ve açık bir yöntemi olduğunu,” aktararak onun muhaddisliğine işaret etmiştir. Öğrencisi Hatîb Bağdâdî, “O, Bağdat’ta bize hadis rivayet etti, biz de yazdık. Sika idi, hikmet sahibiydi ve güzel vaaz ederdi. Usulde Eş’arî, fıkıhta ise Şâfî mezhebindendi.” diyerek onun muhaddisliği ve diğer özellikleriyle ilgili bilgi vermektedir.24

Zeynu’l İslâm lakaplı Kuşeyrî’nin mutlak bir imam olduğu; doğuda ve batıda yayılan risalesiyle yıldız gibi parladığı; ilimde ve amelde Müslümanların imamı, sözde ve fiilde de ümmetin temeli olduğu; sünnette kendisine tabi olunan bir kimse olduğu belirtilmiştir. Onun, sözüyle cennet ve cehennem yolunu açıkladığı; ilimleri bir arada topladığı; Ehl-i sünnet taifesinin önde geleni, cemaatlerin üstadı ve şeyhlerin şeyhi olduğu ifade edilmiştir. Zamanının ehlinin, onun sözünün ve üslubunun benzersiz olmasında; şeyhlerin sözlerinden, ayetlerden ve hadislerden hüküm çıkarmakta; latif

21 Subkî, a.g.e. s. 157.

22 Hucvirî, Ali b. Osman Cüllâbî, Keşfu’l-Mahcûb, Haz. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul 1996, s. 272.

23 Câmî, Abdurrahman, Nefehâtü’l-Üns, Haz. Süleyman Uludağ, Mustafa Kara, Pinhan Yayınları, İstanbul 2011, s. 441.

24 Subkî, a.g.e. s. 154, 155.

işaretlerle kalpleri güzelleştirmede; tarikat diliyle yazdığı latif şiirlerde ve eserlerde benzersiz olduğu hususunda icma ettikleri bildirilmiştir. Kemâlde ve maharette hiç kimsenin onun benzerini görmediği, şeriat ve hakikat/tasavvuf ilmini bir araya getirdiği;

tarikatın esaslarını en güzel şekilde açıkladığı söylenmiştir.25

Yukarıda belirtildiği gibi Kuşeyrî, hadis, tefsir, kelâm ve fıkıh gibi zâhirî ilimlerde üstad olduğu gibi Bâtınî ilim olan tasavvufta da üstaddır. O, şeriatla hakikati bir araya getirmiştir. Kuşeyrî zamanında tasavvuf hareketi, şeriattan uzaklaşmış, hatta ondan irtibatını bile koparmıştı. Mutasavvıfların, zâhirî hükümlerden ve amellerden uzaklaşmasıyla, tasavvuf şeriattan uzaklaşmıştır. Bu sebeple tasavvuf cereyanı; kelâmcı, fıkıhçı ve hadisçilerin muhitine giremiyor ve muhafazakâr Sünniler arasında tutunamıyordu. Tasavvufa şüpheli bir nazarla bakılıyordu ve bazen ilhad hareketi olarak görülüyordu. Kuşeyrî’nin sayesinde zâhir ve bâtın, şeriat ve hakikat, tasavvuf ve nakil kucaklaşmıştı. Kuşeyrî, tasavvufu şeriata yaklaştırarak bu işi başarmıştır. Kuşeyrî’den kısa bir müddet sonra yaşayan ve ondan etkilenen Gazâlî, şeriatı tasavvufa yaklaştırarak aynı neticeyi almıştır. Kuşeyrî ve Gazâlî’nin bu faaliyetlerinden sonra tasavvuf şâibelerden kurtulmuş, zâhir uleması nazarında berat etmiş ve sünnî muhit içerisinde yer bulmuştur.26

Her ne kadar, Mutezîlî olan vezir Kundurî kendisine düşmanlık yapmış olsa da, onun kıymetini bilen devlet ricali ona değer vermiştir. Bağdat sürgününde, Emîru’l Mü’minûn Kâim bi-Emrullah, onun için sohbet ve zikir meclisleri tertip etmiş ve kendisi de bu meclislere katılmıştır. Kundurî’yi idam ettiren Sultan Alparslan ve veziri Nizâmulmülk de ona değer vermişler ve sürgün olduğu Bağdat’tan dönerek ömrünün sonuna kadar Nişâbûr’da istediği gibi eğitim vermesine zemin hazırlamışlardır.

Sem’ânî, Kuşeyrî’nin bir gün büyük imamlardan birinin meclisine geldiğini; Merv Kadısı Ali Dehgân’ın, oturduğu sedirdeki yastığı, minberin merdiveninde oturmakta olan Kuşeyrî’ye gönderdiğini ve ondan övgüyle bahsederek şöyle dediğini aktarmaktadır: Ey insanlar! Yıllardan birinde bu büyük imam da kadılarla haccetmişti. O yıla kadılar senesi denilir. O yıl, uzak yerlerden ve bölgelerinden Müslümanların imamlarından olan 400 kadı haccetmişti. Harem-i Şerif’te onlardan birinin konuşmasını istediler. Üstad Ebû Kâsım hakkında herkes ittifak etti.

Subkî kendisine ulaşan şu olayı da nakletmiştir: Ebû Kâsım, şiddetli bir hastalığa tutulan ve ümit kesilen çocuğu kendisine getirildiğinde, çok üzülür. Rüyasında Allah

25 Subkî, a.g.e. s. 153, 155.

26 Krş. Kuşeyrî, Kuşeyrî Risalesi, Haz. Süleyman Uludağ, s. 19.

Teâlâ’yı görür ve durumu O’na bildirir. Hak Teâlâ, “Şu şifa ayetlerini topla ve onun üzerine oku, onları yaz, bir su kabına koy ve bir meşrubat yap.” der. Kuşeyrî, böyle yapar ve çocuk sağlığına kavuşur. Subkî, birçok şeyhin bu ayetleri hastalar için yazdıklarını ve sağlıklarına kavuşmalarını isteyerek bir kapta onlara içirdiklerini gördüğünü söyler.27

Kur’ân’daki şifa ayetleri şunlardır: “O, mü’min kavmin göğsüne şifa verir.”28“O (Kur’ân) kalplere şifadır.”29“Onda insanlar için şifa vardır.”30“Biz Kur’ân’ı Mü’minlere şifa ve rahmet olarak indirmekteyiz.”31 “Hastalandığımda, O bana şifa verir.”32 “De ki! O inanalar için bir hidayet ve şifadır.”33

27 Subkî, a.g.e. s. 158, 159.

28 Tevbe, 9/14

29 Yûnus, 10/57

30 Nahl, 16/69

31 İsrâ, 17/82

32 Şu’arâ, 26/80

33 Fussilet, 41/44

BÖLÜM III

KUŞEYRÎ’NİN “EL-CEVÂHİRU’L-MENSÛRE” İSİMLİ ESERİNDEKİ TASAVVUFÎ GÖRÜŞLERİNİN İNCELENMESİ

Çalışmamızın ve Kuşeyrî’nin tanıtımından sonra onun el-Cevâhir’deki görüşlerinin tespit edilmesine ve incelenmesine başlayalım. Kuşeyrî, el-Cevâhiru’l-Mensûre isimli eserine, hamdele ve salvele ile başlamış, hamdelesinde, Allah’ın bazı sıfatlarına, özelliklerine ve tevhid akidesine vurgu yapmıştır. Onun fikirlerini anlamak için, çalışmamızın başlangıcında hamdelesinden ve salvelesinden bir bölüm vermeyi uygun gördük.

“Başta ve sonda, açık ve gizli olarak; kelimelerin miktarınca, yarattıklarının sayısınca, arşın ağırlığınca, bütün çift ve tek olan şeylerin sayısınca, kuru ve yaş olanların sayısınca, âlemlerin Rabbine hamdolsun. O Allah ki, yaratan ve şekil veren, kader veren, hidayete erdiren, öldüren ve dirilten, güldüren ve ağlatan, kendisine yaklaştıran ve kendisinden uzaklaştıran, acıyan ve rezil eden, yediren ve içiren, mutlu eden ve sıkıntı veren, nimet veren ve nimeti kesendir. O’nun sözü ile yedi gök kâim oldu, dağlar direk olarak dikildi ve yer düz bir şekilde yerleşti. O’nun rahmetinden ümit kesilmez; tuzağından, işinin ve hükmünün nasıl gerçekleşeceğinden de emin olunmaz.

O’na ibadetten vazgeçilmez, nimetinden halî olunmaz. O, karşılıksız verdikleriyle övülen ve kana kana içirdikleriyle şükredilendir.

Sonra, O’nun peygamberi Muhammed Mustafa’ya selam olsun. Ona tabi olan delaletten uzaklaşır ve hidayete erer. Ondan ayrılan sapar ve dinden çıkar. O, doğru ve tasdik edilendir. Dünyaya karşı zâhittir ve refîkü’l-âlâ’yı isteyendir. Allah’ın yarattıkları arasından seçilmiş olan bir kimsedir. Hak onun gelişiyle geldi, batıl onun ortaya çıkışıyla yok oldu ve yer onun nuruyla aydınlandı. İyilikler, bereketler ve salâvatlar onun üzerine olsun.”34

Kuşeyrî, hamdelesinin başlangıcındaki, “kelimelerin miktarınca, yarattıklarının sayısınca, arşın ağırlığınca, bütün çift ve tek olan şeylerin sayısınca, kuru ve yaş olanların sayısınca” sözleriyle, hamdini, yaratılmış olan her ne varsa onların sayısına bağlamıştır. Zâhiren bu bir sınırlama gibi görünse de gerçekte, sınırlanması mümkün olmayan bir ifadedir. Kuşeyrî, hamdini, Allah’ın (c.a.) “sayılamayacak kadar çok olan”35

34 Kuşeyrî, el-Cevâhiru’l-Mensûre, s. 2.

35 NahI,16/18.

nimetlerine bağlamakla adeta sınırsızlaştırmıştır. Nasıl bir İlah’a hamdettiğini, kendi kelimeleriyle değil, Allah’ın sözleriyle ifade etmiştir. Allah’ı; yeri, göğü, dağları ve her şeyi yaratan, onlara şekil veren, kader veren, yarattıklarını başıboş bırakmayıp ellerinde tutan, yarattıklarına dilediğini yapabilen, hayrın ve şerrin kendisinden olduğu, tuzağından ve imtihanından emin olunamayacak bir İlah olarak tanımış ve tanıtmıştır. Aynı zamanda kelâm âlimi olan Kuşeyrî burada, kaza ve kaderin, hayır ve şerrin Allah’tan olduğunu, Allah’ı seven kimselerin O’na hamdetmesi gerektiğini ifade etmiştir.

Kuşeyrî, dünyaya teşrifiyle hakkı getiren, batılı yok eden ve yeryüzünü nuruyla aydınlatan Hz. Peygamber’e uyan kimselerin kurtuluşta olacağını, uymayanların ise saparak dinden çıkacağını belirtmiştir. Hz. Peygamber için; “O, zâhittir, büyük bir aşkla refîkü’l-âlâ’yı isteyendir.” diyerek onun zühd ve muhabbet özelliklerini öne çıkarmıştır.

Bu tespit, onun tasavvuf anlayışını Hz. Peygamber’e dayandırdığının bir göstergesidir.

Kuşeyrî, Hz. Peygamber’in ailesini ve ona tabi olan yakınlarını muhsin olarak nitelemiştir. Tasavvufta çok önemli bir yere haiz olan muhsin vasfını bilhassa vurgulamış ve muhsini; “Allah’a karşı muamelelerinde samimi, O’na karşı doğru sözlü ve O’na ulaşmada en doğru yolda olan kimse” olarak tanımlamıştır.

Kuşeyrî, hamdelesinin kalan kısmında, Allah’ın koruyan, rızık veren ve duaları kabul eden yegâne kimse olduğunu vurgulamıştır. Ellerin, dillerin, sayıların, kalplerin O’nun nimetlerini saymaya, akılların ve zihinlerin de O’nun nimetlerini zapt etmeye muktedir olamayacağını ifade etmiştir.36

3.1. Gaybî Bilgiler ve Geliş Yolları

İnsanların ilimle ve çalışmakla elde edemiyeceği ve öğrenemiyeceği bir takım bilgiler vardır. Allah, fenâ ile tevhide ve marifete ulaşan kullarından dilediğine kendisine ait olan bu bilgilerden bir kısmını verebilir. Bu bilgilerin insanlara ulaşma yolları; keşf-varidât ve hâvâtır-İlham olarak tasnif edilebilir.