• Sonuç bulunamadı

Havf: Havf, genellikle “korkmak” anlamındadır. Ayrıca, “sakınmak, çekinmek, endişe etmek ve bilmek” anlamlarında da kullanılmaktadır. Havf, istenmeyen bir şeyin başa gelmesi veya sevilen bir şeyin kaybedilmesi endişesi içerisinde olmaktır; emniyet ve güven kelimelerinin zıttıdır.196

Eğer, beklenen şey hoşa gitmeyen bir şey ise ve kalpte de acı meydana getiriyorsa buna havf denilir.197

Havf, varlığı zıttının yokluğu ile meydana gelen bir mana ismidir. Kalpte, ahiret işleri ve dünya halleri ile ilgili her türlü güven yok olduğu zaman, bu havf olur. Bu durumdaki kişi, Allah’ın mekrinden de şehvetin cazibesinden de güvende olamaz. Bütün bu durumlarda güvenini kaybeden kul, hâif (korkan) diye isimlendirilir. Bu Arap

192 Bakara, 2/260.

193 A’râf, 7/143.

194 Kelâbâzî, Ta’arruf, s. 125.

195 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 60.

196 İbn Manzûr, a.g.e. C. II, s.1290; ez-Zebîdî, Tacu’l-Arûs, Beyrut 1986, XXIII, s. 288, 299; el-Cur, Halil, Larûs, Mektebetü Larûs, Paris 1973, s. 447; Bustânî, Abdullah el-Bustân, Beyrut 1992, s. 331; el-Âyid ve diğerleri, a.g.e. s. 428.

197 Gazâlî, Muhammed, İhyau Ulûmi’d-Din, Beyrut Trs, C. IV, s. 142.

lisanında yaygın bir kullanım tarzıdır. Bir kişi “şundan korkuyorum” dediğinde aynı zamanda “ondan emin değilim” demeyi de kasteder.198

Korku, gelecekle ilgilidir. Çünkü kişi ancak hoşa gitmeyen bir şeyin başına gelmesinden veya sevdiği birini kaybetmekten korkar. Bu da ancak gelecekte meydana gelecek bir şeydir. Eğer bir şey, bulunulan halde meydana geliyorsa korku onunla ilgili değildir.199

Schimmel (ö. 2003), havf ve recânın makam veya hal olması konusunda mutasavvıfların ihtilaf ettiklerini, Serrâc’ın (ö. 378/998) havf ve recâyı hal olarak kabul ettiğini belirttikten sonra bunları makam olarak sınıflandırmanın daha uygun olacağını, tasavvufun başlangıç safhalarında ve daha sonraki dönemlerinde havfın temel unsur olduğu gerekçesiyle savunmuştur. Schimmel, korku duymanın her Müslüman için şart olduğunu, Kur’an’da Allah korkusundan ve yargı günü korkusundan sık sık bahsedildiğini, İlk zâhitlerin recâdan çok havf üzerinde durduklarını ifade etmiş, kabz ve bastı, havf ve recâ makamlarına tekabül eden haller olarak zikretmiştir.200

Recâ: Recâ, ümitsizliğin zıttı olup, ümit (umut) anlamındadır; ayrıca bir şeyin olmasını beklemek ve istemek anlamlarına da gelmektedir.201

Recâ, ummak-ümit etmek anlamlarına geldiği gibi, bir şeyden “korkmak”

anlamına da gelir.202 Buradan anlaşılacağı üzere, recânın içerisinde gizli olarak havf da bulunmaktadır. Recâ’da Allah’ın affına ulaşma ümidi olduğu gibi, Allah’ın affına ulaşamama korkusu ve endişesi de vardır. Affedileceğini garanti görmek ve affedileceğinden emin olmak, kişiyi rehavete sokarak günah işlemekten çekinmemeye sevk edebilir. Affedileceğini ummak, aynı zamanda affedilmeyeceği endişesi ve korkusunu da taşımaktır. Böyle bir recâ anlayışı, kişiyi sadece günahları terk etmekle bırakmayıp, ibadetlerde ve itaatte yoğunlaştırarak yaptıklarını yeterli görmeme olgunluğuna ulaştırır.

Mekkî (ö. 386/996), “Recâ, korkanların rahatlama sebebidir. Bundan dolayı Araplar, recâyı havf olarak isimlendirirler. Çünkü havf ve recâ birbirinden uzaklaştırılamayan iki vasıftır.”203 diyerek, korku ile umudun iç içe olduğunu ifade etmiştir.

198 Mekkî, Ebû Talib, Kûtü’l-Kulûb, Kahire 1310/1892, s. 236.

199 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 125.

200 Schimmel, Annemarie, Tasavvufun Boyutları, Çev. Ender Gürol, Adam Yayınları, İstanbul 1982, s. 117, 118.

201 İbn Manzûr, a.g.e. C III, s.1604; el-Âyid ve diğerleri, a.g.e. s. 509.

202 el-Âyid ve diğerleri, a.g.e. s. 509

203 Mekkî, a.g.e. s. 216.

Kuşeyrî, el-Cevâhiru’l-Mensûre’de, ârif bir kimsenin, nasıl bir havf ve raca anlayışına sahip olması gerektiğini açıklamıştır. Onun açıklamalarını ârif’e uyarılar, şeklinde ifade etmek te mümkündür.

Kuşeyrî, her hal ve makamda havf ve recâ olduğunu söylemiş, fakat her halin havf ve recâsının o hale uygun şekilde olduğunu da belirtmiştir. Ârif’in, hangi durumda olursa olsun havf ve recâ dengesine dikkat etmesi gerektiğini ifade etmiştir. Ârif’in, duaları ve istekleri yerine geldikçe recâ’sının galip gelip te rehavete kapılmaması ve havfı unutmaması gerektiğini, belirtmiştir. Daha başka sûfilerin de ifade ettiği, “Havf ve recâ’nın, kuşun iki kanadı gibi dengede olması gerektiği”204 sözünü kullanan Kuşeyrî, imanın, hal ve makamın, bu ikisiyle tamamlanacağını bildirmiştir. Ârif’in, Allah’a teveccüh etmesini; sadece O’nunla ünsiyet kurmasını ve O’na güvenmesini tavsiye etmiş;

recâ’nın üstün gelmesi tuzağından ve şirkten de korunması uyarısında bulunmuştur.

Duanın gelenek olmaktan çıkartılarak, emredilen ibadetlerle birlikte yapılmasının hedefe ulaştıracağını ifade etmiştir. 205

Kabz ve bast: Kabz, “tutukluk” anlamına gelmektedir. Kalbe gelen bir sıkıntı halidir. Bütün hallerde olduğu gibi kabz da vehbîdir. Bu hal, havfın bir neticesi olup uzun bir mücahededen sonra vukû bulur. Allah korkusunun hâkim olduğu bir kimse, günahlarından dolayı hesaba çekileceği ve ceza göreceği endişesini taşır. İşte bu endişe onun kalbinde bir daralma ve bir sıkıntı meydana getirir. Kabzın sebebinin bilinmediği zamanlar da olabilir. Bu durumda kulun, haline rıza göstermesi ve Allah’a teslim olması gerekir. Kabz, Allah’ın ansızın sâlikin kalbine verdiği bir sıkıntı halidir. Sıkıntıyı veren Allah olduğu gibi, sıkıntıdan kurtarıp rahatlatacak (bast hali) olan da yine Allah’tır. Bu durum, “Darlık veren de, bolluk veren de Allah’tır.”206 âyetinde açıkça ifade edilmiştir.207

Bast: Bast kelimesi lügatte; yaymak, açmak, sermek, çoğaltmak, genişletmek, sevindirmek-ferahlatmak ve elini uzatmak anlamlarına gelmektedir.208

Bast kelimesi, darlık ve sıkıntı anlamlarına gelen kabzın zıttıdır. Kabz halinde daralıp sıkılan ve hüznün hâkim olduğu kalp, bast halinde genişleyip rahatlayarak sevinç

204 Sühreverdî, “Korku ve ümit, imanın iki kanadı gibidir. Korkan, aynı zamanda ümit ettiği gibi, ümit eden de korkar. Çünkü korku da ümit de imandan kaynaklanmaktadır” demiştir. Sühreverdî, a.g.e. s. 470.Gazâlî,

“Havf ve recâ’yı Allah’a yakın olanları güzel makamlara uçuran iki kanat” olarak ifade etmiştir. Gazâlî, İhya-i Ulûm-id-Din, Terc. Ali Arslan, Arslan Yayınları, İstanbul 1975, s. 426.

205 Kuşeyrî, el-Cevâhiru’l-Mensûre, s. 49.

206 Bakara, 2/245.

207 Krş. Kuşeyrî, er-Risâle, s. 58; Eraydın, Selçuk, Tasavvuf ve Tarikatlar, İFAV, İstanbul 1997, s. 185, 186; Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 268, 269.

208 İbn Manzûr, a.g.e. C. I, s. 282; el-Cur, a.g.e. s. 234; 154.

ve neşenin hâkim olduğu bir yer haline gelir. Kabz halinde kalbin daralıp sıkıntı içerisinde olmasının sebebi, cehennemde azap göreceği korkusundan yani havftan dolayıdır. Recâda kalbin neşe ve sevinç içerisinde rahatlayıp genişlemesinin sebebi de, Allah’ın affedeceği ve cennette mükâfatlandıracağı ümidinden dolayıdır.

Bast, kabz halindeki kimseler için bir mükâfattır. Çünkü korkunun şiddetiyle daralan kalpleri, af ümidinin artmasıyla ferahlar. Ebû Bekir Verrâk (ö. 280/893), bu durumu şöyle dile getirmiştir: “Recâ, Allah Teâlâ’nın havf ehlinin kalbine verdiği bir rahatlamadır. Eğer recâ hali ve recânın verdiği bu rahatlama olmasaydı, onlar yok olur ve akılları başlarından giderdi.”209

Kuşeyrî, Risâle’sinde, kabzın havf halinden sonra; bastın da recâ halinden sonra ulaşılan iki hal olduğunu belirtmiştir. Havf ve recânın, Allah yoluna yeni giren mübtedilerin-müritlerin hali olduğunu; kabz ve bastın ise âriflerin hali olduğunu ifade etmiştir. Kuşeyrî, havf ve recânın gelecekle ilgili olmasına karşın, kabz ve bastın içinde bulunulan zamanla ilgili birer hal olduğunu da belirtmiştir.210 Cüneyd, “Allah korkusu (havf), beni sıkar (kabz haline sokar); Allah’tan ümitvar olmak da beni rahatlatır (bast haline sokar). Allah havf ile beni sıktığı (kabz haline soktuğu) zaman beni bende yok eder (fenâ haline sokar). Recâ ile beni rahatlattığı (bast haline soktuğu) zaman beni tekrar kendime getirir.”211 demiştir.

Gazâlî, “Recâ, hoşa giden, sevilen bir şeyi beklemekten dolayı kalbin zevk duyması ve rahatlamasıdır.”212 derken, hem recâyı tanımlamış hem de recâ sahibinin yaşadığı bast haline işaret etmiştir. Affedileceğini ve mükâfatlandırılacağını beklemek recâdır. Bu beklentiden dolayı kalbin rahatlaması ve zevk içerisinde olması ise bast halidir.

Kuşeyrî, Risâle’sinde recâ, “Ahiretin güzelliğinden dolayı yani ahirette güzel muamele görüp affedileceğini bilmesinden dolayı kalbin sevinç içerisinde olmasıdır.”213 demiştir. Burada, kalbin güzel muamele göreceğini beklemesini recâ; bu sebeple sevinç içerisinde olmasını da bast olarak değerlendirmek mümkündür. Görüldüğü gibi, recâ ve bast birbirinden ayrılmayan ve çoğu kez de iç içe zikredilen kavramlardır. Bastın recâdan sonra geldiği ve recânın meyvesi-neticesi olduğu da gâyet âşikardır.

209 Serrâc, Luma, s. 60, 61.

210 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 58.

211 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 59, 60.

212 Gazâlî, İhya, C. IV, s. 142.

213 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 132.

Kuşeyrî, kabz ve bast konusunu, el-Cevâhiru’l-Mensûre’de şu şekilde açıklamaktadır:

Bütün hallerde kabz vardır. Çünkü velî, kabz halini muhafaza etmekle emrolunur.

Bastın tamamı, Kudretle birlikte bulunmaktır. Çünkü kudrette, O’nun varlığı ve mevcut olması dışında muhafaza etmekle emrolunan bir şey yoktur. Bu sözlerden sonra Kuşeyrî, kudretle birlikte bulunmayı, kudrete uygun hareket etmek ve kendisi üzerinde cereyan eden şeylerde kaderle çekişmemek, olarak izah etmiştir.214 Kuşeyrî, kulun, kudret, fiil ve bast makamına girdiği zamanın alametini; önceden değer vermemekle ve terk etmekle emrolunduğu kısmetleri istemekle emrolunması, olarak açıklamıştır. Kulun, bast haline;

bâtını bütün kısmetlerden arındıktan ve orada Allah’tan başka bir şey kalmadıktan sonra girdirileceğini söylemiştir.215 Bast makamındaki kişi, kısmeti olan eşyaları istemekle emrolunur. Kuşeyrî, kısmetlerin verilmesi hususunda isteklerin sınırsızlığı; sınırların korunmasından, sorumluluklardan, makamlardan ve hallerden çıkartılmak; kabzdan sonraki bastın en büyük alametlerindendir, demiştir.216

Kuşeyrî, kabzın, bütün hallerde bulunduğunu ve muhafaza edilmesi gerektiğini, açıklamıştır. Yukarıda da izah edildiği gibi, havf şiddetlenince kabz haline, kabz şiddetlenince de fenâ haline ulaşılmaktadır. Bu durumda kabzın, fenâ yolu olduğu ve gaybet hali olduğu anlaşılır. Kuşeyrî’nin açıklamalarından, kabz halinde kulun kısmetlere değer vermediği ve terkettiği anlaşılmaktadır. fenâ’nın başlangıcı sayılabilecek olan kabz halinde de kulun mâsivâdan uzaklaşması gerekmektedir. Kuşeyrî, bast halinin, Allah’la birlikte olma hali yani bekâ hali olduğunu, kulun bu durumda sahv halinde bulunduğunu ve kabz halinde terkettiği kısmetleri istemesinin caiz olduğunu açıklamıştır. Bast halinde, kısmetleri istemenin emredildiğini söyleyerek, kısmetleri istemedeki sınırsızlığın, sınırların korunmasından, sorumluluktan, makamlardan ve hallerden çıkartılmanın, bastın alametleri olduğunu açıklamıştır. Kabz halinde, daralıp sıkılan kalbin, bast halinde, genişleyip rahatlaması, Allah’la olmanın verdiği samimiyet/ünsiyet, kulu isteklerinde cüretkâr olmaya sevketmektedir. Bekâ ve sahv hali olan bastta, kısmetlere ve iradeye dönüş vardır fakat bu halde kul yalnız olmayıp Allah’la birliktedir. Fiilleri ve iradesi Allah’ın fiili ve iradesinin kontrolü ve koruması altındadır. Kabz halinde, iradesinden ve kısmetlerden fenâ ile korunan kulu, bast halinde Allah korumaktadır.

214 Kuşeyrî, el-Cevâhiru’l-Mensûre, s. 62.

215 Kuşeyrî, el-Cevâhiru’l-Mensûre, s. 62.

216 Kuşeyrî, el-Cevâhiru’l-Mensûre, s. 63.

Kuşeyrî, bast halinde, sorumluluğun kalkmasına yapılan itirazlara cevap vererek kulun nasıl korunacağını izah etmiştir.

Kuşeyrî, “Sınırların korunmasından, sorumluluklardan, makamlardan ve hallerden çıkartılmak, kabzdan sonraki bastın en büyük alametlerindendir.” sözüne karşılık olarak; Bu, sorumluluğun ortadan kalkmasına, zındıklık iddiasına, İslâmdan çıkmaya ve Allah Teâlâ’nın “Sana ölüm gelinceye kadar Rabbine kulluk et.”217 sözünü reddetmeye götürür, denilirse; bu düşüncenin yanlış olacağını ve bu duruma yol açmayacağını söyler.218

Kuşeyrî, Allah’ın cömert olduğunu; velîsinin tekrar kabz makamına ve kötülüğe girdirilemeyecek kadar kıymetli olduğunu; onu zikrettiği bütün yasaklardan koruyup uzaklaştıracağını, koruyacağını ve onun sınırları korumasını temin edeceğini, açıklamıştır. Bast halindeki kul sınırları nasıl koruyacak endişesine karşı da şu izahı yapmıştır: Ona iffet verilir, o da zorluk ve meşakkat olmaksızın sınırları korur, Rabbine yakınlığından dolayı kusurdan uzaklaşır.219

Kabz’da, korkuyla günahlardan uzaklaşıldığı halde, bast’da, Allah’a yakın olmanın verdiği şuur ve saygıyla günahlardan uzaklaşılır. Allah, bast halinde kendisine yakın olan kulunun, kabz halindeki günahlarına dönmesine müsaade etmez, kuluna iffet verir ve kul bu sayede, sınırları korur, günahlardan uzaklaşır. Bast halinde, kurbiyetin sebeb olduğu iffet, hayâ ve utanma duygusunun, kulu doğru davranışa yönlendirdiği görülmektedir. İffet duygusu, kulu, hiç farkında olmadan, sünnetullaha uygun olarak, sorumluluklarına uygun davranışlar yapmaya sevketmektedir.

Kuşeyrî, “Böylece biz, kötülüğü ve fuhşiyatı ondan uzaklaştırırız. Çünkü o, bizim salih kullarımızdandır.”220 ayetiyle, şeytana hitap eden, “Benim kullarım üzerinde senin bir gücün yoktur.” “Ancak, Allah’ın halis kullarının dışındakilere senin gücün yeter.”221 ayetleri referans göstererek, “Ey Miskin! O, Allah’a dayandırılır, Allah, onu, lütfuyla ve yakınlığıyla kucağında eğitir. Şeytan ona nasıl ulaşacak ve kötülükler ona ulaşmak için kendisine nasıl yol bulabilecek?” diyerek, bast halindeki kulun nasıl eğitilip korunduğuna açıklık getirmiştir. Bu sitemli ifadesinin ardından dozu biraz daha artırarak, anlamak istemeyen dar kafalı kimselere karşı şu iğneli sözleri sarf etmiştir: “Bu aşağılık ve alçak istekler, uzak ve eksik akıllar, hayal edilen bozuk görüşler yok olsun. Allah, kapsayıcı

217 Hicr, 15/99.

218 Kuşeyrî, el-Cevâhiru’l-Mensûre, s. 63.

219 Kuşeyrî, el-Cevâhiru’l-Mensûre, s. 63.

220 Yûsuf, 12/24.

221 Sâffât, 37/40, 84, 128, 160.

kudretiyle, kâmil lütuflarıyla ve geniş rahmetiyle bizi ve kardeşlerimizi sapıklıktan korusun.”222