• Sonuç bulunamadı

3. Ebussuûd Efendi’nin Hayatı ve Eserleri

2.11. Hükmü Açıklama

Kur’an-ı Kerim tefsirlerinde fıkhi değerlendirmelere de yer verildiğini biliyoruz.

Buna bağlı olarak Kur’an’ın tefsirini yapanlar yeri geldikçe fıkıhla ilgili -helallik, haramlık, mübahlık gibi- bir takım bilgilere de yer vermişlerdir.249 Ebussuûd Efendi’nin de tefsirinde yer verdiği hüküm içerikli mezkur açıklamalarını Kur’an’ın başka ayetleriyle desteklediği görülmektedir. Örneğin:

248 Ebussuûd Efendi, a.g.e., c. 5, s. 191-192; Ali Akın, a.g.e., c. 8, s. 3617.

249 Abdullah Aydemir, a.g.e., s. 147-148.

Bakara Suresinin 2/178’inci ayetinde yer alan يِف ُصاَصِقْلا ُمُكْيَلَع َبِتُك اوُنَمآ َنيِذَّلا اَهُّيَأ اَي ْتَقْلا

ىَثْنُلأاِب ىَثْنُلأا َو ِدْبَعْلاِب ُدْبَعْلا َو ِِّرُحْلاِب ُّرُحْلا ىَل “Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı. Hüre karşı hür, köleye karşı köle, kadına karşı kadın kısas edilir.” hükmüyle ilgili İmam Şafi ve İmam Malik’in görüşlerini ve dayandıkları delillerini zikrettikten sonra “köleyi öldüren hür hakkında da kısasın uygulanacağını”

ifade ederek Hanefi mezhebinin de görüşü olan bu hükmü, ِسْفَّنلاِب َسْفَّنلا َّنَأ اَهيِف ْمِهْيَلَع اَنْبَتَك َو

“Onda (Tevrat’ta) üzerlerine şunu da yazdık: Cana can, … kısas edilir.” (Maide 5/45) ayetini şahit getirerek desteklemiş ve bu görüşüne ve deliline dayanak olarak da

“Kur’an’da, bizden önceki ümmetlerin şeriati, zikredilmişse ve eğer onların neshedildiğine dair bir delalet yok ise bizim de şeriatimiz sayılır ve bizim onlarla amel etmemiz vacip olur. Bir de kısas, din ve yurdun korunmasındaki eşitliğe dayanır, bunda da hür ile köle eşittir.” ifadesine yer vermiştir.250 Bu değerlendirme hükümle ilgili olması bakımından fıkhi bir nitelik taşımaktadır. Benzer değerlendirmeler Hanefi Mezhebi menşe’li Ahkam’ul-Kur’an kaynaklarında da bulunmaktadır251. Görüldüğü gibi Müellif, tefsiri yapılan ayetten çıkardığı “köleyi öldüren hür hakkında da kısasın uygulanacağı” hükmünü, kısasın, herhangi bir ayırım yapılmaksızın cana can yapılacağını belirten başka bir ayetle açıklamıştır.

Bir başka örnekte de َن ِم َسْيَلَف َكِلَذ ْلَعْفَي ْنَم َو َنيِنِمْؤُمْلا ِنوُد ْنِم َءاَيِل ْوَأ َني ِرِفاَكْلا َنوُنِمْؤُمْلا ِذ ِخَّتَي َلا ْنَأ َّلاِإ ٍءْيَش يِف ِالله

ُري ِصَمْلا ِالله ىَلِإ َو ُهَسْفَن ُالله ُمُك ُرِِّذَحُي َو ًةاَقُت ْمُهْنِم اوُقَّتَت “Müminler, müminleri bırakıp kafirleri dost edinmesinler; kim böyle yaparsa Allah katında bir değeri yoktur, ancak, onlardan sakınmanız hali müstesnadır. Allah sizi Kendisiyle korkutur, dönüş Allah'adır.” (Ali İmran 3/28) ayetine göre, Müslümanların, akrabalık, cahiliye devrinden gelen bir dostluğun devamı ve yeni başlayan bir samimiyet ve muaşeret sebebiyle yalnız kafirleri veya mü'minlerle beraber kafirleri de dost edinmeleri

250 Ebussuûd Efendi, a.g.e., c. 1, s. 232-233; Ali Akın, a.g.e., c. 2, s. 517-518.

251 Bkz. Ebû Bekr Ahmed b. Ali Er-Râzî El-Cessas, Ahkamu’l-Kur’an, (thk. Muhammed Sadık Gamhâvî), Beyrut, 1992, c. 1, s. 164-169.

yasaklanmıştır. Kafirlerle dostluğun yasaklanması hükmünü içeren bu ayeti, Ebussuûd Efendi, َءاَيِل ْوَأ ْمُك َّوُدَع َو ي ِِّوُدَع اوُذ ِخَّتَت َلا اوُنَمآ َنيِذَّلا اَهُّيَأ اَي “Ey İman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin.” (Mümtehine 60/1) ve َلا اوُنَمآ َنيِذَّلا اَهُّيَأ اَي َءاَيِل ْوَأ ى َراَصَّنلا َو َدوُهَيْلا اوُذ ِخَّتَت “Ey inananlar! Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin.”

(Maide 5/51) ayetleriyle ilişkilendirerek konuyla ilgili “Hulasa, mü’minlerin sevgisi de buğzu da ancak Allah için olmalıdır ya da bu ayetle yasaklanan mü’minlerin savaşta ve din işlerinde kafirlerden yardım istemeleridir. Bu ayet işaret eder ki, mü’minlerin dostluğu kafirlerin dostluğuna ihtiyaç bırakmaz.” şeklinde izahta bulunmuştur. Ona göre kim, mü’minleri bırakıp kafirleri dost edinirse, artık onun Allah ile olan dostluğuna dostluk denmez. Çünkü iki düşmanı dost edinmek pek mümkün olmaz.252 Görüldüğü gibi Müellif bu ayette yer alan “kafirleri dost edinmeme” meselesiyle ilgili hükmü, benzer hükümler içeren ayetleri şahit getirerek açıklamıştır.

Bir diğer örnekte de Müellif, َن ْوَهْنَي َو ِفو ُرْعَمْلاِب َنو ُرُمْأَي َو ِرْيَخْلا ىَلِإ َنوُعْدَي ٌةَّمُأ ْمُكْنِم ْنُكَتْل َو َنوُحِلْفُمْلا ُمُه َكِئَلوُأ َو ِرَكْنُمْلا ِنَع “Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Ali İmran 3/104) ayetindeki

“hayra çağırma” fiiliyle ilgili, “Bu fiil mü’minlerin bir kısmına isnad edildiği halde, hitabın bütün mü’minlere tevcih edilmesi, bu görevi bütün mü’minlere farz-ı kifaye kılmak içindir. Yani bu hayra çağırma görevi, bütün mü’minlere farzdır. Fakat bu öyle bir farzdır ki, bir kısım mü’minlerin bu görevi yapmasıyla farz, hepsinden sakıt olur.

Ancak hepsi bunu ihlal ettikleri zaman, hepsi günah işlemiş olur. Hulâsa, bu görevi yerine getirmek, fert fert her mü’min için kesin farz değildir.”253 şeklinde izahta bulunduktan sonra bu hükmün açıklamasında Tevbe Suresinin 9/122’nci َناَك اَم َو

252 Ebussuûd Efendi, a.g.e., c. 2, s. 29; Ali Akın, a.g.e., c. 2, s. 822-823.

253 Bu açıklıkta olmasa da buna benzer yorumlar önceki kaynakların bazılarında da yapılmıştır. Bkz.

Ebu’l-Berekât Abdullah Bin Ahmed Bin Mahmud en-Nesefi, Medarikü't-Tenzi'l ve Hakaiku't-Te'vil, (thk. Yusuf Ali Bedyuy-Muhyiddin Dibmetu) Daru İbn Kesir, Beyrut, 2005, c. 1, s. 280; Ebu Abdillah Muhammed Bin Ahmed el-Ensari el-Kurtubî, El-Cami’ li’Ahkam’il-Kur’an, Daru Alem’il Kütüb, Riyad, 2003, c. 4, s. 165; Fahruddin er-Razi, a.g.e., c. 8, s. 181-183.

ُك ْن ِم َرَفَن َلا ْوَلَف ًةَّفاَك او ُرِفْنَيِل َنوُنِم ْؤُمْلا ْمُهَّلَعَل ْمِهْيَلِإ اوُعَج َر اَذِإ ْمُهَم ْوَق او ُرِذْنُيِل َو ِنيِِّدلا يِف اوُهَّقَفَتَيِل ٌةَفِئاَط ْمُهْنِم ٍةَق ْرِف ِِّل

َنو ُرَذْحَي “İnananlar toptan savaşa çıkmamalıdır. Her topluluktan bir taifenin dini iyi öğrenmek ve milletlerini geri döndüklerinde uyarmak üzere geri kalmaları gerekli olmaz mı? Ki böylece belki yanlış hareketlerden çekinirler.” ayetini kullanmıştır. Ona göre açıklayıcı olarak zikrettiği ayet izahını yaptığı hususun gerçekliğini belirtir.

Bununla birlikte, Müellif buradaki hükmün açıklamasını yapmak için zikredilen ayet dışında başka ayetlere de yer vermiştir. Ona göre müfesser konumdaki ayette yer alan ْمُكْنِم kelimesindeki ْنِم edatı, kısım, bölük, parça ifade eden “ba’zıyye” değil,

“beyaniye”dir. Başka bir deyişle buradaki ْن ِم edatı beyan içindir. Bu durumda, ayetin anlamı “siz hayra çağıran bir ümmet olun” şeklinde olur. Nitekim Fetih Suresinin 48/29’uncu اًميِظَع ا ًرْجَأ َو ًة َرِفْغَم ْمُهْنِم ِتاَحِلاَّصلا اوُلِمَع َو اوُنَمآ َنيِذَّلا ُالله َدَع َو “O iman edip salih amel işleyenlere Allah, mağfiret ve büyük bir mükafat vadetmiştir.” ayetindeki ْن ِم edatı da bu anlamda kullanılmıştır. Dolayısıyla açıklanan ayetteki hitap bütün mü’minlere tevcih edilmiş ve böylelikle “hayra çağırma” görevi bütün mü’minlere farz-ı kifaye kılınmıştır. Bir diğer ayette de ِرَكْنُمْلا ِنَع َن ْوَهْنَت َو ِفو ُرْعَمْلاِب َنو ُرُمْأَت ِساَّنلِل ْتَج ِرْخُأ ٍةَّمُأ َرْيَخ ْمُتْنُك ِللهاِب َنوُنِم ْؤُت َو “Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a iman edersiniz.” (Ali İmran 3/110) buyurulur. Ancak bu ayete göre de, hayra çağırmanın herkes için farz-ı ayn olması sonucu çıkmaz.

Nitekim cihad da farz-ı kifayedir. Oysa o da umumi hitap254 ile sabittir.255 Görüldüğü gibi Müfessir Ebussuûd Efendi, tefsirini yaptığı ayetteki, Müslümanlar içinde, hayra çağıran, emr-i bi’l-ma’rûf (iyiliği emretmek) ve nehy-i ani’l-münker (kötülükten alıkoymak) yapan bir toplumsal kontrol müessesesinin bulunmasının farz-ı kifâye

254 َنوُحِلْفُت ْمُكَّلَعَل ِهِليِبَس يِف اوُدِهاَج َو َةَليِس َوْلا ِهْيَلِإ اوُغَتْبا َو َالله اوُقَّتا اوُنَمآ َنيِذَّلا اَهُّيَأ اَي “Ey iman edenler, Allah'tan korkup-sakının ve (sizi) O'na (yaklaştıracak) vesile arayın; O'nun yolunda cihad edin, umulur ki kurtuluşa erersiniz. (Maide 5/35). َنوُمَلْعَت ْمُتْنُك ْنِإ ْمُكَل ٌرْيَخ ْمُكِلَذ ِالله ِليِبَس يِف ْمُكِسُفْنَأ َو ْمُكِلا َوْمَأِب اوُدِهاَج َو ًلااَقِث َو اًفاَف ِخ او ُرِفْنا “Hafif ve ağır savaşa kuşanıp çıkın ve Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad edin. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.” (Tevbe 9/41).

255 Ebussuûd Efendi, a.g.e., c. 2, s. 78; Ali Akın, a.g.e., c. 3, s. 975-976.

olduğu hükmünü açıklamak için Tevbe Suresinin 9/122, Fetih Suresinin 48/29 ve Ali İmran Suresinin 3/110’uncu ayetinden destek almıştır.

Müellif, burada, Ali İmran Suresinin 3/104’üncü ayetinin tefsirinde, aynı surede yer alan 3/110’uncu ayetiyle bu ayetten sonra inmiş olan Tevbe Suresinin 9/122 ve Fetih Suresinin 48/29’uncu ayetlerini kullanmıştır.

Ebussuûd Efendi, Talak Suresinin 65/2’nci ْوَأ ٍفو ُرْعَمِب َّنُهوُكِسْمَأَف َّنُهَلَجَأ َنْغَلَب اَذِإَف ِ َّ ِلِل َةَداَهَّشلا اوُميِقَأ َو ْمُكْنِم ٍلْدَع ْي َوَذ اوُدِهْشَأ َو ٍفو ُرْعَمِب َّنُهوُق ِراَف ِر ِخلآا ِم ْوَيْلا َو ِللهاِب ُنِمْؤُي َناَك ْنَم ِهِب ُظَعوُي ْمُكِلَذ

اًج َرْخَم ُهَل ْلَعْجَي َالله ِقَّتَي ْنَم َو “Boşanan kadınlar iddetlerinin sonuna varınca, onları güzelce tutun, yahut onlardan güzelce ayrılın. İçinizden iki âdil kimseyi şahit tutun. Şahitliği Allah için dosdoğru yapın. İşte bununla Allah’a ve ahiret gününe inanan kimselere öğüt verilmektedir. Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona bir çıkış yolu açar.” ayetiyle ilgili “Bu kadınlar, iddetlerinin sonuna yaklaştıklarında, hüsnü muaşeret ve uygun infak ile onlara müracaat edin veya haklarını vererek ve onlara zarar vermekten kaçınarak onlardan ayrılın, iddeti uzatmak için onlara müracaat edip de sonra boşanmak gibi yollara başvurmayın. Rücû veya ayrılma kararınızı bildirirken de ileride doğması muhtemel ihtilafları kesmek için iki adil şahit tutun. Ey şahitler!

Siz de lüzumu halinde şahitliği sırf Allah rızası için yapın.” şeklinde açıklamalar yaptıktan sonra bu ayeti Bakara Suresinin 2/282’nci ayetinde yer alan ْمُتْعَياَبَتاَذِإ اوُدِهْشَأ َو

“Alım-satım yaparken şahit tutun…” ifadesiyle ilişkilendirmiş ve tefsirini yaptığı ayette geçen “iki şahit tutma” emrinin bu ayette olduğu gibi mendubiyet emri olduğunu belirtmiş, akabinde de İmam Şafiî’nin “Bu şahit tutma emri, rücu etmek takdirinde vücub ifade etmektedir.” görüşünü nakletmiştir. Müfessir, aynı ayetin (Talak 65/2) son kısmında yer alan اًج َرْخَم ُهَل ْلَعْجَي َالله ِقَّتَي ْنَم َو “Kim Allah’a karşı gelmekten sakınırsa, Allah ona bir çıkış yolu açar.” cümlesinin, Allah’ın mezkur sınırlarını gözetmenin vücubunu, iyilik vaat ederek tekit ettiğini, nitekim ُهَسْفَن َمَلَظ ْدَقَف ِالله َدوُدُح َّدَعَتَي ْنَم َو “Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa, şüphesiz kendine zulmetmiş olur.” (Talak 65/1) ayetinin de,

ceza tehdidiyle bu durumu teyid ettiğini ifade ederek konuyla ilgili “Yani kim Allah’tan korkar da karısını sünnete uygun olarak boşarsa, iddeti içinde ona zarar vermezse, onu meskeninden çıkarmazsa ve şahit tutmak ile diğer hususlarda ihtiyatlı davranırsa, bu gibi hallerde eşlerde görülmesi muhtemel üzüntülerden, sıkıntılara düşmekten kurtulmak için Allah ona bir çıkış ihsan eder ve kendisine ferahlık verir.”

demiştir.256 Bu örnekte de Ebussuûd Efendi’nin, tefsirinde yer verdiği hüküm içerikli mezkur açıklamalarını Kur’an’ın başka ayetleriyle desteklediği görülmektedir. Yani açıklamasını yaptığı birinci ayette geçen “iki şahit tutma” emriyle açıklayıcı konumdaki ikinci ayette yer alan “şahit tutma” emrinin her ikisinin de mendubiyet ifade ettiğini ve yine birinci ayette zikredilen “sınırları gözetmenin” vücubunu Talak Suresinin 65/1’inci ayetindeki “Kim Allah'ın sınırlarını aşarsa, şüphesiz kendine zulmetmiş olur.” cümlesinin de teyit ettiğini belirtmek suretiyle bir ayette yer alan hükmü başka bir ayetle şahitlendirerek izah etmiştir.