• Sonuç bulunamadı

3. Ebussuûd Efendi’nin Hayatı ve Eserleri

3.1. Dilsel Araçlar

Kur’an’ın gereği gibi anlaşılmasında dilin çok önemli bir araç olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Zira tefsirin en önemli kaynaklarından biri de dil unsurudur. Kur’an Arapça bir dil ile indirildiği280 için Kur’an’ı tefsir etmek isteyenlerin Arap diline vukufiyeti oldukça iyi derecede olmalıdır. Aksi takdirde Kur’an tefsirine yönelik yaptığı açıklamaların ve çıkardığı hükümlerin Kur’an’ın anlatmak istediği hakikatlere uygun olduğu söylenemez.

Müfessir, herhangi bir ayetin anlamını, Kur’an, sünnet ve sahabe/tabiûn sözleri aracılığıyla halledemediği zaman, Kur’an kelimelerinin nüzul ortamındaki manalarını düşünerek müfred lafızlarla ilgili olarak lügat, sarf ve iştikak ilminden; mürekkeb lafızlarla ilgili olarak da nahiv, belağat ve diğer ilimlerden yararlanıp çözmeye

280 Bkz. Yusuf 12/2; Rad 13/7; Nahl 16/103; Şu’ara 26/195; Zümer 39/28; Fussilet 41/3; Şûrâ 42/7;

Zuhruf 43/3.

çalışır.281 Bu sebeple Kur’an tefsirinde sarf, nahiv, belağat gibi dilsel araçlar büyük önem arz etmektedir.

3.1.1. Sarf

Sözlükte “bir şeyi yönünden çevirmek” anlamına gelen282 sarf kelimesi, terim olarak, “Arapça kelimelerin çekim şeklinin ve bu kelimelerin i’rab ve bina dışında kalan durumlarının anlatıldığı ilim283” şeklinde tanımlanır. Müfessirler Kur’ân’daki kelimelerin yapısını, türevlerini ve işaret ettiği manayı isabetli bir şekilde belirleyebilmek ve buna bağlı olarak da ayete doğru anlamı verebilmek için sarf ilminden yararlanmışlardır. İrşad’ül-Akl’is-Selim’de de buna dair örnekleri görmek mümkündür. Mesela:

Ebussuûd Efendi, َنيِل َزْنُم ِةَكِئَلاَمْلا َنِم ٍفَلاآ ِةَثَلاَثِب ْمُكُّب َر ْمُك َّدِمُي ْنَأ ْمُكَيِفْكَي ْنَلَأ َنيِنِم ْؤُمْلِل ُلوُقَت ْذِإ

“Hani sen mü’minlere, ‘Rabbinizin, indirilmiş üç bin melek ile yardım etmesi size yetmez mi?’ diyordun.” (Ali İmran 3/124) ayetindeki َّد ِمُي fiilini Mufaddal’in (Ragıp el-İsfehani) görüşünden hareketle sarf ilminden yararlanarak açıklamıştır. Mufaddal’e göre bu fiil “kuvvetlendirme” ve “yardım” manasında kullanıldığı zaman, açıklaması yapılan ayette olduğu gibi ًاداَدْمِا-هُّد ِمُي-هَّدَمَا şeklinde rubaî kalıptaki, yani if’al babındaki çekiminden yararlanılır. “Artırma” manasında kullanıldığı zaman ise اًّدُم-هُّدُمَي-هَّدَم şeklindeki sülasî kalıbı kullanılır. Müellif burada bu duruma örnek olarak يِف اَمَّنَأ ْوَل َو ٌميِكَح ٌزي ِزَع َالله َّنِإ ِالله ُتاَمِلَك ْتَدِفَن اَم ٍرُحْبَأ ُةَعْبَس ِهِدْعَب ْنِم ُه ُّدُمَي ُرْحَبْلا َو ٌمَلاْقَأ ٍة َرَجَش ْنِم ِض ْرَلأا “Eğer yeryüzündeki ağaçlar kalem olsa, denizler mürekkep olsa ve yedi misli deniz de yedekte bulunup yazılsa yine de Allah'ın sözleri bitmezdi. Doğrusu Allah güçlüdür, hakim'dir.” (Lokman 31/27) ayetini getirmiştir. Aynı şekilde ُّدَملا kelimesi ve müştakları menfi hususlar için, َنوُهَمْعَي ْمِهِناَيْغُط ي ِف ْمُهُّدُمَي َو ْمِهِب ُئ ِزْهَتْسَي ُالله “Onlarla Allah alay

281 Muhsin Demirci, a.g.e., s. 257.

282 İbn Manzur, a.g.e., c. 9, s. 189.

283 Abduh er-Racihî, et-Tatbik’us-Sarfî, Dar’un-Nehdat’il-Arabiyye, Beyrut 2004, s. 7.

eder ve taşkınlıkları içinde bocalar durumda bırakır.” (Bakara 2/15) ve اَم ُبُتْكَنَس َّلاَك اًّدَم ِباَذَعْلا َنِم ُهَل ُّدُمَن َو ُلوُقَي “Hayır, söylediğini yazacağız ve onun azabını uzattıkça uzatacağız.” (Meryem 19/79) ayetlerinde olduğu gibi اًّدُم-هُّدُمَي-هَّدَم şeklindeki sülasî kalıbıyla, müspet meseleler için de َرَثْكَأ ْمُكاَنْلَعَج َو َنيِنَب َو ٍلا َوْمَأِب ْمُكاَنْدَدْمَأ َو ْمِهْيَلَع َة َّرَكْلا ُمُكَل اَنْدَد َر َّمُث ا ًريِفَن “Bunun ardından sizi onlara galip getireceğiz; mallar ve oğullarla size yardım edecek ve sizin sayınızı artıracağız.” (İsra 17/6) ayetinde olduğu gibi ًاداَدْمِا-هُّد ِمُي-هَّدَمَا şeklinde rubaî kalıbıyla kullanılır.284 Görüldüğü gibi Ebussuûd Efendi bu ayetin tefsirini yaparken, Müfaddal’in َّد ِمُي fiilinin kullanımıyla ilgili sarf ilmine dayanarak yaptığı açıklamaları aktarmak ve konuyla ilgili ayetleri örnek olarak zikretmek suretiyle ayeti ayetle tefsirde sarf yardımcı unsurunu kullanmıştır.

Müellif, bu örnekte, Ali İmran Suresinin 3/124’üncü ayetini, bu ayetten önce nazil olan Lokman Suresinin 31/27, Bakara Suresinin 2/15, Meryem Suresinin 19/79 ve İsra Suresinin 17/6’ncı ayetleriyle ilişkilendirmiştir. Dilsel açıdan birbiriyle ilişkilendirilen ayetlerde açıklayıcı konumdaki ayetin, açıkladığı ayetten önce veya sonra inmiş olmasının bir önemi yoktur.

3.1.2. Nahiv

Nahiv, Arapça bir kelime olup, sözlükte “maksat ve yol” anlamına gelmektedir.285 Terim olarak ise Arapça’da, murab ve mebni olması bakımından kelimelerin sonunun durumunun kendisiyle bilindiği ilme nahiv denir.286 Nahiv ilmi, Kur’an ve Hadis metinlerini aslına uygun olarak okumak ve onlardan kast edilen manayı doğru anlamak amacıyla ortaya konmuş bir ilimdir.287 Bu sebeple müfessirler,

284 Ebussuûd Efendi, a.g.e., c. 2, s. 92.

285 İbn Manzur, a.g.e., c. 15, s. 309.

286 Seyyid Şerîf Cürcânî, et-Ta‘rîfât, (thk. Muhammed Sıddık el-Minşâvî), Dâru’l-Fazilet, Kahire, Ths., s. 202. Bkz. İbrahim Enis ve diğerleri, a.g.e., s. 108; Mehmet Maksudoğlu, Arapça Dilbilgisi, MÜİF Vakfı Yay., İstanbul 1997, s.197.

287 Mahmut Kafes, “Arap Dilinde Nahiv İlminin Doğuşu ve Önemi”, Selçuk Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Edebiyat Dergisi, 1994-1995, 9-10. sayı, s. 111.

anlam irab farklılıklarına göre değişeceğinden Kur’an’ı tefsir ederken isabetli bir sonuca ulaşabilmek için gerekli yerlerde nahivle ilgili açıklamalarda bulunmuşlar ve başka ayetlerle de bu açıklamalarını delillendirmişlerdir. Araştırmamızın konusu olan Ebussuûd Efendi’nin tefsirinde de sık sık bu tarz örneklere rastlamak mümkündür.

Mesela:

Bakara Suresinin 2/2’nci َنيِقَّتُمْلِل ىًدُه ِهيِف َبْي َر َلا ُباَتِكْلا َكِلَذ “Bu, kendisinde şüphe olmayan kitaptır. Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için yol göstericidir.” ayetinde yer alan ِهيِف َبْي َر َلا cümlesini nahiv açısından tahlil ederken, “bu cümle, ya ُباَتِكْلا َكِلَذ’nün haberi olarak mahallen merfu’dur, ya bir önceki ayet olan {ملا}’in ikinci haberi olmak üzere mahallen merfu’dur, ya ُباَتِكْلا kelimesi َكِلَذ’nin birinci haberidir, ِهيِف َبْي َر َلا cümlesi de ikinci haberidir, ya da ِهيِف َبْي َر َلا cümlesi mukadder bir mübtedanın haberi olmak üzere mahallen merfudur” gibi yine ayetin bizzat kendisinin diğer kısımları veya bir önceki ayetle ilişki kurarak irab açısından birden fazla duruma işaret ettikten sonra, bu durumu ىَعْسَت ٌةَّيَح َيِه اَذِإَف اَهاَقْلَأَف “Mûsâ da onu attı. Bir de ne görsün o, hızla akan bir yılan olmuş!” (Tâ-Hâ 20/20) ayetiyle şahitlendirmiştir.288 Başka bir deyişle, Müellif açıklayıcı konumdaki ىَعْسَت ٌةَّيَح َيِه cümlesini, irab yönünden açıklanan ayetteki َكِلَذ ِهيِف َبْي َر َلا ُباَتِكْلا cümlesine benzetmiştir. Çünkü ona göre sözü edilen ayetteki ٌةَّيَح َيِه ىَعْسَت cümlesinin irabı da tarif edildiği şekildedir. Yani ىَعْسَت fiili (cümlesi) ya َيِه’nin ikinci haberi olmak üzere mahallen merfu’dur, ya da ٌةَّيَح َيِه cümlesi mukadder bir mübtedanın haberi olmak üzere mahallen merfu’dur.

Başka bir örnekte Ebussuûd Efendi, Bakara Suresinin 2/20’nci ayetindeki ْوَل َو ُالله َءاَش

ْمِه ِراَصْبَأ َو ْمِهِعْمَسِب َبَهَذَل “Allah dileseydi, elbette onların işitme ve görme duyularını giderirdi.” cümlesinde geçen ve şart ifade eden “ ْوَل = eğer” edatının, bir manayı, bir başka mananın husulü şartına bağladığını ve bu şartın iki mana arasındaki bağlılığın

288 Ebussuûd Efendi, a.g.e., c. 1, s. 34-35.

sebebi olduğunu ifade etmiş, akabinde de “Şart cümlelerinin mefhumları arasındaki bağlılık ya küllî ya da cüz’î olur.” şeklinde bir nahiv kaidesine yer vermiştir. Müellif, bu kuralda geçen küllî bağlılık için Nahl Suresinin 16/9’uncu ayetindeki ْمُكاَدَهَل َءاَش ْوَل َو َنيِعَمْجَأ “Allah dileseydi, hepinizi doğru yola iletirdi.” cümlesini zikretmiş, cüz’î olan bağlılık için ise İsra Suresinin 17/100’üncü ayetinde yer alan ِةَمْح َر َنِئا َزَخ َنوُكِلْمَت ْمُتْنَأ ْوَل ْلُق ِقاَفْنِلإا َةَيْشَخ ْمُتْكَسْمَ َلأ اًذِإ يِِّب َر “De ki: “Eğer siz Rabbimin rahmet hazinelerine sahip olsaydınız, o zaman da tükenir korkusuyla cimrilik ederdiniz.” cümlesini zikretmiştir.

Ebussuûd Efendi’ye göre, tefsiri yapılan ayetteki “ ْوَل = eğer” yaygın olan manasıyla kullanılmış olup bize münafıkların hallerinin son derece rezil bir halde olduğunu bildirir. Hatta onların karşılaştıkları sıkıntı ve belalar da korkunçtur ve bunlar öyle ağır bir dereceye varmıştır ki eğer Allah dilemiş olsaydı işitme ve görme duyuları tamamen yok olurdu. Çünkü o duyuların giderilmesi için gereken şartlar oluşmuştu.289 Müfessir konumdaki ayetlerden de anlaşılacağı üzere burada bahsi geçen “külli” kavramıyla kast edilen, şart cümlesinde birinci mananın gerçekleşmesi şartına bağlı olan ikinci mananın bütüncül bir anlamda olmasıdır, başka bir deyişle, örneğin “Allah’ın dilemesi” manası gerçekleşirse, bir bütün olarak “herkesin doğru yola iletileceği”

manası da gerçekleşir ve bu da şart cümlesinin mefhumları arasındaki külli bağlılığı ifade eder. “Cüz’i” kavramıyla kast edilen ise, şart cümlesinde birinci mananın gerçekleşmesi şartına bağlı olan ikinci mananın parçaya/kısıma işaret eden bir anlamda olmasıdır, başka bir deyişle, örneğin “Rabbin rahmet hazinelerine sahip olunması” manası gerçekleşirse, parçaya/kısıma işaret eden “cimrilik yapma” manası da gerçekleşir ve bu da şart cümlesinin mefhumları arasındaki cüz’î bağlılığı ifade eder. Görüldüğü gibi Ebussuûd Efendi, bir nahiv konusu olan “ ْوَل = eğer” edatının

289 Ebussuûd Efendi, a.g.e., c. 1, s. 73-74; Ali Akın, a.g.e., c. 1, s. 131-132.

kullanımıyla ilgili bilgiler vererek tefsirini yaptığı ayeti başka ayetlerle ilişkilendirmiştir.

Müellif, bu misalde, Bakara Suresinin 2/20’nci ayetinin tefsirinde, bu ayetten önce inmiş olan Nahl Suresinin 16/9 ve İsra Suresinin 17/100’üncü ayetlerini kullanmıştır.

Ebussuûd Efendi, Bakara Suresinin 2/143’üncü ayetinde yer alan ًة َريِبَكَل ْتَناَك ْنِإ َو ُالله ىَدَه َنيِذَّلا ىَلَع َّلاِإ “Bu, Allah'ın hidayet verdiği kimselerden başkasına elbette ağır gelir.” cümlesindeki ْنِإ edatının َّنِإ’den tahfif edilen ْنِإ’i muhaffefe olduğunu, mübteda ve haber üzerine dâhil olan fiillerden ْتَناَك nakıs fiili üzerine dâhil olduğunu, ًةيَريِبَكَل lafzındaki “lam”ın da lam-ı farika, yani ْنِإ’i muhaffefe’yi ْنِإ’i nafiyeden ayıran lam olduğunu beyan ettikten sonra nahiv açısından aynı özelliklere sahip olan ُدْع َو َناَك ْنِإ ًلاوُعْفَمَل اَنِِّب َر “Rabbimizin va’di mutlaka gerçekleşecektir.” (İsra 17/108) ayetini tefsir edici konumda zikretmiştir.290 Nitekim bu ayetteki ْنِإ kelimesi de açıklaması yapılan ayette olduğu gibi şeddeli elif-nun’dan ( َّنِإ) tahfif edilmiş ve tahfif edilen elif nun maddesinin ( ْنِإ) haberi olan ًلاوُعْفَم kelimesine lam-ı farika dahil edilmiştir. Yine ismini nasb (fetha) haberini ref’ (ötre) yapan َّنِإ, tahfif edildikten sonra her iki ayette de bu fonksiyonunu icra etmez olmuştur. Aynı şekilde açıklaması yapılan ayetteki

يِبَك

ًةي َر lafzı, ْتَناَك nakıs fiilinin haberidir ve ْتَناَك’in ismi ise bu fiilde bulunan َيِه zamiridir. Müfessir konumdaki ayette de اَنِِّب َر ُدْع َو lafzı َناَك nakıs fiilinin ismidir ve ًلاوُعْفَم kelimesi de bu fiilin haberidir. Görüldüğü gibi Ebussuûd Efendi, tefsirini yaptığı ayetin ilgili bölümünün nahiv açısından tahlilini yaparak bu ayetin daha iyi anlaşılmasını sağlamak için benzer özellikteki bir başka ayeti delil olarak getirmiştir.

Yine يِف اًّظَح ْمُهَل َلَعْجَي َّلاَأ ُالله ُدي ِرُي اًئْيَش َالله او ُّرُضَي ْنَل ْمُهَّنِإ ِرْفُكْلا يِف َنوُع ِراَسُي َنيِذَّلا َكْن ُزْحَي َلا َو ٌميِظَع ٌباَذَع ْمُهَل َو ِة َر ِخلآا “Küfürde yarışanlar seni üzmesin; şüphesiz onlar Allah'a bir zarar

290 Ebussuûd Efendi, a.g.e., c. 1, s. 209.

veremezler. Allah ahirette onlara bir pay vermemek istiyor; onlara büyük azab vardır.” (Ali İmran 3/176) ayetindeki يِف harf-i cerri Ebussuûd Efendi’ye göre, onların küfürde karar kıldıklarını, işin başında da sonunda da küfre büyük ilgi gösterdiklerini zımnen bildirir. Müellif bu durumu, َنوُقِباَس اَهَل ْمُه َو ِتا َرْيَخْلا يِف َنوُع ِراَسُي َكِئَلوُأ “İşte onlar, iyiliklere koşuşurlar ve iyilik için yarışırlar.” (Mü’minûn 23/61) ayetindeki يِف harfiyle örneklendirmiş ve bu ayette يِف harfinin kullanılmasının, ayette sözü edilen insanların hayırlara büyük ilgi gösterdiklerini, hayır için koştuklarını, hayır için yarıştıklarını hayır çeşitleriyle haşır neşir olduklarını bildirdiğini ifade etmiştir. Bununla birlikte Müfessirimiz, sözü edilen ayetin tefsirinde ُتاَوَمَّسلا اَهُض ْرَع ٍةَّنَج َو ْمُكِِّب َر ْن ِم ٍة َرِفْغَم ىَلِإ اوُع ِراَس َو َنيِقَّتُمْلِل ْتَّدِعُأ ُض ْرَلأا َو “Rabbinizin bağışına ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun!” (Ali İmran 3/133) ayetini de kullanarak, burada يِف harfi yerine ىَلِإ harfinin kullanılmasının nedeninin, mağfiret ve cennetin, o koşuşmanın nihayeti ve gayesi olduğunu söylemiştir.291 Görüldüğü gibi Ebussuûd Efendi, عراَس fiilinden sonra gelen يِف ve ىَلِإ harfi cerlerinin cümle içindeki durumunu nahiv ilminden yararlanarak açıklamıştır.

3.1.3. Belâgat

Belâgat sözlükte “sözün fasih ve açık seçik olması” anlamında masdardır. Bazı kaynaklar bunu “ulaşmak; olgunlaşmak, erginlik çağına varmak” mânasındaki bulûğ kelimesiyle ilişkilendirseler de bab ve masdar değişikliğinden dolayı bu anlam isabetli görülmemektedir.292 Terim olarak ise asıl mananın, kişide etkileyici bir iz bırakan anlaşılır ve doğru bir ifadeyle açık bir şekilde ortaya konulması ve aynı zamanda her

291 Ebussuûd Efendi, a.g.e., c. 2, s. 132; Ali Akın, a.g.e., c. 3, s. 1097.

292 Hulusi Kılıç, “Belâgat” maddesi, TDV İslam Ansiklopedisi, TDV Yayınları, Ankara 1992. C. 5, s.

380; İbn Manzur, a.g.e., c. 8, s. 419-420; Bkz. Nasrullah Hacımüftüoğlu, İcaz ve Belagat Deyimleri, Ekev Yay., Erzurum 2001, s.10-12.

sözün, muhatap alınan kişilere ve hakkında söz söyleyenin konumuna elverişli olmasına belâgat denir.293

Belâgat, beyan, me’anî ve bedî’ olmak üzere üç bölüme ayrılır. Beyan, bir manayı değişik söz ve usullerle anlatmayı öğreten, belirli bir usulü ve kuralları olan bir ilimdir. Me’anî, muktezâ-yı hâle göre ifade edilen Arapça sözlerin durumu, kendisi aracılığıyla bilinen bir ilimdir. Bedi’ ise muktezâ-yı hâle uygun sözlerin lafız bakımından kusursuz, mana itibariyle makul ve aynı zamanda bir ahenge sahip olmasının usul ve kaidesini inceleyen ilimdir.294

Kur’an-ı Kerim, Arap edebiyatının zirvede olduğu bir dönemde nazil olduğu halde dil ve üslubunun mükemmelliğiyle onu geride bıraktığı ve belagat ve fesahat özelliği sebebiyle nazil olduğu günden bu yana benzerinin getirilemediği bilinen bir gerçektir.

Kur’an’ın bu mucizevi vasfını ortaya çıkarabilmek için yazılan birçok müstakil eserin yanı sıra tefsir kitaplarında da yeri geldikçe bu konuya yer verilmiştir. Ebussuûd Efendi de Kur’an’ın belâgat ve icazını göstermeye gayret etmiş ve bu çerçevede Kur’an’ın nazm ve üslubundaki i’caz sırlarını fasl ve vasla, icaz ve itnaba, takdim ve tehire, itiraz ve tezyile ait incelikleri dikkatle incelemiş, terkiplerin havi olduğu ince manaları büyük bir ustalıkla ele almıştır. Muhammed Huseyin ez-Zehebi’ye göre, Ebussuûd Efendi, bu yönüyle neredeyse eserlerinde bu bahsi işleyenlerin ilklerindendir.295 Dolayısıyla Ebussuûd Efendi, yeri geldikçe hem tefsirini yaptığı ayetin belâgat özelliğine dikkat çekmiş, hem de sözünü ettiği durumun teyidi için tefsire konu ayeti başka ayetlerle ilişkilendirmiştir. Örneğin:

293 Ali el-Carim-Mustafa Emin, el-Belâgat’ül-Vâdıha, Dar’ul-Mearif, Mısır 1959, s. 8; Bkz. Nusreddin Bolelli, Belâgat, Rağbet Yayınları, İstanbul 2000, s. 26; Nasrullah Hacımüftüoğlu, a.g.e., s.10-12.

294 Nusreddin Bolelli, a.g.e., s. 33; 151; 293.

295Abdullah Aydemir, a.g.e., s. 231; Muhammet Hüseyin ez-Zehebî, et-Tefsir ve’l-Müfessirûn, Matbaat’ül-Medenî, Kahire, 1986, c. 1, s. 248.

Fatiha Suresinin 1/7’nci َنيِِّلاَّضلا َلا َو ْمِهْيَلَع ِبوُضْغَمْلا ِرْيَغ ْمِهْيَلَع َتْمَعْنَأ َنيِذَّلا َطا َر ِص “Nimete erdirdiğin kimselerin yoluna; gazaba uğrayanların, ya da sapıtanların yoluna değil.”

ayetinde ْمِهْيَلَع َتْمَعْنَأ َنيِذَّلا “Nimete erdirdiğin kimseler” ibaresiyle nimet Allah’a isnat edildiği halde gazap Allah’a isnat edilmemiştir. Ebussuûd Efendi, bu durumu, nazımda ِبوُضْغَمْلا kelimesinin kullanılmış olmasını Kur’an’ın edebi gözetmek için uyguladığı bir metot olduğunu, bu metoda göre nimetler ve hayırların Allah’a izafe edildiğini, ancak onların zıtlarının Allah’a izafe edilmediğini söyleyerek izah etmiş ve aynı özelliği taşıdıkları için Şuara Suresinin 26/78-80’inci يِنُمِعْطُي َوُه يِذَّلا َو ِنيِدْهَي َوُهَف يِن َقَلَخ يِذَّلا ِنيِفْشَي َوُهَف ُتْض ِرَم اَذِإ َو ِنيِقْسَي َو “Beni yaratan ve bana doğru yolu gösteren O'dur. Beni yediren, içiren O'dur. Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur.” ayetleriyle Cin Suresinin 72/10’uncu اًدَش َر ْمُهُّب َر ْمِهِب َدا َرَأ ْمَأ ِض ْرَلأا يِف ْنَمِب َدي ِرُأ ٌّرَشَأ ي ِرْدَن َلا اَّنَأ َو “Bilmiyoruz, yeryüzündekilere kötülük mü murat edildi, yoksa Rableri onlara bir hayır mı diledi?

ayetini de örnek olarak zikretmiştir.296 Görüldüğü gibi Ebussuûd Efendi tefsirini yaptığı ayetle, zikredilen diğer ayetler arasındaki ilişkiyi belâgat açısından barındırdıkları benzerliğe dayanarak kurmuştur. Çünkü ilgili ayetin tefsiri için örnek olarak zikrettiği ayetlerde de iyi ve güzel olan şeyler Allah’a nispet edilmiş, bunun zıddı olan haller ise ona nispet edilmemiştir.

Müellif, burada, Fatiha Suresinin 1/7’nci ayetini, bu ayetten sonra nazil olan Şuara Suresinin 26/78-80 ve Cin Suresinin 72/10’uncu ayetleriyle ilişkilendirmiştir.

Ebussuûd Efendi, ىَماَتَيْلا يِف اوُطِسْقُت َّلاَأ ْمُتْف ِخ ْنِإ َو “Eğer (kendileriyle evlendiğiniz takdirde) yetimlerin haklarına riayet edememekten korkarsanız…” (Nisa 4/3) ayetinde yer alan ْمُتْف ِخ fiilinin hakiki anlamında kullanılmadığını, bu kelimeden muradın, o bilinen şeyin sakıncalı ve sakınılacak bir şey olduğunu bildirmek olduğunu beyan ettikten sonra belağat açısından aynı özelliği taşıyan اًمْثِإ ْوَأ اًفَنَج ٍصوُم ْنِم َفاَخ ْنَمَف “Vasiyet

296 Ebussuûd Efendi, a.g.e., c. 1, s. 27; Ali Akın, a.g.e., c. 1, s. 68.

edenin hataya meyletmesinden ve günaha girmesinden korkan bir kimse…” (Bakara 2/182) ayetindeki َفاَخ fiilini örnek olarak zikretmiştir. Çünkü burada cevabın bağlandığı şart, haksızlıktan korkmak değil, fakat o şahsın korkulan haksızlığa düşeceğini bilmektir.297 Müellif, bu ayetin mezkur bölümünü tefsir ederken, müfessir konumdaki ayeti, özellikle tefsiri yapılan ayetteki ilgili kısımla aynı anlamı ifade ettiği için şahit getirmiş ve iki ayetin belağat açısından taşıdığı hakikat-mecaz özelliğine vurgu yapmıştır.

Kur’an’ın, muhataplarının gönlüne hitap ederek amacına ulaşmak için kullanmış olduğu üsluplardan birisi de istifham üslubudur. Kur’an bu üslupla, muhâtabı düşünmeye sevk etmeye ve konunun daha iyi anlaşılıp kalplere yerleşmesine çalışır.

Ebussuûd Efendi de Kur’an’ın kullandığı bu yönteme, Ali İmran Suresinin 3/101’inci ِإ َيِدُه ْدَقَف ِللهاِب ْم ِصَتْعَي ْنَم َو ُهُلوُس َر ْمُكيِف َو ِالله ُتاَيآ ْمُكْيَلَع ىَلْتُت ْمُتْنَأ َو َنو ُرُفْكَت َفْيَك َو

ٍميِقَتْسُم ٍطا َر ِص ىَل “Allah'ın

ayetleri size okunur, aranızda da Peygamberi bulunurken nasıl inkar edersiniz? Kim Allah'ın Kitabına sarılırsa şüphesiz doğru yola erişir.” ayetinde geçen َنو ُرُفْكَت َفْيَك َو

“Nasıl inkar edersiniz?” cümlesini tefsir ederken dikkat çekmiştir. O, sözü edilen cümlenin istifham-ı inkari anlamı taşıdığını beyan etmiş ve bu açıklamasını ُنوُكَي َفْيَك ِهِلوُس َر َدْنِع َو ِالله َدْنِع ٌدْهَع َنيِك ِرْشُمْلِل “Allah’a ortak koşanların Allah katında ve Resûlü yanında bir ahdi nasıl olabilir?” (Tevbe 9/7) ayetiyle desteklemiştir. Ona göre buradaki istifham-ı inkari vukuun inkarı (reddi) içindir, yoksa اًتاَوْمَأ ْمُتْنُك َو ِللهاِب َنو ُرُفْكَت َفْيَك ْمُكاَيْحَأَف “Siz cansız iken size can veren Allah'ı nasıl inkâr edersiniz?” (Bakara 2/28) ayetinde olduğu gibi vakıin inkarı için değildir.298 Müellif sözü edilen ayetler arasında ilişki kurarken bu ayetler arasındaki belâgat benzerliğine dikkat çekmiştir. Tefsiri yapılan ayette, inkarcıların, Allah'ın ayetleri kendilerine okunmasına ve aralarında da Allah’ın Peygamberi bulunmasına rağmen hala inkar etmelerinin, hoş karşılanmayan ve arzu

297 Ebussuûd Efendi, a.g.e., c. 2, s. 161-162; Ali Akın, a.g.e., c. 3, s. 1167.

298 Ebussuûd Efendi, a.g.e., c. 2, s. 75; Ali Akın, a.g.e., c. 2, s. 944.

edilmeyen bir şey olduğu, soru sorma yöntemiyle muhataba bildirilmiştir. Bu ayette mevcut olan bu belâgat özelliği müfessir konumda getirilen ayette de mevcuttur.

3.1.4. Arap Dilindeki Kullanım Özellikleri

Her dilin olduğu gibi Arap dilinin de kendine özgü kullanım özellikleri bulunmaktadır. Arap diliyle indirilen Kur’an’da da yer yer bu özelliklerle karşılaşmak mümkündür. Ebussuûd Efendi’nin, İrşad’ül-Akli’s-Selim’de, az çok Arap dilinin kullanım özelliklerine temas ettiğini ve ilgili ayetlerle bunu örneklendirdiğini görmekteyiz. Örneğin:

Ali İmran Suresinin 3/7’nci ayetinde geçen ٌتاَمَكْحُم ٌتا َيآ ُهْنِم َباَتِكْلا َكْيَلَع َل َزْنَأ يِذَّلا َوُه ٌتاَهِباَشَتُم ُرَخُأ َو ِباَتِكْلا ُّمُأ َّنُه " O, sana Kitab’ı indirendir. Onun (Kur’an’ın) bazı âyetleri muhkemdir, onlar kitabın anasıdır. Diğerleri de müteşabihtir." cümlesindeki ِ مُأ kelimesinin tekil kullanılmasıyla ilgili, “Muhkem ayetler sayıca çok olduğu halde tekil olarak zikredilmesinin nedeni, ya muhkem ayetlerin her birinin ayrı ayrı asıl, ya da hepsinin bir ayet hükmünde asıl olmasındandır, yahut da burada tekil, çoğul yerine kullanılmıştır.” şeklinde muhtelif ihtimalleri zikrettikten sonra Enbiya Suresinin 21/91’inci ayetinde yer alan َنيِمَلاَعْلِل ًةَيآ اَهَنْبا َو اَهاَنْلَعَج َو " Kendisini de, oğlunu da âlemlere (kudretimizi gösteren) birer delil yapmıştık." cümlesinde de aynı kullanım özelliği bulunduğundan bu ayeti müfessir ayet olarak getirmiştir.299 Nitekim tefsire konu ayette muhkem ayetler sayıca çok olduğu halde ِ مُأ kelimesinin tekil kullanıldığı gibi bu ayette de Hz. Meryem ve oğlu olmak üzere iki kişi bulunmasına rağmen ًةَيآ kelimesi tekil getirilmiştir. Bu da Arap dilindeki kullanım özelliğinden kaynaklanmaktadır.

Müfessirimizin bu ayetler arasında ilişki kurmasının nedeni de görüldüğü gibi her iki ayette de aynı özelliğin bulunmasıdır.

299 Ebussuûd Efendi, a.g.e., c. 2, s. 11; Ali Akın, a.g.e., c. 2, s. 778-779.

Bir başka örnekte Ebussuûd Efendi, َب ِضَغ َو اَهيِف اًدِلاَخ ُمَّنَهَج ُهُؤا َزَجَف اًدِِّمَعَتُم اًنِمْؤُم ْلُتْقَي ْنَم َو اًميِظَع اًباَذَع ُهَل َّدَعَأ َو ُهَنَعَل َو ِهْيَلَع ُالله “Kim bir mümini kasden öldürürse cezası, içinde temelli kalacağı cehennemdir. Allah ona gazabedecek, lanetleyecek ve büyük azab hazırlayacaktır.” (Nisa 4/93) ayetini tefsir ederken, bu konuda Arap dilindeki kullanım özelliklerini göz önünde bulundurarak bu ayette geçen geçmiş zamanlı ( َّدَعَأِ, َنَعَلِ, َب ِضَغ) fiillerin gelecek manasına hamledilmesi gerektiğini ifade etmiş ve Kehf Suresinin 18/99, Yasin Suresinin 36/51, Zümer Suresinin 39/68 ve Kaf Suresinin 50/20’inci ayetlerindeki ِروُّصلا يِف َخِفُن َو “Sur’a üfürülecek.” cümlesini de bu ifadesine delil olarak getirmiştir. Zira müfessir konumdaki bu ayetlerde de “ َخِفُن=üfürüldü” fiili mazi sıygası ile varid olmakla beraber “üfürülecek” anlamındadır. Kur’an’da daha bunun birçok benzeri vardır. Buna göre bir mümini taammüden öldüren kimsenin cezası, içinde ebediyyen kalacağı cehennem ateşi, Allah’ın (cc) ona gazap ve lanet etmesi ve cehennemde ona kemmiyet ve keyfiyeti ifade edilemeyecek derecede büyük bir azap hazırlanmasıdır.300 Bu cezalar, geçmişte uygulanmış cezalar olmadığı ve gelecekte gerçekleşmesi öngörüldüğü için sözü edilen ayetlerdeki fiillere, sıyga olarak geçmişi ifade etseler de vakıaya uygun bir hal olarak, Arap dilindeki bu tarz kullanım özelliğine binaen gelecek manası verilmelidir. Ebussuûd Efendi de bu ayetteki söz konusu tespitini delillendirmek için Kur’an’ın başka ayetlerindeki benzer kullanımları örnek olarak zikretmiştir.

Müfessirimiz, burada, Nisa Suresinin 4/93’üncü ayetinin tefsirinde, bu ayetten önce inmiş olan Kehf Suresinin 18/99, Yasin Suresinin 36/51, Zümer Suresinin 39/68 ve Kaf Suresinin 50/20’inci ayetlerini kullanmıştır.

Ebussuûd Efendi, Hicr Suresinin 15/21’inci َّلاِإ ُهُل ِِّزَنُن اَم َو ُهُنِئا َزَخ اَنَدْنِع َّلاِإ ٍءْيَش ْن ِم ْنِإ َو ٍموُلْعَم ٍرَدَقِب “Her şeyin hazineleri yalnız bizim yanımızdadır. Biz onu ancak belli bir

300 Ebussuûd Efendi, a.g.e., c. 2, s. 248-249; Ali Akın, a.g.e., c. 3, s. 1375.

ölçüyle indiririz.” ayetinde geçen ٍموُلْعَم ٍرَدَقِب َّلاِإ ُه ُلِِّزَنُن اَم َو “Biz onu ancak belli bir ölçüyle indiririz.” cümlesiyle ilgili “Biz, eşyadan herhangi birini, ancak ilahi hikmetin ve ona bağlı olan ilahi iradenin gerektirdiği muayyen bir miktar ile yaratıp vücuda getiririz.

Yoksa ilahi kudretin gerektirdiği miktarda onu yaratmayız, çünkü ilahi kudret sonsuzdur. Zira bütün sıfatlar, miktarlar ve vakitler imkan ve kudreti taalluk etme istihkakı bakımından eşit oldukları halde, bir şeye belli bir sıfatı, belli bir miktarı ve

Yoksa ilahi kudretin gerektirdiği miktarda onu yaratmayız, çünkü ilahi kudret sonsuzdur. Zira bütün sıfatlar, miktarlar ve vakitler imkan ve kudreti taalluk etme istihkakı bakımından eşit oldukları halde, bir şeye belli bir sıfatı, belli bir miktarı ve