• Sonuç bulunamadı

Yeni Bir Din Olarak Laiklik

Belgede Türkiye de Neler Oluyor? (sayfa 93-98)

“Altı ok” arasında laiklik ve milliyetçilik başı çeken iki tu. Bu iki ilke, yeni Cumhuriyet’in milli devlet vasfını diğer ok-lardan daha fazla meşrulaştırıyor ve ona yeni bir kimlik tahsis ediyordu. Laikliğin Türk versiyonu din ve devleti ayırmıyordu, hatta devlet dine karşı tarafsız da değildi. Bilakis bu Türk la-ikliği, devletin dini kontrol etmesini daha da kolaylaştırıyordu.

İslam’ı kamusal alanda yasaklamanın meşru gerekçesi laiklik idi.

Ayrıca devletin İslam’ın sadece bir biçimini, yani Sünni çoğun-luğun Hanefi mezhebini kabul edip desteklemesinin altında ya-tan neden de bu kendine özgü laiklikti. Fakat İslam’ın kamusal alandan soyutlanma çabası başarısız oldu. Demokratikleşme ile beraber, dindar Müslümanlar ve İslamcılar kamusal alanı ye-niden işgal ettiler. İslam’ın sadece tek bir biçiminin tanınması çabası da başarısızlıkla sonuçlandı. Bu başarısızlığın arkasında yatan neden ise Alevi azınlığın ve gayrimüslim azınlıkların din özgürlüğü talepleriydi.

Türkiye inanç özgürlüğünün ne olduğunu biliyor. Her-kes inancını istediği şekilde yaşayabiliyor. Fakat Türkiye din özgürlüğünün ne olduğunu bilmiyor. Çünkü devlet, resmi İslam’ın dışında kalan dinî anlayışların organizasyonunu sıkı şekilde sınırlandırıyor. Aslında devlet dinin geriletilmesi için çalışıyor. Kemalist devlet doktrininin önemli eleştirmenlerin-den tanınmış siyaset bilimci Baskın Oran, devlet yanlılarının laikliği bir din mesabesine çıkardıklarını gözlemlemiştir. Ke-malistlerin Kâbe’si Atatürk’ün mezarının bulunduğu Anıt-kabir iken, Oran bu insanların inandığı kutsal metinler ola-rak Atatürk’ün 15-20 Ekim 1927 tarihleri arasında CHP’nin 2. Kongresi’nden önce yaptığı uzun konuşma olan Nutuk’u göstermektedir. Bu konuşmada Atatürk, Kurtuluş Savaşı sü-recini ve kendisine karşı oluşan muhalefetin bastırılmasını an-latmıştır. İslam’da Hadis ilmi Hz. Muhammed’in sözlerini ve

Elitlerin Dogması

93

amellerini bize öğretirken, Kemalistler arasında bunun yerini Atatürk’ün sözleri almıştır.

Kurtuluş Savaşı süresince Atatürk dinin harekete geçiricili-ğinden istifade etti. Kendisini “Gazi” yani kutsal savaşçı olarak isimlendirdi. Yunanistan ve Sırbistan’ın uluslarını birleştirmek ve ulus devletlerini kurmak için dini araç olarak kullanmış olma-ları onu da etkilemişti. Oysaki kısa süre sonra laikliğin otoriter bir versiyonunu uygulamaya koyacaktı. O vakit devlet İslam’ı bir engel olarak görmeye başladı. “İrtica” yeni güç sahiplerinin yoluna çıkan herkesin, ona hizmet etmekle itham edildiği bir kelimeydi. “İrtica” Arapça eskiye geri dönmek anlamına gelir.

İlk dönem Müslümanları bu kavramla İslam’dan önceki cahiliye dönemine dönmek isteyenleri anlatmışlardı. 20. yüzyılın başın-da bu kavram otoriter Genç Türklerin, Sultan II. Abdülhamit’in despot yönetimini tekrar kurmayı isteyen herkesi aforoz etmek için kullandıkları bir kavrama dönüşmüştü.

Cumhuriyet döneminde yeni güç sahipleri bu kavramı bütün muhalieri için kullanıyorlardı. Atatürk’ün kültür dev-rimlerini reddeden ve onun ilkelerinden dinî, etnik veya siyasi nedenlerden ötürü sapanlar da bu kavramın kapsama alanına dahil oluyorlardı. “İrtica” kavramıyla “karşı devrimcilerin” her türlü meşruiyeti ellerinden alınıyordu. Bunun için özünde dinî bir kavram seçmişler ve aslında yeni bir dini takip ettiklerini bu şekilde alenen ortaya koymuşlardı. Tek parti egemenliği-nin ve diktatörce eğitim pratiğiegemenliği-nin etkisi ne kadar yumuşarsa Kemalistlerin bu kavramı kullanma sıklığı o kadar artıyordu.

Muhalierini sürekli, demokrasi kisvesi altında Atatürk ilkele-rinin içini oymak ile itham ediyorlardı. Bugüne değin ardı ar-kası kesilmeksizin kendilerini bu tehditlere maruz kalmış gibi resmetmekte mahirlerdi.

Aslında kendilerince, laiklik ile otoriter uygulamayı sür-dürmekteki amaçları gayet iyi niyetliydi. Atatürk 1927 yılında

aydınlanmış “çağdaş İslam”ı vücuda getirmesi için bir komis-yon kurmuştu. Tanınmış tarihçi ve din bilimci Mehmed Fuad Köprülü’yü (1890-1966) de komisyonun başına atamıştı. Bu komisyon Kur’an’ı Türkçeye çevirme ve müezzinlerin ezanı ar-tık Arapça değil de Türkçe okuması önerisini getirdi. Bu öneri yürürlüğe kondu. Reformcular örnek olarak Martin Luther’i ve onun İncil tercümesini aldılar. İncil tercümesi Alman milli his-siyatının oluşmasına ciddi katkıda bulunmuştu. Komisyonun namaz vakitlerini çalışma saati takvimine uydurma ve camide diz üstü değil de kilisedeki gibi sıralarda oturma önerileri ise rağbet görmedi.

Kemalistlerin amacı seküler bir toplum oluşturmak değildi.

Esas gayeleri ulemayı güçsüzleştirmek ve Türkiye’yi İslam me-deniyeti mirasından uzaklaştırmaktı. Bilindiği üzere seküler bir toplum oluşturmak için Türkiye’nin uyguladığı tarzda bir oto-riter laiklik gerekli değildir. İslam’ın kilise gibi bir kurumunun olmaması, Türkiye’de devletin İslam’ı kendi tahakkümü altına alabilmesine olanak sağlıyordu. Fakat devlet, dinî farklılığı ka-bul etmiyordu. Bu nedenle bugüne değin gayrimüslim azınlıklar ve Aleviler dinî cemaat olarak kanuni bir statüden yoksun kal-dılar. Yalnızca dernek ve vakıf şeklinde organize olabiliyorlardı.

Nisan ve Mayıs 2007’de Erdoğan hükümetine karşı düzenlenen mitinglerde Cumhuriyet’in laik düzeninin devamı konusunda kaygıları olduğunu söyleyen konuşmacı, aynı zamanda Hristi-yan misyonerlerin İncil dağıttıklarını ve bu şekilde Cumhuriyeti tehlikeye soktuklarını iddia ediyordu.

Avrupa’nın seküler toplumlarında devlet ve kilise barışçıl bir birlikte yaşam şekli bulmuşlardı. İkisi de birbirine saygı duyuyor, lakin devlet dinin özerklik sınırlarını belirliyordu.

Demokratik ülkelerde demokrasi normu laikliğin önünde gelir.

Çünkü Almanya gibi devlet ve din arasında tam bir ayrım olma-yan ve demokrasinin işlediği ülkelerde, demokrasi otoriter bir

Elitlerin Dogması

95

kilise devletine dönüşmeyi engeller. Buna karşın Katoliklerin ve laiklerin uzun süre ve şiddetli şekilde savaştıkları Fransa’da 1905 yılında kabul edilen din özgürlüğünü sağlayan bir yasa toplumsal barışın teminatıdır. Bu yasada devletin herhangi bir dinî cemaati tanımadığı ve kiliseleri finanse etmeyeceği açıkça yazılmıştır.

Gerçi AB sadece dünyevi meşruiyete sahip ve bu şekilde organize olmuş seküler düzenleri muhatap alır; fakat bunun için bağlayıcı bir model önermez ve pratikte geniş bir hareket özgürlüğü bırakır. Türkiye, nüfusu Müslüman olan seküler bir devlettir. Her ne kadar Kemalistler dindar bir Müslümanın aynı zamanda seküler olabileceğine ihtimal vermek istemese de, nü-fusunun Müslüman olması Türkiye’yi bir İslam devleti haline getirmez. İslam devleti ancak devletin anayasada İslam’ı resmî din haline getirmesi ve yasaların bir kısmının Şeriata dayanma-sıyla mümkün olur.

Türkiye resmî olarak laik bir Cumhuriyet’tir, gayrı resmi olarak ise Sünni İslam bu laik Cumhuriyet’in resmî dinidir. Bu dinden, 1923’ten beri oluşturulan ulusal kimliği bir arada tutmak için yararlanılır. Devlet bunun için kabine üyesi olan Şeyhülis-lamlık makamının bir benzerini, yani Diyanet İşleri Başkanlığı’nı oluşturmuştur. Bunun dışında tüm öğrencilere, hangi inançtan olursa olsun Sünni İslam’ın anlatıldığı din dersini zorunlu tut-muştur. Toplum büyük oranda sekülerleşmiş, inanç özel alana inmiş, gündelik yaşamı düzenleyen yasalar İslam’dan değil de büyük oranda örfi hukuktan ilham alınarak ortaya konmuştur.

Sosyolog Nilüfer Göle’ye göre bu ülkedeki en eski İslamcılar bile ciddi şekilde Türk tarzı laikliğin etkisi altındadırlar. Bu-nun sebebi olarak o, özellikle devletin seküler eğitim sistemini gösterir. Mezkûr kişiler kamusal alandaki davranışlarını, laik Cumhuriyetin özel durumuna göre uyarlamakta beis görmez-ler. Bağımsız araştırma enstitüsü TESEV, Cumhuriyet’in laik

karakterini tehlikede görenlerin oranının toplumun hiçbir ke-siminde Türkiye’nin en zenginleri arasında görülen % 40 gibi yüksek bir rakama ulaşmadığını bildirmiştir.

Türkiye nüfusunun büyük çoğunluğu laikliği benimsemiş vaziyettedir. Bunun nedeni, laikliğin bu topraklarda yaklaşık iki yüzyıldır içeriden gelişmesidir. AB üyelik süreci de, bu yolun vazgeçilmezliğini bir kez daha göstermektedir. Türkler kendilerini her hâlükarda Müslüman olarak hissederler. İslam kültürel ve manevi kimliklerinin tabii bir parçasıdır, fakat siyasi ben idraklerinin bir parçası değildir. Kamusal alanda dindarlık artsa bile, artan bu dindarlığın siyasal bir İslamcılı-ğa yol açmasını kimse beklememektedir. 2003 Ağustos’unda Hürriyet gazetesi siyaset bilimci Yalçın Akdoğan’ın AK Parti ve Saadet Partisi görevlileri arasında uyguladığı bir anketi ya-yımladı. Bu ankete göre AK Parti çalışanlarının % 68’i İslam’ın siyasete karışmasını reddediyorlardı. Bu oran Türkiye’deki si-yasal İslam’ın babası Erbakan’a yakın duran ve eski gücünü büyük oranda yitirmiş bulunan Saadet Partisi’nde ise % 24’e düşmekteydi.

İslam’ın siyasallaşması Erbakan döneminde gerçekleşti. Er-bakan, siyasallaşmayı İslamcı bir partinin gidebileceği yere ka-dar zorladı. Fakat Kemalist rejimin sınırları kendini göstermekte gecikmeyecekti. Bununla beraber Adnan Menderes (1899-1961), Turgut Özal (1927-1993) ve Recep Tayyip Erdoğan (1954 - ) gibi reformcular İslam’ı kültürel kimliklerinin bir parçası olarak kullandılar ve devletin din üzerindeki tekelini sorguladılar; bu çizginin ötesine geçmediler. Bugün Kemalist devlet ideolojisinin yandaşları “irtica” tehdidinden dem vuruyorlarsa bu, İslam’ın si-yaset üzerindeki etkisinden çekinmelerinden çok, kendi güçlerini savunma güdüsüyle alakalıdır.

Türkiye, ancak laiklik prensibinin demokrasinin altında bir yere konumlanmasıyla özgürlükçü bir demokrasi haline gelecektir.

Elitlerin Dogması

97

2000 ile 2007 yılları arasında Cumhurbaşkanı olan Sezer de bu hususta uyarılarda bulunmuştu. Demokrasinin teokrasiye geçit vermeyecek kadar güçlü olduğuna inanmak gerekir. “ Laiklik”

ilkesinin yorumlanışı da zaman içinde değişebilmelidir. Yargı-tay Başkanı Osman Arslan bu husus ile alakalı olarak 6 Ekim 2006 tarihinde bir çağrıda bulundu. Yargı yılının açılış konuş-masında Anayasanın net bir içerik dayatmadığını anlattı, ama konuşmasıyla Genelkurmay Başkanı Büyükanıt’ın öfkesini de üzerine çekti. Büyükanıt, Arslan’ı “laiklik” kavramını yeniden yorumlamaya çalışmakla itham etti. Oysaki Türkiye’nin ihtiyacı işte tam da buydu.

Belgede Türkiye de Neler Oluyor? (sayfa 93-98)