• Sonuç bulunamadı

Bir Korse Olarak Kemalizm

Belgede Türkiye de Neler Oluyor? (sayfa 88-93)

T

ürkiye’de uzun süre Cumhuriyet’in temelini oluşturan husus, Batılı bir demokraside düşünülemez bile. Bah-sedilen husus parti devlet bütünleşmesidir. 1930 yılın-da devleti yönetenler, yaptıkları kültür devrimlerinin köklerinin sağlam olmadığını anladılar. İnsanların gündelik yaşamında İs-lam hâlâ Atatürk’ün öğretilerinden çok daha fazla role sahipti.

Taşradaki ayaklanmalar ve isyanlar yeni yönetimi tehdit etmek-teydi. “Yukarıdan” yeni Türk’ü yaratmak için, yeni bir yaklaşım tarzı bulmak mecburiyetindeydiler. Sonuç, Atatürk’ün devrimi-ni altı prensip etrafında özetleyen ve 1960’taki ilk darbeye de-ğin orduyu sahnenin arkasında tutan yeni bir ideolojiydi. 1931 yılında Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ilk kez kendisini “cum-huriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, laik ve inkılapçı” olarak tanımlamıştı. O zamanlarda bu altı prensibin adı “altı ok” idi. O dönemden beri “altı ok” CHP’nin kırmızı parti bayrağını süsler.

1935’te Anayasaya da girmiştir “altı ok.” Türkiye, o zamanlar tek parti devletiydi. Bu sayede parti programı, anayasanın bir parçası haline gelebilmekteydi.

Aslında yüzyıllar boyunca devletin eliti hiç değişmez. Os-manlı İmparatorluğu’nda ve Cumhuriyet döneminde düzenin sahibi ordu ve merkezî bürokrasi olmuştur. Cumhuriyet’te subaylar daha düzenli eğitim almış, din âlimleri seküler ente-lektüeller ile ikame edilmiş ve gayrimüslim azınlıklara mensup elitler ise ortadan kaybolmuştu. Geleneksel elitler yerlerini ko-rumuş fakat meşruiyet zemini değişmişti. Artık devleti İslam

ve etnik-dinî farklılığa saygı değil, 1931’den itibaren altı kav-ramla kendisini tanımlayan yeni bir ideoloji şekillendiriyordu:

Türk “milliyetçiliği”, “sekülerizm” (laiklik), “cumhuriyetçi-lik”, “devletçi“cumhuriyetçi-lik”, “sürekli değişim süreci” (devrimcilik) ve

“halkçılık” olarak isimlendirilen sınıfsız, homojen bir toplum vizyonuydu bu.

Osmanlı İmparatorluğu’ndaki reformcular, Batılı modernli-ği İslam kültürüyle uyumlu hâle getirme hususunda bir denge tutturmada başarısızdılar. Kadınlar bir yandan modern olmalı öte yandan ise geleneksel erdemlerini muhafaza etmeliydiler. 19.

yüzyılın büyük romanlarının konuları, Batı’dan modernliği alır-ken, kendini Batılı hayat tarzına kaptırmama konusu etrafın-da dönmekteydi. 1876 yılınetrafın-da yazdığı “Felatun Bey ve Rakım Efendi”3 romanında reformcu Ahmet Midhat Efendi, kumara ve kadınlara düşkün Batılılaşmış “Bay” Felatun’u, çalışkan, kararlı ve tabii ki Fransızca bilen Osmanlı “Efendisi” Rakım ile karşı-laştırmaktaydı.

Kemalist reformcuların ise artık böyle bir ikilikle alakaları kalmamıştı. Batı’ya hayrandılar. Batı’dan hem pozitivist bilimle-ri alıyorlar hem de yılbaşı baloları düzenliyorlardı. Şehirli devlet elitinde yeni bir yaşam biçimi oluşmaya yüz tutmuştu. Bu yeni yaşam biçimi herkesten önce modern Harp Akademisi’nde ye-tişmiş subaylarda kendisini gösterdi. Kemalist reformcular çev-rede bu tarz modernleşme ve Batılılaşma için gerekli koşulların eksik olduğunun farkındaydılar. Çünkü çevre “gerici eğilim-liydi” ve devletin erişiminin dışında kalıyordu. Devlet ve parti, Ankara’daki dünya görüşünü diktatörce bir eğitim seferberliği ile Cumhuriyetin en ücra köşelerine kadar yaymalıydı.

Altı oka demokrasi ve özgürlük dahil değildi. Merkezî devlet bürokrasisi, modernleşme projesini bu sayede hiçbir

3 Metinde “Eflatun Bey ve Rakım Efendi” şeklinde yazıyor. [Ç.N.]

Elitlerin Dogması

89

muhalifi hesaba katmadan uygulamayı deneyebilirdi. Devletin halkla bağlantısı aslında sadece CHP üzerinden sağlanıyordu.

Ankara’daki bürokratlar toplumu tahakküm altına almıştı.

Ekonomik planlar, entelektüel söylemler ve varlığını sürekli tehdit altında gören ulusal güvenlik temelli bir devlet bu ta-hakkümü tekrar tekrar üretmekteydi. Topluma özgür bir alan bırakılmamışken devlet her zaman son sözün sahibiydi. “Altı ok” her geçen gün daha otoriter ve baskıcı bir modernleşme projesine dönüşüyordu. Çoğulculuğa hiçbir alan bırakılmı-yordu.

CHP siyaset alanında 1923’ten 1950’ye kadar toplum ve devleti yalnız başına temsil etti. Bu çeyrek yüzyılda Kemalizm kendisine amaç olarak “muasır medeniyet” seviyesini yakalama-yı seçti. Avrupa’da Faşizm dönemi yaşanırken, Türkiye’de de devlet, amaçlarını otoriter biçimde uygulamaya koydu. Bu an-cak İkinci Dünya Savaşı’nın ardından çok partili hayata geçiş ile birlikte değişecekti. Fakat Soğuk Savaş hem formel bir seçimli demokrasinin var olmasını ama hem de çoğulculuğun tanınma-masını mümkün kıldı.

Bu alandaki değişim ancak küreselleşmenin etkilerinin Türkiye’yi sarması ve Türkiye’nin ilk kez ciddi şekilde AB yö-nünde adımlar atmasıyla başladı. AB için Türkiye’nin daha özgür ve çoğulcu olması şarttı. Bu durum ise Kemalizmde bir yırtık meydana getirmişti: O çok sözü edilen “muasır medeniyetin” bir parçası olmak istiyorsa, “altı ok” ile ifade edilen devlet anlayı-şından vazgeçmesi gerekiyordu. Hem zaten geçen süre zarfında bu okların içeriği de önemli ölçüde değişmişti. Sadece CHP ve devletin organları bu gerçeği kabullenmek istemiyorlardı. Ölü-münden bir yıl önce Kasım 2005 tarihinde Bülent Ecevit bu hu-susa dair kaygılarını dile getirmişti. Ecevit bugünkü “altı okun”

1931’dekinden farklı olması gerektiğini, uygulamaların değişti-ğini ve yeniden tanımlanması gerektideğişti-ğini söyledi. Nihayetinde

Atatürk ne “sağcı” ne de “solcuydu”, bilakis yüksek esnekliğe sahip bir değişim taraftarıydı. Bu esneklik oklarda yeniden ken-dini dile getirmeliydi. Ecevit bu konuda bir de kitap yazmak istiyordu, fakat ömrü vefa etmedi.

Aslında Cumhuriyet tarihi kimi sınırların olduğu bir başarı hikâyesidir. Sadece üç nesilde Türkiye başka ülkelerin iki yüz-yılda gerçekleştirdiği değişimi hayata geçirmeyi başardı: Monar-şiden, giderek daha iyi işleyen bir demokrasiye geçti ve tarım ülkesinden endüstrisi gelişmekte olan bir ülkeye doğru evrildi.

Avrupa ile kararlı şekilde yakınlaşarak Orta Doğu’daki komşu-larından kendisini soyutladı. İktisat politikalarında ise görece başarısız kaldı. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’nin kişi başına düşen gayri safi milli hasılası Japonya ile eşit, Kore’nin ise üç katından fazla idi. 20. yüzyılın ikinci yarısında Türkiye, iktisadi olarak bu ikisinin çok gerisine düştü.

Anayasa hâlâ “Atatürk ilke ve inkılapları”nın değiştirilemez olduğuna dair maddeler barındırıyor. Toplumun birçok grubu kendisini “Atatürk ilke ve inkılapları” ile tanımlamıyor. Bazıları için ise altı ok yalnızca CHP’nin ambleminde var olan bir simge ve bu simgeye 2007’deki parlamento seçimlerinde sadece her beş Türk’ten biri oy verdi.

Türkiye’nin gelişimi düz bir yolda gerçekleşmedi. “Altı ok”

da tam bu gelişmenin fay hatlarını göstermektedir. Çünkü bu oklar toplumu sıkan ve bu toplumun kimi kesimlerini dışlayan bir korsedir. Bir yandan dışlananlar bu korseye karşı çıkarken, okların daha kütleşmesi ve tek uygun model olma işlevlerini kaybetmeleri, dışlanan ötekinin daha fazla tanınmasına yol açı-yordu. Güçlü bir devletin homojen bir milleti şekillendirip yö-netmesi kurgusunun geçerliliği de o kadar azalıyordu. Zaman içerisinde tekdüzeliğin yerini çeşitlilik alıyordu. Bu ilkelerin hep-sine itirazlar mevcut.

Milliyetçilik ilkesi asimile olmayı kabullenmeyen Kürtleri

Elitlerin Dogması

91

dışlamıştı. Cumhuriyet’in kuruluşundan beri Kürtler buna kar-şı çıkarak bu coğrafyada var olan etnik çeşitliliğin tanınmasını talep ettiler. Laiklik ilkesi devlet ve dini ayırmadı, bilakis devle-te dini organize etme ve dinî kaynaklar üzerinde yorum yapma yetkisini verdi. Demokrasiyle birlikte İslam geri döndü ve Müs-lümanlar devlet elitinden din özgürlüğü ve devletin dinden eli-ni çekmesieli-ni talep etmeye başladı. Halkçılık ilkesi 70’li yıllarda solcuların “imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitlenin” olamaya-cağını düşünmelerinden dolayı yumuşadı.

Cumhuriyetçilik ilkesine gelince, liberaller bu ilkenin sadece devletin biçimini belirlediğini öne sürmek suretiyle onu eleştiri-yorlar. Kimse hilafete veya bir teokrasiye dönmek istemiyor. Fa-kat cumhuriyet ülküsü, beraberinde insan hakları ve çoğulculuk olmaksızın demokratik bir gelişimin garantörü olamaz. Seksenli yıllarda reformist Turgut Özal, Türk ekonomisini liberalleşti-rip dışarıya açarak devletçilik ilkesini rafa kaldırdı. Son olarak

“devrimcilik” ilkesine de bizzat Kemalistler, Atatürk’ün düşün-cesinin dinamikliğine kayıtsız kalarak ve onu dogmaya dönüştü-rerek ihanet etmiş oldular.

Türk entelektüeller birçok kez Anayasa’nın 174. Maddesin-deki “Atatürk İlke ve İnkılapları”nı koruma kanununu kaldır-mayı önererek bu donukluğu aşmak istediler. Bunu ilk olarak 1997 yılında liberal hukukçu Bülent Tanör, TÜSİAD için ha-zırlamış olduğu “Türkiye’deki Demokratikleşme Perspektieri”

başlıklı raporunda talep etti. On yıl sonra 2007 Haziran’ında Erdoğan, ülkenin önde gelen liberal Anayasa Hukukçusu Ergun Özbudun’u, Türkiye’nin demokratik olarak seçilmiş meclisi ta-rafından çıkarılacak ilk anayasasını hazırlamakla görevlendirdi.

Bu anayasa devletin değil vatandaşların haklarını koruyacaktı.

Bu anayasa Türkiye’nin özgürlükçü bir demokrasiye geçişini, açık ve çoğulcu bir toplum tasavvurunu engelleyen korseyi üze-rinden atacaktı.

Belgede Türkiye de Neler Oluyor? (sayfa 88-93)