• Sonuç bulunamadı

Ankara İlahiyat Fakültesi

Belgede Türkiye de Neler Oluyor? (sayfa 192-197)

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi 1948’de kurulurken, kurucu babaları onun, Batı’da olduğu gibi modern bir fakülte ol-masını istediler. Bu yüzden yeni fakülteyi dinî bir kurumun değil, Milli Eğitim Bakanlığı’nın altına yerleştirdiler. Akademik unvanlar objektif kriterlere göre verilmeli ve özgür düşünce teşvik edilme-liydi. Bu yüzden dinin araştırılması için kurulan ilk yüksekokulu, Batı’da da yaygın olduğu üzere, “İlahiyat Fakültesi” olarak adlan-dırdılar. Bu beklentiler büyük oranda karşılanmış görünüyor.

Ankara İlahiyat Fakültesi, Türkiye’deki bütün ilahiyatların ana rahmi gibidir. Diğer 23 ilahiyat fakültesinin neredeyse hepsi-nin dekanları Ankara mezunudur. Fakülte, Diyanet’te de önemli bir güce sahiptir. Aslına bakılırsa geçmişte Hüseyin Atay ve Mehmed Said Hatiboğlu etrafında kümelenen ilk “İslami mo-dernistler” nesli, Batı’da fazla dikkat çekmemişti. Mehmet Paça-cı, Ömer Özsöy, İlhami Güler ve Adil Çiftçi gibi ilahiyatçıların çevresinde oluşmaya başlayan ikinci nesil ise, Ankara’da yaşayan Katolik bir din adamı olan Felix Körner’in çalışmaları sayesinde gayet iyi tanındı.

Bu reformcu ilahiyatçıları tanımlamak için “ Ankara Okulu”

tabiri kullanıldı. Bu tabiri ilk kullanan, Kur’ân müfessiri Hüse-yin Atay’dı. Şu anda emekli olan Atay, modern bir Müslüman olarak insanlar doğrudan Kur’ân’a gitmeli, dogmalar tarafından boğulmalarına izin verilmemeli, diyordu. Ona göre İslam hu-kuk bilginleri olarak da tanımlanan fukaha, uzun süre kendile-rini Kur’an’ın önüne geçirerek yalnızca kendi sözlerine inanmış ve kendilerini kendi dönemlerinin gerçekleri ile alakası olmayan kitaplara mahkum etmişlerdi. Atay, kitaplarından birine şu baş-lığı koydu: “İslam’ı Yeniden Anlama”. Bu kitapta Atay, taklidin yaygınlığını ve akılcılığın reddedilmesini, Müslümanların “acı-nacak durumu”nun sorumlusu olarak gösteriyordu.

Atay, birçok Müslümanın doğal kabul ettikleri bir şeyi sor-gulamaktaydı. Atay’a göre Kur’ân, sadece İslam’ı seçme özgür-lüğüne değil, din özgürözgür-lüğüne de izin veriyordu. Ayrıca kendisi, ne Kur’ân’da ve ne de Hz. Muhammed’in Medine’deki toplumsal düzeninde, sonradan Hristiyanları ve Yahudileri “zimmî”11 olarak Müslümanların altına yerleştiren uygulama için gösterilebilecek bir dayanak bulunmadığını söylüyordu. Kur’ân’ın yirmi doku-zuncu suresinin dokudoku-zuncu ayetine dayandırılan “cizye”yi de gayrimüslimlerin kelle vergisi olarak değil, askerlikten muafiyet-lerini sağlama bedeli olarak okumayı önermişti. Atay, erkek ve kadının Allah önünde tamamen eşit olduğu ve cennetin kapısının, Müslüman veya gayrimüslim her dürüst insana açık olduğunu id-dia ediyordu. İbadetleri yerine getirmekten daha önemlisi, adaletli olmaktır. Atay’a göre her surenin bir “zaman penceresi” vardı ve her sure her topluma hitap edecek diye bir kural yoktu.

Doksanlı yıllardan beri ikinci bir nesil, Ankara Okulu’nun etki alanını genişletmektedir. Amaçları, Müslüman Orta Çağ ulemasının kapatarak yerine “Taklid” uygulamasını getirdikleri

“İçtihat Kapısı”nı yeniden açmaktır. Bu tartışma esnasında on-lar, İslam’daki en hassas soruları sormaya cüret ederler.

Müslümanlar için Kur’ân, büyük harerle yazılan, doğru-dan ve tabii ki de eşsiz olan Tanrı kelamıdır. Hıristiyanlıkta ise Tanrı kelamı insanlar tarafından yazıya dökülmüş bir öz olarak kabul edilir. Hristiyanlıkta tarihsel-eleştirel İncil tefsirleri teolo-jik alanda kendilerine yer bulabilmişlerdir, çünkü zaten tarihsel yazılar ve insani etkiler İncil’i oluşturan şeyler arasında kabul edilir. İslam ise onlara göre, Orta Çağ’ın başlarında içtihadın yok olmasıyla birlikte, bir kere formüle edilmiş geleneklere sıkı sı-kıya bağlı kalmış, yeni içtihatlara kendini büyük oranda kapat-mıştır.

11 Ehl-i zimmet: İslam devletlerinde koruma altındaki halklara (Hristiyan ve Yahu-diler) verilen isim. ÇN.

Yeni Elit ve İslam

193

Hâlâ Müslüman ilahiyatçıların çoğu kendilerini, İslam dün-yasının yaratıcı düşünürleri olmak yerine, geleneğin taşıyıcıları olarak görmekte ve böyle tanıtmaktadırlar. Ancak Ankara Okulu farklı bir şey yapmanın peşindedir. İslam bilimcisi Cizvit Felix Körner, Ankara Okulu üzerine yaptığı iki çalışmasında, Chica-go Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olmuş Pakistanlı entelek-tüel Fazlur Rahman (1919–1988) ve Alman Filozof Hans-Georg Gadamer’in (1900–2002) bu reformcu ilahiyatçıların ikinci nesli üzerinde nasıl bir etki oluşturduklarını detaylarıyla ortaya koyar.

Fazlur Rahman, gelenekselleştirmenin, Kur’ân teolojisinin zenginliğini israf etmesine ve bu şekilde moderniteyle ilişkilendiri-lebilecek noktaların geri planda kalmasına hayıanıyordu. Fazlur Rahman, Kur’ân’dan etik prensiplerin damıtılmasını ve damıtılan bu özün de her çağa uygun biçimde yeniden aşılanmasını öner-mişti. Öte yandan Gadamer, Ankaralı İlahiyatçılara (Körner’in de bir çalışmasının başlığında dendiği gibi) “Eski Metni Yeni Bağ-lamda” okuyabilmek için yorumsal donanım sağlamıştı.

Genelde etkisi Balkanlar ve Orta Asya ile sınırlanmış olarak kalsa da Körner, Ankaralı İlahiyatçıların düşüncelerinin sadece Türkiye için değil, bütün İslam dünyası için önem arz ettiğine inanmakta. Körner’in çalışmalarından da anlaşılabileceği gibi as-lında İslami teoloji de gayet entelektüel ve sofistike bir dille tar-tışılabilmektedir. Sadece geçmişin bir tekrarından ibaret değil-dir. Ankara’da İngilizce eğitim veren ODTÜ gibi üniversitelerin çeşitli fakültelerinde konferanslar veren Körner, ilahiyatçıların çoğuyla da zaten bizzat tanışmıştır.

Körner’in tanıdıklarından birisi olan Ömer Özsoy şu anda Diyanet’in finanse ettiği Frankfurt am Main’deki bir vakıf kür-süsünde “İslam dini” dersleri vermekte. Bu kürsü Protestan Teo-lojisi Fakültesi’ne bağlı. Özsoy’a göre Kur’ân, bugünün soruları-nı yasoruları-nıtlamak için insasoruları-nın kolayca açabileceği bir metin değildir.

O Kur’ân’ı, her şeyden üstün olan tanrısal sözlerin tarihsel bir

biçimi olarak tanımlar. Kur’ân’ın her suresi söylenmiş bir söz-dür. Onu anlamak için, insanın metin dışı çerçeveyi de anlaması gerekir.

Ömer Özsoy, İlahiyatçı Nuriye Özsoy ile evlidir. Nuriye Öz-soy önceleri arkadan bağlanan ve adına “sıkma baş” denilen tarzda bir türban takıyordu. Kendisini Müslüman feminist olarak tanım-lamaya başladıktan sonra “Başörtüsüyle biz, erkeklerin bize ulaş-masını engelliyoruz.” şeklinde hissetmeye başladığını aktarıyor.

Daha Türkiye’de iken başörtüsünü çıkarmış. Hatta daha sonraları Almanya’dayken, üzerinde hiç düşünmeden başörtüsü takan Türk kadınlarına kızmaya başlamış. İnançlı bir Müslüman olarak tec-rübe etmek istediği manevi pratiğin yeni yollarını da denemekten geri durmamış, özellikle sağlık orucuna önem veriyor.

Bir başka kadın İlahiyatçı Esra Gözeler ise henüz Ankara’da öğrenciyken, diğer kız öğrenciler gibi başörtüsü üzerine peruk takmak zorunda kalmamış, çünkü zaten hiçbir zaman başörtüsü takmamış. Yine de özellikle İslami teolojiyle ilgilenmekten geri durmuyor, tıpkı Ankara’daki İlahiyat Fakültesinin dekanı olan din pedagogu Mualla Selçuk gibi. Esra Gözeler, lisansüstü eğitiminin ilk kısmını Ürdün’de tamamladı. Oradaki Müslüman erkekler, ba-şörtüsü takmadığı için onu Müslüman olarak kabul etmeye yanaş-madılar. Bunu müteakiben eğitimine devam etmek için Roma’ya, bir Cizvit yüksekokulu olan Katolik Gregoryen Üniversitesi’ne gitti. Şimdi araştırmasını Katolik Kilisesi’nin İslam uzmanları ile dirsek temasında Ankara’da bitirmeye çalışıyor.

Esra Gözeler belki de ileride Türkiye’nin büyük kadın mü-fessirlerinden biri olacak. En ünlü bazı müfessirlerin gözde öğ-rencisi olarak gideceği yol zaten şimdiden kabataslak çizilmiş bulunuyor. Hocası Mehmet Paçacı 1959’da Bolu’da doğdu. Çalış-maları onu önce Ankara’dan Cidde’ye ve oradan da Manchester’a götürdü. Daha sonra Kuala Lumpur’da, Roma’da ve Bamberg’de araştırmalar yaptı ve ders verdi. Bugün Ankara Üniversitesi

Yeni Elit ve İslam

195

İlahiyat Fakültesi’nde hocalığa devam ediyor. İslam teologları arasında Yahudilerin ve Hristiyanların kutsal kitaplarını orijinal dillerinden okuyabilen az sayıda insandan biri.

Paçacı, Kur’ân’ı anlamak için, İncil’le ve İncil’le ilgili gele-neklerle ilgilendi. Ancak elbette Paçacı, İncil’in Kur’ân’ı etkile-diğini iddia etmemektedir. Kur’ân ona göre daha çok, belirli bir geleneğin bir parçasıydı. Bir başka yerde Paçacı, Protestan teolog Johann Salomo Semler’in (1725–1791) tarihsel-eleştirel tefsirini tartışır. Paçacı’ya göre kelimelerin tarihselliği arkasında gizlenen etik-dinî prensipleri keşfetmek ve onları bugün için faydalanı-labilir hâle getirmek gerekmektedir. Böylece Paçacı, tefsiri ve Kur’ân’ın bağımsız yorumu sonucu oluşacak “içtihad”ı aynı ke-feye koymaktadır.

Paçacı’nın çıkış noktası, Kur’ân’ın prensiplerinin evrensel geçerlilik taşıdığı, ama Kur’ân’ın tarihsel bir çerçeve içerisinde açığa çıktığı ve somut tarihsel durumlara dayandığıdır. Paçacı bir keresinde şöyle yazmıştı: “Bir metni anlamak, o metni her an yeniden anlamak manasına gelir.” Müfessir, kendi zamanı-nın şekillendirdiği kimsedir. Dolayısıyla, Kur’ân’ın prensipleri-nin uygulaması da, tarihsel durumun değiştiği ölçütte değişmek zorundadır.

Körner, Paçacı’nın Gadamer ve Fazlur Rahman’ın düşün-celerinden nasıl bir sentez geliştirdiğinin üstünde durur. Paça-cı, Gadamer gibi, müfessirleri mekân ve zamandan oluşan bir koordinat sisteminde görmekte ve Fazlur Rahman ile birlikte Kur’ân’ın temelinde bulunan genel prensipleri keşfetmektedir.

Sonuç olarak onlara göre Kur’ân, daha çok, etik bir el kitabıdır ve o zamanın direktieri ile bugünün kaideleri ayırt edilmelidir.

Zaten Paçacı, Batı’dan hayat bulan Kur’ân yorumlarıyla çok az uğraşmaktadır, bunun yerine İslam’ın kendi geleneğinden gelen kural koyucu gücünün yeniden yapılandırılmasını savunmak-tadır.

Dolayısıyla ona göre Kur’ân, somut tarihsel bir durumda ortaya çıkmıştır. Bu yüzden metin ve müfessir arasında bir me-safe bulunur. Artık her okuyucu bir başka anlayış getirmekte, bir başka tefsir geleneği içinde durmakta ve okuyucunun bu-günkü durumu başkalarından farklı olmaktadır. Bunun sonucu olarak ise tefsirler çeşitlenmektedir. Sadece Ankaralı ilahiyatçı-ların araştırmaları değil Türk İslam’ı da bünyesinde birçok fark-lılığı barındırır. Diyanet, büyük oranda uygulamaya yönelik bir pozisyona sahipken Ankaralı ilahiyatçılar yüksek entelektüel se-viyeye hitap ederler ve Batı’daki Hristiyan meslektaşlarıyla aynı metotları kullanırlar. Oysaki bu tartışmalar, müminlere ulaşma-da pek de etkili değillerdir. Onlara ulaşacak kişi ise, Fethullah Gülen isimli saygın bir hatip olacaktır.

Belgede Türkiye de Neler Oluyor? (sayfa 192-197)