• Sonuç bulunamadı

Siyasal İslam’ın Feshi

Belgede Türkiye de Neler Oluyor? (sayfa 126-131)

AK Parti 2001 Ağustos’unda kuruldu. Kurucu üyeleri-nin çoğu siyasal İslam içerisinde yetişmiş kişilerdi. Lakin yeni partilerinin, marjinal bir İslami parti olmasından çok, kültürel kimliğini ve değerlerini İslam’dan alan muhafazakâr bir halk partisi olmasını istiyorlardı. Parti içi demokrasi konusunda di-ğer partilere benzeyen sorunları olmasına rağmen AK Parti, daha önceki İslamcı partilerden farklı olarak kendisini laik dü-zene ait ve bu düzeni sorgulamayan demokratik bir parti olarak tanımlıyordu.

Bu safhaya gelene kadar içinden geçilen yol ise daha 20.

yüzyılın ortalarından beri süren uzun bir yoldu. O dönemden bugüne Türkiye İslam’a geri dönmedi ama İslam geri döndü.

Cumhuriyet’in kuruluşunun ardından Atatürk dindar yaşamın üstünü kalın bir buz tabakası ile örtmüştü. Bu tabakanın altında din, yaşamaya devam etti. Buz tabakası eridikçe İslam, Nakşi-bendi gibi dindar tarikatlar ve Nurcular gibi hareketlerle tekrar gün yüzüne çıktılar. Bunlarla Demokrat Parti (DP) sıkı ilişkiler kurdu ve Anadolu’nun dinî hayal kırıklığını oya dönüştürmeyi başardı. Böylece 1950 yılında iktidara geldi. Fakat güç hâlâ dev-letin elindeydi ve devlet 1960 yılında Adnan Menderes’in hükü-metini devirdi.

1969 yılında Necmettin Erbakan, ilk İslamcı partiyi, Milli Nizam Partisi’ni (MNP), kurdu. Bu vakitten itibaren yeni bir siyasal İslam, Kemalist düzene meydan okumaya başladı. Er-bakan, hareketini Milli Görüş olarak adlandırdı. Yalnızca ken-disinin İslam milletinin çıkarlarını temsil ettiğini öne sürdü. İlk başta TOBB başkanı olarak Ankara’da Anadolu’nun küçük ve orta ölçekli işletmelerinin oluşturduğu çevreyi temsil ediyordu.

Erbakan Cuma gününün tekrar haftalık tatil günü olmasını ve kanun yapılırken Şeriatın dikkate alınması gerektiğini ifade et-mekten çekinmiyordu. MNP, 1971 yılında kapatıldı ve Erbakan da Milli Selamet Partisi’ni (MSP) kurdu. 1973’teki seçimlerde MSP ile oyların % 11,8’ini kazandı ve 1980 darbesine kadar üç koalisyon hükümetinde küçük ortak olarak yer aldı.

1980 darbesinden sonra kurduğu Refah Partisi ile (RP) Er-bakan en büyük başarısını yakalayacaktı. Yine de bunun için önce, Anavatan Partisi’ne İslamcıları da entegre etmek vasıtasıy-la aslında onvasıtasıy-ları nötralize etmiş ovasıtasıy-lan Özal’ın ölümünü beklemesi gerekmekteydi. Öğrencilik yıllarında Özal “Milli Görüş” üyesi olmuş hatta MSP’den adaylığını bile koymuştu. Daha sonraları ise Erbakan’ın siyasetinden uzaklaştı. Ancak Özal’ın ölümünün ardından Erbakan sahne alacaktı.

1994 Nisan’ındaki yerel seçimlerden Refah Partisi en güç-lü parti olarak çıkmıştı. 1995 Aralık’ındaki genel seçimlerde de seçmenlerin % 21,3’ü RP’yi seçmiş ve RP seçimi birinci sırada tamamlamıştı. Haziran 1996’da Erbakan, Tansu Çiller’in Doğru Yol Partisi (DYP) ile bir koalisyon hükümeti kurdu. 28 Şubat 1997 tarihinde ordu Milli Güvenlik Kurulu üzerinden hükümete bir muhtıra verdi. Generaller İslamcı “İmam-Hatip” liselerinin ve Kur’ân kurslarının önünü kesmek, İslami kıyafetlerin ve tür-banın kamusal alanda giyilmesini sınırlamak ve tarikatları ka-patmak istiyorlardı. 28 Haziran 1997 tarihinde Erbakan/Çiller hükümeti generallerin (ve kamuoyunun) baskısına dayanamayıp

Dışlanmışların Muhalif Elite Yükselişi

127

istifa etti. Erbakan, hükümet başkanı olarak kendi mücadele sti-linde ısrar etmesinden ötürü başarısızlığa mahkûm oldu. Amaç-ladıkları arasında alkol tüketiminin sınırlandırılması, İslami değerlerle çatıştığı apaçık belli olan Batılı heykellerin kamusal alanlardan kaldırılması da vardı. Partinin retoriği Avrupa’ya kar-şı çıkmak ve Müslüman Üçüncü Dünya’ya yaklaşmak üzerine kuruluydu. İktisat politikası ise devletin müdahalesini öngör-mekte ve gelir dağılımındaki tüm adaletsizlikleri ve eşitsizlik-leri ortadan kaldıracak bir “adil düzen” ütopyası önermekteydi.

Siyasette ise demokrasiyi bir İslami devlet kurmak adına atlama tahtası olarak kullanacağı şüphesini bertaraf edemedi.

Biraz da bu yüzden, Erbakan “28 Şubat Süreciyle” görevi bıraktığında, çok az kimse arkasından gözyaşı döktü. Bunun bir diğer nedeni de kendi seçmenlerinin Erbakan’ın elinde sihirli değnek olmadığını ve insanların gündelik yaşamını iyileştireme-diğini fark etmesiydi. Erbakan da, halkın çoğunluğunun dindar olmasına karşın İslami bir rejim istemediklerini anlayacaktı. 28 Şubat 1997 İslamcılara sınırlarını öğretmiş ve siyasal İslam nes-linin vaktinin artık geçtiğini göstermişti. İlk aşamada altmışlı ve yetmişli yıllarda “mücadeleci bir İslamcılıkla” merkezî devlet ta-rafından gerçekleştirilen modernleşmeye karşı muhalefet ettiler.

İkinci evrede ise Erbakan’ın doksanlı yıllardaki yükseliş ve dü-şüşü yaşandı. Erbakan adım adım siyasetin dışına itildi. 1982’de başlayan ve 1987’ye kadar süren ilk siyasi yasaktan sonra 1997 yılında yeni bir siyasi yasak daha getirilmişti. İkinci yasak sona erdiğinde 2003 yılında “Saadet Partisi”nin (SP) genel başkanı se-çildi. Bunu takip eden yıl “Refah Partisi”ne ait olan ve kendisine emanet edilen paraların hesabını veremediği için hüküm giydi ve görevinden ayrılıp partisinden istifa etti.

Erbakan’ın düşürülmesi ve “Refah Partisi”nin kapatılmasın-dan sonra doksanlı yıllarda üçüncü evre başladı. Müteakip parti olan Fazilet Partisi (FP) çok daha dikkatli davranıyordu. Açıkça

Türkiye’nin seküler düzeninden, çoğulcu yapısından ve pazar ekonomisinden yana tavır almıştı. FP 14 Mayıs 2000 tarihinde Ankara’da kuruldu. Erbakan ve Erdoğan siyasi yasaklarından ötürü yeni partide yer almamışlardı. Daha sonra çok şaşırtıcı bir şey gerçekleşti. Liderliğin kararlarının sorgulanmadığı ve kö-rü kökö-rüne itaatin siyasi kültür haline geldiği bir ülkede, Gül, Erbakan’ın adayı Recai Kutan’a rakip oldu ve delegelerin oyla-rının yüzde 40’ından fazlasını aldı. Bu gerilim Haziran 2001’de

“Fazilet Partisi”nin de kapatılmasını müteakip farklı bir boyut kazanacaktı.

“Refah Partisi”nin yasaklanması Erbakan’ın etrafındaki ge-lenekçiler ile liderleri Recep Tayyip Erdoğan ve Abdullah Gül olan yenilikçiler arasındaki uçurumu genişletmişti. Erdoğan ve Gül’ün etrafındaki “yenilikçiler” Fazilet Partisi’nin yasaklanma-sını Erbakan’ın hareketi olan ‘Milli Görüş’ten ayrılmak için hoş bir fırsat olarak gördüler. Erbakan ve Kutan ise başka bir par-ti (Saadet Parpar-tisi) kurdu. Bu parpar-ti Kasım 2002’deki parlamen-to seçimlerinde % 2,5 oy aldı. Erdoğan’ın Adalet ve Kalkınma Partisi’ni ise seçmenlerin % 34,3’ü tercih etmişti.

Siyaset bilimci Ziya Öniş, Türkiye’deki İslamcıları Müslü-man demokratlara dönüştüren beş faktörü şöyle sıralar. İlkin, 28 Şubat 1997’deki tezahüründe olduğu gibi otoriter sekülerizm İslamcılara içinde oynayabilecekleri sınırları göstermişti. İslam-cılar seküler düzeni sorgulayamayacaklarını bu sayede anlamış oldular. İkinci olarak İslamcılar kendilerini temsili demokrasi-de var etmeyi öğrendiler. Bu durum onların normalleşmesini ve kitleselleşmesini beraberinde getirdi. Demokratikleşme sürecine olumlu tepki vermelerinden dolayı daha fazla demokrasiyi talep eden bir güç haline geldiler.

Üçüncü etken ise iktisadi liberalleşmenin Müslüman mü-teşebbis ve akademisyenlerden kendilerini küreselleşmenin ka-zananları olarak algılayan bir tabakayı ortaya çıkarmasıydı. Bu

Dışlanmışların Muhalif Elite Yükselişi

129

durumun, artık yalnızca şehirli alt tabakayı ve küreselleşmenin kaybedenlerini temsil etmeyen bu hareketi dengelediğini öne sü-rüyordu Öniş. Yeni Müslüman elit daha fazla özgürlük ve siyasi katılım talep etmekteyken seküler yapıyla kazanımlarını teh-likeye düşürecek bir çatışmaya girmek istemiyordu. Dördüncü olarak Türkiye’nin tüm siyasi aktörleri AB’yi kendisiyle amaçla-rını gerçekleştirebilecekleri bir dış dayanak noktası olarak görü-yordu. Dindar Müslümanlar da bu şekilde AB’yi seküler yapıya karşı Müslüman kimlikleri koruma garantörü olarak görüyorlar-dı. Öniş’e göre bir dayanak noktası olarak AB, İslam ve seküle-rizm arasındaki eski çekişmenin etkisini yok ediyordu.

Türkiye’de solcu, liberal ya da Müslüman, hangi kesimden olursa olsun, entelektüeller ve sivil toplum kuruluşları temel-de hep, ülkenin daha fazla temel-demokratikleşmesini talep etemel-der. Bu grupların her biri Türk demokrasisinin kendilerince eksiklerini ifşa ederler. Türkiye’deki şehirli ve entelektüel Müslümanlar, İs-lam dünyasındaki diğer ülkelerin entelektüellerinden daha fazla seküler çevrelerin etkisine maruz kalmışlardır. Geleneksel İslami kurumlar ise kendi üretken düşünürlerini yetiştirme hususunda fazla başarı gösterememişlerdir. Bulaç ve Koru gibi entelektü-eller ile “ MÜSİAD” gibi dernekler İslami hareketteki sarkacın büyük oranda “yenilikçiler” tarafında sallanmasında etkilidirler.

Birbiriyle mutabık iç ve dış süreçlerin toplamı, bir siyasal İslam hareketinden özgürlükçü demokrasinin prensiplerine bağlı bir partiye geçişi mümkün kılmıştır. Öniş’in de çalışmasında anlat-tığı işte bu süreçdir.

“Yenilikçiler”, Erbakan’ın hem Batı karşıtı hem de otori-ter olan hareketinden ayrıldılar. Böylece siyasal İslam düşün-cesi dönüşüme uğradı. Erdoğan ve Gül artık çatışmadan değil, toplumsal ve siyasal mutabakattan yanaydılar. Artık bireyin ve toplumun devlet karşısında güçlendirilmesiyle ilgileniyorlardı.

Bu süreçte İslam’a, değerler ve ahlak için bir çerçeve belirleme

görevi düşmekteydi. İslam kişilerin özel hayatlarını ilgilendiren inanç manzumesiydi. Temel hedeeri siyasal bir İslam’ın değil, kültürel bir İslam’ın hayat bulmasıyla sınırlıydı.

Erdoğan ve Gül’ün AK Parti’si Anadolu’nun içlerinden göç etmiş, yükselen orta sınıfın siyasi temsilcisidir. AK Parti İslamcı, neoliberal ve küreselleşme yanlısı bir partiye dönüştü.

Erbakan’dan kopuşun uzun süreci esnasında Erdoğan, İslamcı sloganlarla sorunların çözülemeyeceğini ve seçim kazanılamaya-cağını anladı. Bir okul kitabında yazılı bir şiiri okuduğu için aldığı hapis cezasından ötürü hapiste geçirdiği süre zarfında Türkiye’nin siyasal İslam’a değil, daha fazla özgürlüğe ihtiyacı olduğunu fark etti.

Bulaç gibi düşünürler İslam’ın içinde demokratik bir söyle-mi öne çıkardılar. Yeni nesil Müslümanların insan haklarını ve temel özgürlükleri savunacağını, demokratik yollardan siyaset yapacağını, sivil toplumu destekleyeceğini ama devleti gücün aracı olarak kullanmak istemeyeceğini öne sürdü. Dönüşümü için aydınlatıcı bir mukayese yapmaktaydı. Bir zamanlar insan-lar her şeyin tek tip olduğu bir köyde yaşardı. Orada her şey aynıydı. Sonra köyün sakinleri şehirlere geldi ve burada farklı yaşam biçimleri ile muhatap oldular. Dünyada bu hep devam etti ve sonunda iki yüzden fazla devlette 8.000 dil konuşan 3.000 farklı etnisite meydana geldi. Dünya çoğulcu oldu ve herkes başkasından farklı hâle geldi. Bu dönüşümden Bulaç şu sonuca varıyor: “Demokrasi bu farklılıkları muhafaza etmek için var.”

Belgede Türkiye de Neler Oluyor? (sayfa 126-131)