• Sonuç bulunamadı

Her Türk İtaat Etmez

Belgede Türkiye de Neler Oluyor? (sayfa 49-54)

Cumhuriyet’in ilk yıllarında Kemalizm ve Atatürk ilkeleri-nin bütünü, kurtuluş ile eşanlamlı kabul ediliyordu. Alternatif bir modernleşme hareketi yok gibiydi. Bu nedenle Millet Meclisi

Türk Cumhuriyeti’nin Temel Düzeni

49

24 Kasım 1934 tarihindeki oturumunda Mustafa Kemal’e, Ata-türk yani “Türklerin babası” soyadını vermişti. Onun söylev ve demeçleri, Atatürkçülük olarak da isimlendirilen Kemalizm ide-olojisine şekil verecekti. Devlet bu temel üzerinden yola çıkarak, tavizsiz bir modernleştirme projesini yürürlüğe koydu. Fakat kı-sa süre içinde Kemalizm, devleti önceleyen ve her tür muhalefete direnen otoriter bir ideoloji olarak dondu kaldı. Alttan yetişen toplumu sıkan ve ona açılması için hiçbir alan bırakmayan bir korseye dönüşmüştü Kemalizm.

Bu yüzden Türkiye’nin tarihi biraz da, kendini kenara itilmiş hisseden grupların çıkardığı sorunların tarihi oldu. Sürekli ola-rak farklı gruplar isyan halindeydi. Her bir isyan, Cumhuriyet’in bir tabusunu sorguluyor ve Kemalist projeye meydan okuyor-du. Kürtler, kendilerini dışlayan ve etnik haklarını teslim etme-yen Türk milliyetçiliğine karşı defalarca isyan bayrağı açtılar.

Muhafazakâr Müslümanlar ise artık devletin din üzerindeki te-keliyle din özgürlüğünü ortadan kaldırmasına, İslam’ı kamusal alandan uzaklaştırmasına ve inanç pratiklerinin çeşitliliğini sınır-landırmasına razı gelmiyorlardı. Solcular Türk toplumunda hiçbir gerilimin olmaması ve her şeyin devlet tarafından öngörülen tek bir hedefe yönelmesi gerektiği anlayışını sorgularken, liberaller kapalı ve tek tip bir toplum kurgusuna karşı çıkıyorlardı.

Aslında tepeden inmeci bir modernleşme projesine karşı da-ha ilk dönemde dahi bir muda-halefet vardı. 1924 Kasım’ında Kur-tuluş Savaşı’nın önemli isimlerinden Ali Fuad Cebesoy ve Rauf Orbay, “Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı” kurdular. Devleti halkın egemenliğine tâbi kılmak ve devletin partisi olan CHP’ye liberal bir alternatif olmak amacını gütmüştü bu parti. Lakin Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, 1925 Haziran’ında kapatıldı.

1925 Şubat’ındaki Şeyh Sait isyanının ardından devlet tüm gü-cüyle her türlü muhalefeti bastırdı. Üstelik bu daha başlangıçtı.

1925’ten 1938’e kadar Kürtlerin, muhafazakâr Müslümanların

ya da iki grubun beraberce iştirak ettiği toplam on yedi isyan gerçekleşecekti.

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından çok partili demokrasi-ye geçişle birlikte Kemalist devlet yanlıları demokrasi-yeni tehlikelerle karşı karşıya kaldılar. Muhafazakâr tarım nüfusu ilk kez ik-tidarı belirliyordu. Müteakip yıllarda ordu, tepeden planla-nan modernleşmeyi sürdürme görevinin tehlikede olduğunu görüp, üç hükümete darbe düzenleyecekti: 27 Mayıs 1960’ta Adnan Menderes’in muhafazakâr hükümetinin daha fazla pa-zar ekonomisi ve İslam’ın kamusal alanda daha fazla görünür kılınması noktalarında aşındırdığı Kemalist ilkeleri yeniden tesis etmek için bir “düzeltme devrimi”; daha sonra 12 Mart 1971 tarihinde muhafazakâr Başbakan Süleyman Demirel’i de-viren bir “muhtıra”; son olarak da 12 Eylül 1980 tarihinde TBMM’deki siyasi blokajı kırmak ve milliyetçi “sağcılarla”

komünist “solcular” arasındaki sokak çatışmalarını sona er-dirmek için yapılan darbe.

1980 yılındaki askeri darbeden sonra Cumhuriyet’in ilk yıl-larındaki travma (Kürt “bölücülüğü” ve “irtica”) tekrar zuhur etti. 1984 yılından itibaren bölücü PKK’nın sürdürdüğü iç sa-vaş, 1999 yılına kadar ülkenin yüreğini ağzına getirecekti. Daha sonra İslamcı “Refah Partisi”nin seçim zaferleri “irtica” parano-yasını tekrar tedavüle sokacaktı. Asker 28 Şubat 1997’deki “yu-muşak” darbesiyle Erbakan hükümetinin istifasını sağladı. On yıl sonra ordu bir kez daha müdahale etti. Ordu, önce 27 Nisan 2007 tarihinde yayınladığı bir bildiriyle Dışişleri Bakanı Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesini engellemek istedi, sonra yıl sonunda 1999’dan beri yaptığı en büyük sınır ötesi operasyonda PKK’nın Kuzey Irak’taki kamplarını bombaladı.

Cumhuriyet’in kurucuları sistematik bir devlet doktrini formüle etmeye çabaladılar. Onlar Mustafa Kemal Atatürk’e nispetle Kemalizm olarak adlandırılan ilkeleri, “altı ok” halinde

Türk Cumhuriyeti’nin Temel Düzeni

51

özetlemişlerdi (bkz “Elitlerin Dogması” bölümü). Turgut Özal’ın seksenli yıllardaki reformlarından beri kamusal müzakerelerde bu ilkelere daha az referans yapılır olmuştu. Bu ilkeler Türk top-lumunun devlet doktrinine rağmen uzun yıllar boyunca derinden bölünmüş olduğu gerçeğini asla örtemedi. Devlet doktrini dev-let ve toplumun tekliğini ve toplumun kapalılığını öngörürken;

toplum bundan müştekiydi. AB üyeliği perspektifi daha geniş kapsamlı bir toplumsal uzlaşma şansı doğurdu: Kürtler AB süre-ci perspektifinde kültürel özerklik umarken, Müslümanlar daha geniş dinî özgürlüklerin peşine düştü. Bu iki gruba eş zamanlı olarak bazı Türk milliyetçileri, AB üyeliğinde ülkenin toprak bü-tünlüğünün teminatını görürken, laikler de bu süreç sayesinde Cumhuriyet’in laik karakterinin güvence altında alınacağını his-sediyorlardı, çünkü üye ülkelerin “ortak hukuki müktesebatı”

(Acquis communautaire) şeriatın uygulanma ihtimalini ortadan kaldırıyordu. AB süreci Cumhuriyet’in travmasının demokratik yollarla çözülmesine ve doğumu esnasındaki yanlışların düzel-tilmesine imkân tanıyabilirdi. AB üyeliği hedefinden ne kadar uzaklaşılırsa, şiddet, Kürt halkı arasında kendine o kadar destek bulacak, asker o kadar gündelik siyasete karışacaktı.

Kemalist ulus devlet tüm bu grupları “iç düşman” olarak al-gılıyordu: Kürtler, dindar Müslümanlar, solcular, liberaller. Liste az sayıdaki gayrimüslim azınlıklarla tamamlanmaktaydı. Bunlar içerideki düşmanlardı. Globalleşme ise devleti dışarıdan tehdit ediyordu. Üstelik AB de, demokratikleşmeyi, devletçi yapının dönüşümünü ve sivil toplumun güçlenmesini destekleyip bu yöndeki çabaları cesaretlendiriyordu. Ayrıca Türkiye’nin dünya ekonomisine entegrasyonu, devleti ekonomiden kopararak, özel teşebbüsün elinin güçlenmesini sağlıyordu. Kısacası tüm “iç” ve

“dış” düşmanlar, her şeyin devletten neşet ettiği ve her şeyin devletin hizmetinde olduğunu vazeden Kemalist modernleşme projesine bayrak açmış bulunuyorlardı.

“İç düşmanlara” karşı devlet kendisini nasıl savunacağını biliyordu. Asker üç kez doğrudan iktidara el koymuştu, 1997’de bir hükümeti darbe olmadan devirmişti, nihayet 2007 Nisan’ında Erdoğan hükümetini açıkça tehdit etmişti. Ordunun yedeğinde, Kemalist modernleşme projesinden sapan tüm partileri kapatan yargı da bulunuyordu. Avrupa’nın hiçbir ülkesinde Türkiye’deki kadar parti kapatılmamıştır. Buna ek olarak gayri meşruluğun alacakaranlığında emekli subaylar ve polisler paramiliter birimler kuruyorlardı. Bu birimler “iç düşmanları” bertaraf ederek; her-hangi bir şeffaığın ve sorumluluğun bulunmadığı faaliyetler vasıtasıyla devleti kendi tarzlarında “korumaya” çalışıyorlardı.

Bu durum yeni bir uygulama değildi. Osmanlı İmparator-luğu’nda şöhreti hiç de iyi olmayan özel bir birim olarak

“Teşkilât-ı Mahsûsa” vardı. Bu birim, 1914 yılından itibaren Harbiye Nezareti’nde Arap bölücülüğü ve Batılı emperyalizme karşı kurulmuştu. Tabii ki ezeli düşman Ruslarla işbirliği yapmak hazırlığındaki Ermenilere karşı da aktifti. “Teşkilât-ı Mahsûsa”

devlete muhalefet eden herkesten hesap soruyordu. Bu kişileri işkenceden geçirip öldürüyordu. Bu özel birime dair her şey giz-liydi, Türkiye’nin yurt dışındaki düşmanlarıyla mücadele eden komutası altındaki muhtemel 30.000 silahlı adamın nasıl finan-se edildiği mefinan-selesi de bir sırdı. Osmanlı İmparatorluğu’nda yarı askeri “ Hamidiye Alayları”, 1905 ve 1907 yılında Diyarbakır ve Erzurum’daki ayaklanmaları bastırdılar. Bu alaylar, 20. yüzyılın sonunda Cumhuriyet’in PKK’yı bastırmak için kurduğu koru-culuk sistemine birçok yönden benzerler. Bugüne değin devletin kurucuları ve koruyucuları tehlikelerin asla eksik olmadığını görmüşlerdi. Devletin kurumları her gelişmenin devleti zayıf-latacağını zannediyor ve bunlara karşı devleti inatla korumaya çalışıyorlardı. Devletin elindeki mevcut tüm araçları bu görevin ifasında kullanmaya kararlıydılar.

Belgede Türkiye de Neler Oluyor? (sayfa 49-54)