• Sonuç bulunamadı

Merkez, Taşrayı “Medenileştiriyor”

Belgede Türkiye de Neler Oluyor? (sayfa 44-49)

Devlet merkezdedir ve taşranın dışarıdaki bedeviliğine karşı korunmuş bir kaleye benzer. Bu kale bedeviliğe galebe çalacak-tır. Devlet eliti de merkezinden ülkenin en ücra köşesine ka-dar toplumu bu bakış açısıyla yönetmektedir. Merkez ve çevre birbirlerine zıt olarak konumlanmışlardı ve aralarında derin bir uçurum mevcuttu. 20. yüzyılın mümtaz sosyal bilimcilerinden Şerif Mardin, 1973 yılında Daedalus’ta yayımlanan ufuk açıcı makalesinde bu toplumsal uçurumu, Türk siyasetini açıklarken kullanılacak en önemli metafor olarak nitelendirdi.

Atatürk’ün 1924 yılında kurduğu CHP, devlet elitinin tem-silcisidir. 1946 yılında Türkiye seçimle ve çok partili demok-rasiyle tanıştı. Demokrat Parti (DP), CHP’ye karşı ilk ciddi meydan okuma olarak ortaya çıktı. CHP, yandaşlarına aşağıdaki uyarıyı o dönemlerde de yapıyordu: “Destek istemek için taşra şehirlerine ve köylere gitmeyin: Bu ulusal bütünlüğümüzün al-tını oyar!”

1949-1957 yılları arasında İstanbul Valiliği yapmış olan Fah-rettin Kerim Gökay’ın sözleri bunun daha net bir ifadesidir: “Halk plajlara akın etti, vatandaş denize giremez oldu.” Cumhuriyet gazetesi bu şikâyeti manşetten verdi. Bu gazete Cumhuriyet’in adını taşır, Atatürk tarafından kurulmuş ve bugüne değin

Kemalistlerin sözcülüğünü yapmıştır. Şerif Mardin’in tasvir et-tiği uçurum bundan daha net olarak ifade edilemezdi. “Vatan-daş” merkezin Batılılaşmış ve eğitimli devlet elitine mensup olan kişilerdir. “Halk” ise devlet eliti tarafından muasır medeniyet seviyesine çıkartılmayı bekleyen çevredeki eğitimsiz kitledir.

Devlet eliti her zaman merkezdedir. Çevreyi gözetleyip kont-rol altında tutar fakat hiçbir zaman çevreye dâhil olmaz. Bu yüz-den CHP’nin açılımı “Cumhuriyet Halk Partisi” olmasına rağ-men, partililer hiçbir zaman kırsal nüfusa ulaşmayı başaramadı.

Kurtuluş Savaşı sırasında Atatürk’ün gözü Anadolu’daki çiftçiler üzerindeydi. Takipçileri için ise bu çiftçiler geri kalmış, eğitimsiz ve gayrı medeni kimselerdi. Merkezî devlet bürokrasisi bu kırsal nüfusu kendiliğinden harekete geçirecek herhangi bir fikir üret-medi. Çevreye daha çok, çizim sehpası önündeki mühendis eda-sıyla yaklaştı. Yukarıdan harekete geçirme çabası başarısızlıkla sonuçlandı. Ne merkez çevreye güvendi ne de çevre merkeze.

Ayrıca merkezdeki hiçbir bürokrat kendi iradesiyle geri kal-mış çevrede yaşamak istemedi. Çünkü Anadolu’nun muasır me-deniyet seviyesine çıkartılması projesi başkentten yönetiliyordu.

Sadece bir kez Anadolu nüfusunu kendiliğinden harekete geçir-meye yönelik bir çaba gösterildi. Bu çaba 1931’den 1935 yılına kadar Kadro dergisini çıkarmış olan entelektüellerin çabasıdır.

Kendilerini devrimci olarak gören Kadro çevresi, sosyalist ve devrimci fikirlerini kalkınmamış bölgelere taşıyarak buralarda gerçekleşecek iktisadi ve toplumsal ilerlemeyle çevreyi merkeze bağlamayı istiyordu. Kadro’yu yok saydığımız takdirde, diğer modernleştirici devlet elitinin tümü, uzaktaki Anadolu’ya ait ol-duğunu düşündükleri her şeyi hakir görüyordu: Orta Çağ ka-ranlığından kaldığını sandıkları Müslüman tarikatlar ve sürekli ayrılıkçı şüphesini besledikleri etnik gruplar gibi. Yeni seküler ulus devletin refahı için bu iki grubun elimine edilmesi gerek-liydi. Öte yandan Anadolu, vergilerinin merkezin şehirlerinin

Türk Cumhuriyeti’nin Temel Düzeni

45

refahını finanse etmesine ve aynı merkezin kendi özgürlüklerini sınırlamasına karşı çıkıyordu.

1946’da Demokrat Parti’nin kurulması bile devlet elitinin davranış şeklini değiştirmedi. Bu nedenle DP ilk seçimden zafer-le çıkmıştı. Çünkü DP “vatandaşın” plajlarda görmek istemediği

“halkın” sesiydi. CHP, bürokrasi tarafından planlanıp işletilen bir devlet ekonomisinden yanayken, DP pazar ekonomisi taraf-tarıydı. CHP bürokrasinin ülkenin her kısmındaki vesayetinden yanayken, DP bürokrasinin azaltılmasından yanaydı. CHP ya-saklanmış dinî pratikleri hurafe olarak reddederken, DP bunları serbest bırakmak istiyordu.

CHP laiklikten, devlet elitinin yönetiminden ve bürokratik merkezden yanaydı. DP, demokratik çevrenin temsilcisi olarak Anadolu taşrası ile Kemalist merkez arasındaki mesafeyi azalt-ma gayretindeydi. Siyasi olarak ‘çevre’nin sesi ilk kez duyulu-yordu, iktisadi olarak da pazar ekonomisi sayesinde çevre yavaş yavaş gelişiyordu. CHP iktidarında demiryolları inşa edilmişken DP hükümeti karayolları yaptı. Çevredeki çiftçiler artık şehirlere ulaşıp tarımsal ürünlerini oralarda satabiliyorlardı. Devlet eliti CHP’yi seçmeye devam ederken, çevrenin demografik çoğun-luğu DP’ye etkileyici bir zafer kazandırdı. Taşralı muhafazakâr parti de bu zaferini ekonomik ve dini özgürlüklerin gelişimini sağlamak için kullandı. Zaman içinde komünizm karşıtlığı ve Türk milliyetçiliği tuzağına düşen DP’nin özgürlük karşıtı tavır-ları arttı. Bunu bahane eden ordu 27 Mayıs 1960’ta yaptığı ilk darbeyle statükoyu yeniden tesis edecekti.

Günümüzde bile birçok kriz, merkez-çevre arasındaki uyuşmazlıkla açıklanabilir. Örneğin Van Üniversitesi Rektörü Yücel Aşkın’ın 14 Ekim 2005 tarihinde tutuklanması olayı. Van, Türkiye’nin doğusundadır. Van’da Buruki gibi güçlü aşiretler gündelik hayatı belirler. Van tarihinde, merkeze karşı sayısız ayaklanma vuku bulmuştur. Ayrıca 20. yüzyılın en önemli vaizi

Said-i Nursi’nin cemaati de çok güçlüdür. Ankara oraya Aşkın’ı rektör olarak gönderdi. Aşkın hesapta, Van’ı Kürt ayrılıkçılığın-dan ve İslamcılıktan kurtaracaktı.

Kemalist devletin merkezi garnizonlarından biri olan YÖK, onu 1999 yılında Van’a gönderdi. Aşkın, üniversitenin akademik seviyesini yükseltti. Ünlü bilim insanlarını üniversiteye kazan-dıran rektör Aşkın, şehirde klasik müzik konserleri düzenledi.

Ödünsüz bir Kemalist olarak da, şehirde Kürt aşiretlerinin ve Nur cemaatinin etkisini azaltmaya çalıştı. Üniversitede başörtüsü yasağına karşı çıkan memurları ve üniversite personelini fişledi.

Onların çoğuna karşı disiplin süreci başlatmış ve işlerini kaybet-melerine neden olmuştu. Tüm bunlar olurken, 2005 Nisan’ında Cumhuriyet Başsavcılığı, hakkındaki iddiaları soruşturmaya başladı. 14 Temmuz’da evi arandı ve 14 Ekim’de tutuklandı.

Tutuklamadan üç gün önce Erdoğan hükümetinin Milli Eğitim Bakanı ve Buruki aşiretinin önde gelen mensupların-dan Hüseyin Çelik Van’a geldi. Tutuklamamensupların-dan iki gün sonra da Van’dan ayrıldı.

Erdoğan hükümeti Van’ın kendini ifade etme iradesinden yana tavır alırken, devlet aygıtı, yakalanan rektörün tarafında saf tuttu. YÖK’ün o zamanki başkanı sıkı Kemalist Erdoğan Te-ziç, Türkiye’nin tüm rektörleriyle birlikte hapisteki meslektaşını ziyaret etti. Dönüşlerinde Cumhurbaşkanı Sezer Ankara’da gru-bu sembolik olarak huzuruna kagru-bul etti. Aşkın kısa süre sonra serbest bırakıldı, fakat merkez ile çevre arasındaki sürtüşme da-ha sona ermemişti.

Aslında bu sorun Atatürk’ten beri mevcuttur. Atatürk’ün ilk meclisinde ortaya çıkan ilk cepheleşmede Birinci Grup adıy-la bilinen taraf, “Büyük Millet Meclisi”nde çoğunluğu meyda-na getirmişti. Bu grup daha sonraki devlet elitinin çekirdeğini oluşturmuştur. Bugün tarihçilerin “ İkinci Grup” olarak adlan-dırdığı ve Birinci Gruba nazaran daha heterojen bir oluşum daha

Türk Cumhuriyeti’nin Temel Düzeni

47

vardı. Bu grup Atatürk’ün istemediği bir şeyi talep ediyordu:

İslam’ın kamusal alanda daha fazla dikkate alınmasını ve devle-tin merkezîliğinin azaltılarak liberal bir iktisat ve toplum politi-kasının hayata geçirilmesini.

Merkez ve çevre arasındaki bu çekişme, özellikle 19. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nda da önemli bir husus olarak karşımı-za çıkar. Fakat Osmanlı’da bu problem, Orta Avrupa’dakinden daha farklı bir yol izlemiştir. İktidardaki merkezin çevredeki güçlerle çatışması Avrupa’da da vuku bulmuştur. Buna örnek olarak Mardin, asiller ve şehirliler, burjuvazi ve sanayi işçileri arasındaki çatışmaları verir. Fakat orada her çatışma çevrenin merkeze farklı bir entegrasyonuna yol açmıştır. Bu nedenle iki grup arasındaki uçurum zaman içinde ortadan kaybolmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti’nde ise durum bunun tam tersidir. Her iki örnekte de merkez ve çev-re birbirleriyle bir daha bir araya gelemeyecek bir şekilde karşı karşıya konumlanmışlardır. Osmanlı İmparatorluğu’nda padişah tek başına bürokrasi ve orduyu kontrol ediyordu. Bölgesel feodal beylerin elinde ne bürokrasi ne de ordu mevcuttu. Bürokrat en azından Sultan II. Mahmud’un (1785-1839) zamanına değin pa-dişahın kuluydu. Vergi ödemezdi ve koca imparatorluktaki tüm toprakların kendisine ait olduğu sahibine karşı sorumluydu. Os-manlı İmparatorluğu’nun belkemiği olan ordu devlet aygıtının tümüne kendi ismini vermişti. 17. Yüzyıla kadar Osmanlı devlet aygıtı askeriye olarak isimlendirildi.

Bu bağlamda birbirine karşı olan iki kültür mevcuttu: Os-manlı şehir medeniyeti ile Anadolu’daki taşra. Şehir, düzeni temsil ediyordu. Taşrada ise kontrol edilebilirliği zor ve çeşitli mezhep ve etnik yapının varlığı, taşrayı sürekli bir kaos ve isyan odağı olarak gösteriyordu. Şehirlerde İran’ın şehir ve saray kültüründen etkilenerek gelişen ince bir kültür hüküm sürüyordu. Eğitimin modernleştirilmesi Anadolu’ya tamamen kapalı kalmış şehirli elite

yeni imkânlar açtı. Böylece bürokratlardan teşekkül etmiş bir elit meydana geldi. Mezkur elitin prototipi kendisini devletinin hizme-tine sunan ve bu devlet tarafından yönetilen “Efendi”ydi.

Çevreye mensup kişilerin bu imkânlara erişmesi neredeyse olanaksızdı. Bilginin en önemli kaynağı din adamlarıydı. Osmanlı şehirlileri, şehirlerde sınırlı role sahip bu din adamlarını çevreye hapsetmeye istekliydiler. Şehirliler ve onun izole eliti seküler bir yaşam tarzı geliştirirken, Anadolu’daki taşralılar İslam’a daha sı-kı sarılıyorlardı. Bu nedenle taşra, Cumhuriyet’in ilanından çok önce de “irticanın yuvası” olarak damgalanmıştı. Bu anlayışa göre taşradaki İslam, tıpkı taşrada yaşayanlar gibi gericiydi.

Her geçen yüzyıl, yönetenlerle yönetilenler arasındaki kül-türel yabancılaşma daha da arttı. Bu nedenle daha Osmanlı İm-paratorluğu döneminde çevrenin şehirli merkezin kibrine karşı tekrar tekrar isyan etmesi şaşırtıcı değildir. Çevre, benzer şe-kilde 1908’den 1918’e kadar süren Genç Türk iktidarına karşı da savunmadaydı. Bu seferki savunmanın odağını ise taşranın merkezîleştirilmesine ve tek tipleştirilmesine karşı verilen mü-cadele oluşturuyordu. Ama taşranın çabaları yine nafile kalmış-tı. Daha sonra Atatürk de kültür devriminde Osmanlıların ve Genç Türklerin geliştirdikleri güçlü merkezî devlet anlayışına arka çıkacaktı. Siyasi gücün merkezi İstanbul’dan Ankara’ya taşınmıştı. Atatürk, orada “gayri medeni “ ve asi bir çevreyle karşılaşacağını biliyordu. Bu çevreye hükmedebilmek için elinde devletin güçlü aygıtları mevcuttu: Ordu, yargı, bürokrasi ve bir de devletin siyasetteki kolu olan CHP.

Belgede Türkiye de Neler Oluyor? (sayfa 44-49)