• Sonuç bulunamadı

2002 ve 2007 Seçimlerinde Yeni Elitin Zaferi

Belgede Türkiye de Neler Oluyor? (sayfa 147-154)

Türkiye’de 3 Kasım 2002’de gerçekleşen olayın siyasi dilde karşılığı zaferdir. Aslında yaşanan bunun bile ötesindedir. Bu, sa-dece 1950 seçimleriyle karşılaştırılabilecek bir dönüm noktasıdır.

İktidarın Ele Geçirilmesi

147

1950’de seçmenler Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) tek parti iktidarını bitirmişti, bu sefer de bir çırpıda Türkiye’nin bütün siyasi kadrosunu değiştirdiler. 1999 seçimlerinde üç koalisyon partisi, DSP, MHP ve ANAP oyların yüzde 55’ini almışlardı.

Bundan üç yıl sonra bu oran yüzde 15’de kaldı. Üç iktidar par-tisinin üçü de çukura saplandı, hiçbir bakan yeniden seçilemedi.

Seçmenler özellikle Ecevit’in DSP’sini cezalandırdı. Yüzde 1’lik oy oranıyla parti büyük bir hezimet yaşadı. Artık Ecevit gibi politikacıların zamanı geçmiş, Recep Tayyip Erdoğan gibi siya-setçilerin zamanı başlamıştı. Sıralamada CHP, AK Parti’yi ta-kip ediyordu. Elbette bu sonuç bir anda vuku bulmadı. Nisan 2001’de, tam krizin zirvesindeyken ve AK Parti’nin kurulma-sından dört ay önce, Türklerin yüzde 38’i artık hiçbir partiye oy vermeyeceklerini söylemişti. Üç yıl önce olsaydı bu oran ancak yüzde 5 olurdu. Ama halk, ekonomik durgunluğun müsebbibi olarak gördüğü siyasi kadroları ve sistemi reddediyordu. Zaten devletin otoritesi de yıllardır sağlanamamıştı.

Otorite kaybı esasen doksanlarda başladı. 3 Kasım 1996’da Susurluk kasabasının yakınındaki bir trafik kazasında, Türkiye’nin emniyet müdürlerinden biri, yer altı dünyasının en tanınmış lideri Abdullah Çatlı ve bir güzellik kraliçesi aynı arabada ölü bulundular; muhafazakâr milletvekili Sedat Bucak ise kazadan ağır yaralı olarak kurtulmuştu. Bu kaza, devlet ve güvenlik birimlerinin yeraltı dünyasıyla keçelenmişliğini gün yüzüne çıkarttı. Ardından 17 Ağustos 1999’daki yıkıcı deprem, siyasetin hızlı ve etkili bir yardımı organize etmeye bile mukte-dir olmadığını kanıtlayarak, öfkeyi daha da artırdı. Son olarak 19 Şubat 2001’de çıkan ekonomik kriz artık bardağı taşırdı. Herkes devletin bir kere bile vatandaşını düşünmediğini tekrarlıyordu.

Devlet tüm kredisini tüketmişti. Fakat devlet Anayasa’da hâlâ

“kutsal devlet” olarak nitelendiriliyordu. Türkiye’de, temel bir reformun kaçınılmazlığı aşikâr hale gelmişti.

3 Kasım 2002 şoku bunu başlattı. Yeni parlamentoda sadece iki parti temsil ediliyordu: Oyların yüzde 34,4’ü ile 550 millet-vekilliğinin 363’üne sahip olan AK Parti ve yüzde 19,4 oy oranı-na sahip CHP. Bu sonuç, kültür çatışmasının farklı cephelerini tekrar ortaya çıkardı. AK Parti, ekonomik fırsatlardan olduğu gibi siyasetten de dışlanmış taşrayı temsil ederken, CHP mer-kezin Kemalist devlet elitinin sözcüsü konumundaydı. 1950’de CHP’nin ilk defa muhalefete düşmesine benzer bir durumdu ya-şanan. 1950’den sonra CHP’nin muhalefete geçişiyle birlikte, dev-let eliti bütün imkânlarıyla, partileri devdev-letin kırmızı çizgilerin-den uzak tutmaya çalışmıştı. Belki de bu yüzçizgilerin-den, Cumhuriyet’in temel sorunları yarım yüzyıldır çözülmeden duruyordu.

Seçmenlerin AK Parti’den istedikleri açıktı: Daha iyi bir eko-nomi siyasetiyle daha çok zenginlik yaratması ve Türkiye’yi AB sürecine kilitleyecek daha fazla demokrasiyi getirmesi. Türkiye

‘herkese çok retorik’ ve ‘az kişiye bol ulufe’ ile dolu bir on yıl ge-çirmişti. Artık seçmenler gerçek bir piyasa ekonomisi ve kendine değil de bireye ve topluma hizmet eden demokratik bir devlet is-tiyordu. Geleneksel partiler kaybetmişti. Arkalarında bıraktıkları boşluğu ortanın sağını ve solunu dolduran AK Parti ele geçirdi.

CHP git gide sosyal demokrat söylemden uzaklaşacaktı. Tony Bla-ir ve Gerhard Schröder’in tasarlamış olduğu “Üçüncü Yol” benzeri bir sol anlayış onların semtine neredeyse hiç uğramamıştı.

Yeni kurulan AK Parti, CHP’nin ideolojik kemikleşmesin-den en çok istifade ekemikleşmesin-den taraf oldu. AK Parti 3 Kasım 2002’de, seçmenlerin ideolojilerden bıkmış olmalarından yararlandı. İdeo-lojik sloganlar 1999 yılının seçimlerini belirlemişti. Seçimlerden hemen önce PKK lideri Öcalan yakalanmış, ülkeyi bir mutluluk dalgası kaplamıştı. Devlet ve güvenliği bir kez daha merkeze oturmuştu. Ama 2002 seçimlerini belirleyen şey ekonomi ola-caktı. Bu yüzden de TBMM’de temsil edilen partilerden hiçbiri meclise geri dönemedi.

İktidarın Ele Geçirilmesi

149

Siyaset bilimci Ziya Öniş, AK Parti’nin seçim başarısını üç faktöre bağlamaktadır. Birincisi, AK Parti geleneksel partilerin başarısızlıklarından istifade etti, buna CHP’nin sosyal adalet için artık yeterli görülmemesi de dahildi. İkincisi, AK Parti’nin küreselleşmenin kaybedeni gibi kazananını da kendisine bağla-maktaki başarısı oldu. Üçüncüsü ise birçok adayı AK Parti’ye geçmiş olan İslamcı Refah Partisi (RP) ve Fazilet Partisi’nin (FP) pragmatik belediye başkanlarının başarılarını kendi yararına kullanabilmesiydi.

Seçmenler ayrıca AK Parti’nin inandırıcı seviyede, kendi-sinden önce gelen İslami partilerden ayrılmasını ve artık İslami bir devlet istememesini, onun yerine özgürlükçü bir demokrasi-nin sınırları içerisinde kapsamlı bir din özgürlüğü talep etmesini ödüllendirdiler. Üstelik AK Parti, kendini yolsuzlukla savaşma-ya adadı. Tek parti olarak, otoriter devletten korumak istedi-ği bireyin ve toplumun hakları için çalıştı. Türkiye’deki İslami harekette bir karşılığı olmamasına rağmen, AK Parti kendisini Avrupa’nın liberal prensiplerine yakın bir yere yerleştirdi.

AK Parti, IMF ile pazarlık edilmiş olan ekonomik reform-lara ve kamu maliyesinin yeniden yapılandırılmasına ara verme-den devam etti. AB ile ilişkileri yeni temeller üzerine oturttu.

Önceki hükümetler Kopenhag Kriterleri’nin bazı kısımlarını

“Türkiye şartlarına” aykırı bularak reddetmişti; yeni hükümet Brüksel yaptırımlarını sesini çıkarmadan harfi harfine uyguladı.

Partinin dış ilişkilerden sorumlu siyasetçileri ilk defa, somut ola-rak atılması gereken adımları öğrenmek ve Türkiye için kişisel düzeyde destek bulmak amacıyla Avrupa Parlamentosu’nun ve AB Komisyonu’nun kapılarını çalmaya başladılar.

Irak savaşının sonucu da Türkiye’yi Alman–Fransız eksenine yaklaştırdı. Kıbrıs siyasetinde Türkiye daha önce hiç olmadığı kadar esnek olabileceğini gösterdi ve Birleşmiş Milletler’in (Güney Kıbrıs Rumlarının muhalefeti yüzünden başarısız olan) adanın

bölünmüşlüğüne bir son verme planını destekledi. Öte yanda TBMM’deki tek muhalefet partisi olan CHP, tüm gelişmeler kar-şısında giderek şiddetlenen bir milliyetçi politika izliyordu. Bey-hude yere hükümetin bir zayıık göstermesini veya hükümet ile askeriye arasında bir ihtilaf çıkmasını bekleyip durdular.

Mecliste çoğunluğu elde eden AK Parti, ilk iki yılında her şeyden önce bir biri ardına reformları yürürlüğe koydu. 19 Ka-sım 2002’den 15 Mart 2003’e kadar Erdoğan’ın yerine başbakan-lık yapan Abdullah Gül, yeni kanunlar çıkarmanın tek başına yeterli olmadığını anlayacaktı. Aynı zamanda uygulanmaları da gerekiyordu. Ama partisini alt etmek isteyen bir “gizli muhale-fet” iş başındaydı. Gene de tüm muhalefete rağmen 2002’den 2004’e kadarki reformlarla Türkiye, özgürlükçü ve çoğulcu bir demokrasi yolunda büyük mesafe kat etti. Devlet Güvenlik Mah-kemeleri kaldırıldı, “Milli Güvenlik” bahanesiyle yükselen sesler susturuldu; düşünce özgürlüğü sahası önemli ölçüde genişletildi;

hapishane sistemi modernleştirildi, çocuk mahkemeleri kuruldu;

işkence ile mücadele edildi; miting ve gösteri hakları genişletildi, parti yasaklamak zorlaştırıldı.

İlk defa bireyi devlet önünde koruyan yeni bir ceza kanu-nu kaleme alındı. Yeni bir ceza muhakemeleri usulü kakanu-nukanu-nu ve ailenin namusundan ziyade kadın haklarına öncelik veren ye-ni bir medeye-ni kanun oluşturuldu. Başka reformlar Kürtçe dil kurslarına izin vermekte ve gayrimüslim azınlıklara (hükümet bürokrasisinin bir yolunu bulup tekrardan sınırladığı) haklar sağlamaktaydı. Temmuz 2003’teki “yedinci reform paketi”nin özünü ordunun etki alanının kısıtlanması oluşturuyordu. Re-form Milli Güvenlik Kurulu’nun ve kuruldaki işlevini sadece tavsiye vermeye indirgemiş olan MGK Genel Sekreterliği’nin gü-cünü kısıtlamaktaydı. O andan itibaren Parlamento, geçmişte Genelkurmayın tek başına onayladığı savunma bütçesini ilk defa tartışmaya başladı.

İktidarın Ele Geçirilmesi

151

Etkileyici reformlara rağmen halkın bazı kesimleri AK Parti’nin “gizli bir gündemi” olduğu ve bu gündemin İslami bir devleti de kapsadığı korkusunu üzerlerinden atamadılar. Delil ola-rak, hükümetin alkol lisansı verme yetkisini İçişleri Bakanlığı’ndan yerel yönetimlere aktarması ve böylece bazı belediye başkanlarının şehirlerindeki barların sayısını dörtte bire kadar indirmesi gösterili-yordu. Bu olaylar AK Parti içinde de muhalefete yol açtı. 2002’den 2007’ye kadar başbakan yardımcılığı yapan Abdüllatif Şener, bu tarz yasakları modern olmadıkları gerekçesiyle reddetti ve farklı yaşam tarzlarına saygı gösterilmesini istedi.

Yeni Ceza Kanunu’nda zinanın suç olarak tanımlanıp ta-nımlanmaması ile ilgili tartışma son derece ateşli bir hal alacak-tı. Önerinin kaynağı, AK Parti’li liderlerin eşlerinin, erkeklerin imam nikahıyla kolayca ikinci eş almalarının önüne geçilmesini istemeleriydi. Doğu Anadolu’dan seçilmiş önemli bir bakanın iki eşli olması onları özellikle rahatsız ediyordu. Buna karşın Par-tinin diğer bir kesimi, CHP ile birlikte, zinanın cezai yaptırımı olmaması gerektiğini savundu. Nihayetinde AB’nin baskıları so-nucunda bu maddenin eklenmesinden vazgeçilecekti.

Hükümetin başarılı Merkez Bankası Başkanı Süreyya Serdengeçti’nin görev süresini uzatmaması da, finans çevrelerin-de rahatsızlığa sebep oldu. AK Parti çevrelerin-de her hükümet gibi kendisi için önemli olan pozisyonlara sadık takım arkadaşlarını yerleştir-mek istiyordu. Önce hükümet, Serdengeçti’nin yerine İslami bir bankada yöneticilik yapan bir ismi getirmek istedi. Banka çevre-lerinden gelen protestolardan sonra, yüzünü daha önce Merkez Bankası’nda kariyer yapmış olan, ama AK Parti’yle de ilişki içe-risinde bulunan tanınmış bir uzmana çevirdi. Yine AK Parti’nin (hükümetin değil) 2006’da Hamas’ın radikal lideri Halit Meşal’i Filistin’deki seçim zaferinden sonra Ankara’da kabul etmesi bü-yük çalkantılara sebep oldu. Parti onu ılımlı bir seviyeye çeke-bileceğini ummuştu ama bu davetle Avrupa’nın nasırına basmış

oluyordu. Benzer rahatsızlıklar bugün bile dillendirilmektedir.

İslami kesim için önemli olan iki konuda ise AK Parti onların bakış açısını icraata geçiremedi. Bunlar başörtüsü ve İmam-Hatip okulları sorunlarıydı. Bu iki konuda Ak Parti uzun süre, kurulu düzenle karşı karşıya gelmekten kaçındı.

Kemalistler tarafından koparılan “gizli gündem” yaygara-sı, 22 Temmuz 2007 seçim sonuçlarının da gösterdiği gibi, sa-dece kendilerinin inandığı bir illüzyon olarak kaldı. AK Parti, Türkiye’nin tarihinde daha önce hiçbir partinin yaşamadığı bir zafere tanıklık etti. Kırk yıldır hiçbir parti böylesine net bir şe-kilde iktidarı elde etmemişti. AK Parti oy oranını yüzde 34’ten yüzde 47’ye yükseltti. Seçimde devlet elitinin haftalarca takip ettiği laiklik kampanyaları değil, dört yıldan fazla süren bir AK Parti iktidarından sonra daha iyi durumda olan ekonomi belirleyi-ci oldu. Seçim, Türkiye’de olayların laiklik ve İslamcılık arasında geçen tartışmalara göre belirlendiği iddiasını tekzip etmişti.

AK Parti seçimden Türkiye’nin birinci ve en köklü partisi ola-rak çıktı. AK Parti’nin siyaseti İslamcı olmamasına rağmen, seç-menleri Müslümanlardı. Seçmenler, Cumhuriyet’in laik karakteri ile kendilerinin İslami inançları kabul etmeleri arasında bir ihtilaf görmemektedirler. 2002 seçimlerinde genç AK Parti seçmenleri her toplum kesiminden gelmekteydiler, ama partinin lider politika-cıları eski bir siyasi İslam geçmişine sahipti. Bu 2007 seçimlerinde büyük oranda değişecekti. Eski İslamcıların yerine, AK Parti adına meclise artık tanınmış liberaller ve solcular da giriyordu.

CHP’nin eski genel sekreteri Ertuğrul Günay ve ülkenin en tanınmış iktisatçılarından biri olan Mehmet Şimşek bu isimlere örnek olarak verilebilir. İkisi de yeni hükümette bakan oldular. AK Parti’nin yeni isim listesine, bir zamanlar Ecevit’in veliahtı olan Haluk Özdalga, tanınmış bir anayasa hukukçusu olan Zafer Üs-kül, meşhur Alevi düşünürlerinden Reha Çamuroğlu ve ünlü film yapımcısı Osman Yağmurdereli de eklendi. Özdalga kendisinin

İktidarın Ele Geçirilmesi

153

AK Parti’ye giriş sebebi olarak, Türkiye’nin demokratikleşmesi için en iyi şansı bu adreste görmesini ve partinin ülkenin her ke-simini temsil eden tek halk partisi olmasını gösterdi.

AK Parti ve Erdoğan doğru zamanda gelmişlerdi. Gele-neksel partilerden, politikacılardan ve eski düzenden kopmuş olarak ve bütün bunlarla hesaplaşma istekleriyle, seçmen-lere bir alternatif sundular. Temmuz 2007’deki seçim zafe-riyle Cumhuriyet’in kalıtım bozukluklarını tedavi etme ve Türkiye’de daha önce hiç olmadığı kadar iyi ve modern bir de-mokrasi kurma şansını yakalamışlardı. Bunun için atılacak en önemli adım, Cumhuriyet tarihinde askerler tarafından değil de siviller tarafından yazılacak ilk ve yeni bir anayasa olmalıdır.

Erdoğan Temmuz 2007’de, parlamento seçimlerinden önce, ül-kenin önde gelen anayasa hukukçusu Ergun Özbudun’u bu işle görevlendirdi. Erdoğan altı anayasa hukukçusunun oluşturdu-ğu bir grubu bu çalışma için bir araya getirdi. Bütün bu proje-nin ruhu, Erdoğan’ı bir sosyal demokrat gibi gösteriyordu. Sivil hakların ve bireyin temel özgürlüklerinin devletin gücü karşı-sında güçlendirilmesine önem verdi. Bu altı üye, temel hak ve özgürlükler bölümünü Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarına ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne uygun hâle getirdiler. Devletin temel kaygılarına dokunmadığı müddetçe dinin kamusal ve toplumsal ifade biçimlerine izin veren, Anglo-Sakson bir sekülerizm anlayışını benimsediler. Özbudun’a göre mezkur proje bu yönüyle, Fransız modeli doğrultusunda ge-liştirilen radikal laiklik anlayışından ayrılmakta, onun yerine sekülerizmi güçlendirmektedir.

Belgede Türkiye de Neler Oluyor? (sayfa 147-154)