• Sonuç bulunamadı

Ordu: Kurucu ve Garantör

Belgede Türkiye de Neler Oluyor? (sayfa 54-68)

O

rdu, Türkiye’de kendisini modern Türkiye’nin baba-sı ve vasisi olarak görür. Bu durum sebepsiz değil:

Atatürk’ün etrafındaki generaller Avrupalı işgalcilere karşı Kurtuluş Savaşı’nı kazandılar, Cumhuriyet’i kurdular ve Atatürk onları otoriter bir eğitimden geçirerek Batı medeniye-ti tarafına yöneltmedeniye-ti. Cumhuriyet’e şekil vermiş olan altı ilkeye

“cumhuriyetçilik”, “laiklik”, “milliyetçilik” ve “devletçilik” dahil iken demokrasi ve insan hakları dahil değildir. Atatürk; Hitler, Stalin, Mussolini ve Franco ile çağdaştı. Bunlardan ayrılan nok-tası Cumhuriyet için medeni bir hedefi olmasıdır. Birçok hu-susta Cumhuriyet, Avrupa demokrasilerinden çok daha öndeydi, kadınların eşit hakları edinmesi konusunda olduğu gibi. Fakat Atatürk haleerinin aksine tam ve gerçek bir demokrasiyi ha-yata geçirmeye pek istekli değildi. Bunun temel sebebi onun bir siyasetçiden çok bir asker olmasıdır. Demokratik olarak seçilen siyasiler seçmenlerin iradesini hep dikkate almak zorundadırlar, oysaki askerler genelde halka ve dolayısıyla siyasetçilere güven-mezler. Onlara göre halk boş bırakıldığında ya “Kürt ayrılık-çılığı” ya da “irtica” ortaya çıkar. Bunlardan biri üniter devleti zedelerken diğeri laikliğe zarar verir.

Generaller, meşruiyetini demokratik olarak sağlamış ala-nın üzerine yeni bir alan inşa ettiler: Devlet politikası alanı. Bu alanda, aksiyomatik ve geri dönülemez bir tarzda demokratik siyasetin hareket alanı belirlenmiş ve kırmızı çizgiler açıkça ifade edilmişti. Üniter devletin korunması ve her türlü adem-i

merkeziyetin reddi, otoriter laiklikte ısrar ve din özgürlüğünün yadsınması. Devlet politikasının bir ayağında da “ Kıbrıs Soru-nu” bulunur. Bu meselede generaller, Kıbrıs Rum kesimindeki Rumlarla uzlaşma adına herhangi bir adım atma taraftarı de-ğillerdir. Bu yüzden adada 30.000 Türk askeri konuşlandırıl-mıştır. Ordu, Kıbrıs’ın Türk kesimini korumayı sürdürmek ister. Ayrıca kendisini, Ada’nın 1963’te bağımsızlığını kaza-nışından, 1974’teki askeri harekâta kadar Kıbrıs Rumlarınca defalarca katliama maruz bırakılan Kıbrıs Türklerinin hamisi olarak görür.

Demokratik yönetimin meşru idari kurumları parlamento ve hükümettir. Üniter devlet ise devletin temellerini korumakla vazifelendirilmiş her türlü kurumu içine alır. Abdullah Gül’ün 28 Ağustos 2007’de Cumhurbaşkanı seçilmesine değin Cumhur-başkanlığı, devlet politikasının uygulandığı bir makam olarak öne çıktı. Aynı devlet politikası bunun yanında, kendi felse-fesini yaşatan Milli Güvenlik Kurulu (MGK), Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) ve (daha sonraları ilga edilen) Devlet Güvenlik Mahkemeleri gibi kurumlar da oluşturmuştu.

Devleti kuran ve onu kendi malı olarak gören kişiler, dev-letin ellerinden kayıp gitmesini istemiyorlardı. Devdev-letin mezkûr kurumlarında çalışanlar, Türk milletinin gerçek menfaatini yal-nızca kendilerinin savunacaklarına yürekten inanmış ve kendile-rini bu milleti tepeden eğitmeye, yönetmeye ve milletin seçilmiş temsilcilerini gözetlemeye muvazzaf kılmışlardı. Bugüne değin Türkiye’de demokrasinin etkinliği yalnızca generallerin ve resmi ideolojinin koruyucularının izin verdiği kadardı.

Tüm bunlara rağmen Türkler ordularıyla gurur duyarlar.

Asker bir millet olmak Türkleri gururlandırıyor. Bin yıl ön-ce aşiret bağlarıyla birbirine bağlı süvari grupları halinde Orta Asya’dan Anadolu’ya göç etmişlerdi. O vakitler devlet bağından söz etmek mümkün değildi. Avrupa uzun süre Osmanlı orduları

Devlet ve Devlet Eliti

55

karşısında titrerken, Arap yöneticiler de kendi güvenlikleri için Türk askerlerini istihdam ettiler. Ordu ulusal bütünlüğün hâlâ önemli bir sembolüdür. Bu nedenle devlet protokolünde ordu mensupları Avrupa’daki tüm devletlerin protokollerindekinden daha yukarıda yer alır. Genelkurmay Başkanı, Savunma Baka-nından önde yer alır. Başkent Ankara’da seçilmiş belediye baş-kanı bir davet verdiğinde, protokolde kendisinden önce İçişleri Bakanının atadığı vali ve şehrin garnizon komutanı yer alır.

Türk ordusu NATO’nın en büyük ikinci ordusudur ve Türkiye’deki sürekliliğin garantörüdür. Bu nedenle, askerî okul-larda bir elite ait olma bilinciyle yetiştirilen genç subay adayları, verimlilik ve bütünlük hususunda ülkenin sivil kurumlarından farklı düşünürler. Bu gençler kendilerini Cumhuriyet’i yöneten, ayrıca iç ve dış düşmanlara karşı koruyan bir elit olarak tasav-vur ederler. Onlarda sivillerden çok daha iyi oldukları bilinci apaçık görünür. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde askerî akademilerin eğitim seviyesi diğer tüm okullardan daha yüksek ve ileriydi. Bu akademilerin yeniden düzenlenmesinde Prusyalı generallerin, hepsinden önemlisi Colmar Freiherr von der Goltz’un (1843-1916) önemli katkısı vardı. Prusyalılar, askerî akademilerin teknoloji ve tabii bilimlerde ulaşılmış en ileri bilgi-yi temsil etmelerini istiyorlardı. Bugün bile Askerî okullar diğer tüm Türk okullarından daha güçlü bir düşünce eğitimi vermek-tedirler; bu eğitim pozitivist bir çerçevede olsa bile.

Her yıl 13 Mart tarihinde tüm harp akademilerinde, sabah töreninde “Mustafa Kemal” ismi okunduğunda, tüm kurmayla-rın bir ağızdan “Burada!” haykırışı duvarları çınlatır. Bu anda her biri Atatürk’ü ve Atatürk’ün anısını zihninde canlandırır.

Onun mücadelesi aslında hepsinin savaşıdır: Kürt ayrılıkçılığı ve irticaya karşı savaş. 13 Mart, Atatürk’ün Harbiye’ye girişinin yıl dönümüdür. O gün orduya giren bu zeki ve kibirli genç, son-raları ordunun üst kademelerine yükselecekti.

Bugün de benzer şekilde çoğu subay, taşra şehirlerinden ve orta sınıfın alt tabakasından gelirler. Tüm subaylarını kendile-rinden çıkaran bir askerî kast ne Osmanlı İmparatorluğu’nda ne de Cumhuriyet’te hiç olmadı. Lakin Harbiye’de genç subaylar, Atatürk’ün aksiyomları çerçevesinde eğitilerek ortak bir bilince kavuşurlar. Böylece Türk ordusunun sürekliliğini garanti eden bir subay tipi ortaya çıkar. Türkiye’nin başka hiçbir kurumu bu kadar kapalı ve tek tip değildir. Şehirlilerin çocukları mü-teşebbis, profesör, doktor ve avukat olurlar. Genç kurmaylar bunlardan çok daha az kazanırlar. Buna karşın askerî lojman-lar Türkiye’nin en güzel yerlerindedir. Hepsinden önemlisi ise subaylar en yüksek Türk değerlerinin yaşayan örnekleri olma bilinciyle yetiştirilmişlerdir: Verimlilik, bağlılık, disiplin, itaat, başarı ve vatanseverlik.

Kimliğini bu şekilde tanımlayan bir kişi, kendisine güveni-len hususta bir tehlike ortaya çıkarsa duruma müdahale etmek ister. Akut bir krizde veya Atatürk’ün mirasında revizyon yapıl-ma tehdidi baş gösterdiğinde askerlere bir dünya tedbiri yürürlü-ğe koyma imkânı doğar. Doğrudan müdahale ederek hükümeti darbeyle devirme, bunlardan sadece biridir. Bunu 1960, 1971 ve 1980’de yaptılar. Ayrıca sivil politikacılara hiçbir hükümetin yok sayamayacağı “tavsiyeler” verebilirler. İslamcı Necmettin Erbakan’ın hükümeti 28 Şubat 1997’de benzer “tavsiyelere” ma-ruz kalmıştı. Son olarak yalnızca kanaatlerini bildirerek kamuo-yunu harekete geçirip arzu ettikleri amaca ulaşabilirler.

Aslında generaller ülkeyi yönetmek istemezler. Onlar yal-nızca siyasetin kurulu düzen içerisinde sürmesi kaygısını ta-şırlar. Ciddi durumlarda darbeyle imdat frenini çekerler. Tıpkı 12 Eylül 1980’de yaptıkları gibi. Darbeden önceki aylarda cad-delerde her gün solcu ve sağcı aşırılar arasındaki çatışmalarda ortalama 30 kişi hayatını kaybediyordu. O dönemin Genelkur-may Başkanı Kenan Evren sonraki konuşmalarında, on bir ay

Devlet ve Devlet Eliti

57

boyunca müdahalenin en doğru zamanının beklendiğini söyleye-cekti. Devrik Başbakan Süleyman Demirel, sokak terörünün bir günde sona ermesinin kendisini çok şaşırttığını ve solcular ile sağcıların bir noktadan yönlendirildikleri ihtimalini öne sürdü.

Her halükarda ordunun darbelerden önce psikolojik olarak zemi-ni hazırlamış olduğu herkes tarafından bilinen bir husus.

Askerler, her darbede kanuni yükümlülüklerine atıfta bulu-nuyorlardı. Kastettikleri, 1961 yılında yürürlüğe giren “İç Hiz-meti Kanunu”nuydu. Bu kanun, müdahalelere onay veren bir belgeydi. 2. Maddede: “ Ordu, Türk vatanını, bağımsızlığını ve cumhuriyetini korumak için savaş sanatını öğretmek ve kullan-makla yükümlüdür.” yazıyordu. 35. Maddede ise her şey daha açık ve somuttu: “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi, Türk vatanını ve Türkiye Cumhuriyeti’ni, anayasada belirlendiği üzere, korumak ve kollamaktır.”

Darbeler Cumhuriyet’in temel problemlerinden bir tanesi-ne dahi derman olamadı. Aksitanesi-ne ülkedeki iç problemleri iyice çözümsüzlüğe mahkûm etti. Siyasetçilerin ordunun düzeltici rolünü kabullenmeleri onları sorumsuz davranmaya itti. Aynı şekilde son doğrudan müdahale olan 1980 darbesi de ülkeyi geri götürdü. Yeni anti-terör yasalarının ilk muhatabı özelde entelek-tüellerdi ve bunlar yeni kurulan Devlet Güvenlik Mahkemelerin-de yargılandılar. Kürt ayrılıkçılığıyla mücaMahkemelerin-dele için aşırı sağcı

“bozkurtların” çoğunluğu teşkil ettiği yeni birimler kuruldu.

Kürt milliyetçiliğine karşı bir önlem olarak tüm Kürtçe yer ve bölge isimlerinin Türkçe yeniden adlandırılması yapıldı. Grev yasağı genişletildi ve Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) üniversi-telerin elinden her türlü özerkliği aldı.

1982 yılında yazılan yeni Anayasa bunların dışında başka kısıtlamaları da içermekteydi. Daha önceki 1924 ve 1961 ana-yasaları gibi bu Anayasa da seçilmiş meclislerce değil de aske-rin gölgesinde hazırlanmıştı. 1982 Anayasası için düzenlenen

referandumda her türlü eleştirinin yasaklandığı bir kampanya süreci yaşandı. Askerler kışlalarına dönmeden önce tekrar on yıllık ritimlerle müdahaleye gerek duyulmayacak bir düzen tesis etmek istiyordu. Yeni Anayasa, Milli Güvenlik Kurulu’nu ken-disi üzerinden askerlerin siyasete doğrudan etki edebilecekleri bir kuruma dönüştürmüştü. Kurul, generaller ve siyasetçilerden oluşuyordu. Yeni Anayasanın girişinde “12 Eylül 1980’de yapı-lan operasyonun”, “Kutsal Türk Devletinin varlığını” korumaya hizmet ettiği yazılıydı. 1995 yılında “kutsal” kelimesinin yerini

“yüce” kelimesi aldı. Lakin Anayasanın ruhu değişmeden mu-hafaza edildi. Hâlâ devlet merkezde yer alıyor ve vatandaşın bu devlete hizmet etmesi gerektiği ön kabulleriyle hareket ediliyor-du. Hâlâ devletin daha birçok temsilcisi bu hâlet-i rûhiyeyi sür-dürüyordu.

Darbeden sonraki ilk özgür seçimde olaylar generallerin ar-zuladığı doğrultuda gelişmedi. Her darbeden sonra, gerçek hâkim olan halk, askerin zıt kutbu olan partiyi iktidara getirdiği gibi, 1983’te de aynısını gerçekleştirdi. Asker açıkça Turgut Özal’ın Anavatan Partisi’nin seçilmesine karşı uyarılarda bulundu. La-kin Özal seçimlerden zaferle çıktı. Onun ülkeye getirdiği açı-lım, ekonomideki liberalleşme ve siyasette tabuları yıkmasıyla Cumhuriyet’in kuruluşundan beri meydana gelen ikinci dönüm noktasıydı. Özal, Cumhuriyet’in iki büyük temel tehdidine kar-şı – Kürtler ve İslam – baskıdan ziyade daha fazla demokrasiyle mücadele edilmesi taraftarıydı.

Özal Malatyalıydı. Pragmatik bir lider olan Özal, kendisin-den önce ve sonra hiçbir siyasetçinin cesaret edemediği kadar askerle uğraştı. Askeri törenlere şort ve beyzbol şapkası ile katıl-mış ve Türkiye’nin Körfez Savaşı’na katılımıyla alakalı bir ikti-dar mücadelesinde 1990 Kasım’ında askere karşı çıkmıştı. Özal geri çekilmedi ve sonuçta dönemin Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay geri adım attı. Özal 1993 yılında vefat etti. Özal’ı

Devlet ve Devlet Eliti

59

Cumhurbaşkanı olarak dönemin Başbakanı Süleyman Demirel takip etti. Demirel 1971 ve 1980 yıllarında darbeyle devrilmişti ve dersini almıştı. Onun idaresinde Türk siyaseti tekrar genel akıntının sularında yol almaya başladı, kimse askere bir demok-raside geçerli olan sınırlar içerisinde hareket etmesi gerektiğini anlatmaya çabalamadı.

Bunu sadece bir kez, birçok sefer kısa sürelerle başbakanlık yapmış olan Mesut Yılmaz denedi ama başaramadı. Yılmaz, 1998 ilkbaharında tekrar bir koalisyon hükümetinin başında başbakan oldu. Başbakanlığı sırasında kendisinin sadece şüphelileri takip edecek bir bölüm kurduğunu artık “Batı Çalışma Grubu”na da ihtiyaç kalmadığını savunuyordu. Fakat o da 1998 Mart’ında or-dunun müdahalesine sesini çıkaramadı.

Genelkurmay’da kurulan bu gizli organizasyon, Türkiye’nin

“iç düşmanlarına” karşı suç unsuru teşkil eden ve ceza mahke-melerinde kanıt değerini haiz materyal toplamakla görevlendiril-di. Erbakan’ın görevden uzaklaştırılmasından sonra da “irtica”, gündemlerinin ilk sırasındaki yerini muhafaza etti.

“Batı Çalışma Grubu” etkin çalıştı ve büyük ihtimalle 2002 sonunda lağvedildi. Onun yerine Jandarma Komutanlığı’nda

“Cumhuriyet Çalışma Grubu” kuruldu. Tüm bu süre zarfında Milli Güvenlik Kurulu da çok etkin çalışıyor ve ayda bir kez toplanıyordu. Erdoğan hükümetinin en büyük reformlarından birisi, 2003 yazında, siyaseti biçimlendirme yetkisini general-lerin elinden alarak kurulu bir tavsiye organı haline dönüştür-mesidir. 2004 Ağustos’unda ilk kez bir sivil, MGK’nın başına atandı. Daha önce Atina’da büyükelçilik yapmış olan tecrübeli diplomat Mehmet Yiğit Alpogan, kendisinden önceki sekreter Şükrü Sarıışık’ın yerini aldı.

Milli Güvenlik Kurulu reformunda Türklerin gözleri şaşkın-lıktan fal taşı gibi açılmıştı. O gün yaşananları şanlı ordularına hiç yakıştıramamışlardı. Her şeyden evvel orada “Milli Güvenlik

Kurulu’nun Siyasi Belgesi” olan “Kırmızı Kitap” yazılıyordu.

Genelkurmay Başkanı bu kitabı yeni Başbakana onun Kurula katıldığı ilk oturumda iletirdi. MGK eski genel sekreterlerinden biri, hükümet olduktan sonra “Kırmızı Kitap”ı okuyan herkesin siyasetini yeniden gözden geçirdiğini ifade etmişti. “Kırmızı Ki-tap”, 27 ince sayfa ve 42 paragrafta askerin en önemli “kırmızı çizgilerini” formüle etmekteydi. Bu çizgiler, MGK Genel Sekre-terliğini adeta Cumhuriyet’in iç güç merkezi haline getiriyordu.

Bu yüzden “Kırmızı Kitap” aslında, içeriğine dair tüm katılım-cıların sessiz kaldığı, Türkiye’nin “gizli anayasası” idi. Bu ku-rulun varlığı, devlet elitinin ve askerin toplum ve demokrasinin işleyişine karşı gösterdiği güvensizliğin bir başka kanıtıdır.

Bu kurulun son on yılında psikolojik savaş tekniklerini kul-lanırken ortaya koyduğu performans takdire şayandı. Bu tam da, MGK’nın 2004’te lağvedilen dört biriminden birinin göreviydi.

Bir diğer birimde Türkiye’nin istihbarat servisinin eline geçen tüm önemli veriler bir araya toplanıyor ve değerlendiriliyordu.

“Basın yayın çalışması” biriminin görevi ise “iç ve dış tehlikele-ri bertaraf etmek” ve “devletin bütünlüğünü, bağımsızlığını ve Atatürk devrimlerini korumak için” yanlış bilgilendirme kam-panyaları yürütmekti.

“Psikolojik savaş”a güzel bir örnek olarak, Kürtlerin yaşadı-ğı küçük ilçe Şemdinli’de 2005 Kasım’ında meydana gelen olay verilebilir. Kürtlerin yoğun yaşadığı Güneydoğu’da sayısız faili meçhul suikast vuku bulmaktaydı. Fakat 9 Kasım 2005’te gü-venlik güçleri meşhur bir Kürt entelektüelin kitapçısına bomba atılmasının ardından suikastçıyı yakalamıştı. Eski PKK men-subu fakat o vakit Türk devleti için çalışan suikastçı Veysel Ateş hazırda bekleyen ve içinde Jandarma mensubu Ali Kaya ile Özcan İldeniz’in oturduğu bir arabayla kaçmak istedi. Arabanın bagajında birçok başka silah ile birlikte şahısların isimleri ve nerede öldürüleceklerini gösteren planlar bulundu. Suikastçıların

Devlet ve Devlet Eliti

61

amacı çok açıktı: Bir dizi cinayet ile Türk ordusu ve PKK ara-sındaki savaşı tekrar canlandırmak!

Savcı Ferhat Sarıkaya suikastçıların yüksek rütbeli subay-larla bağlantılarını ortaya çıkarmak istedi. Sarıkaya, sonrasında Genelkurmay Başkanı olacak Yaşar Büyükanıt’ın ismine de id-dianamede yer vermek istiyordu. Büyükanıt, yakalanan iki jan-darma mensubundan biri hakkında “iyi çocuktur” şeklinde övgü dolu sözler sarf etmişti. Büyükanıt bu kişiyle Güneydoğu’daki ordu komutanlığı esnasında birlikte çalışmıştı. Neticede Sarı-kaya tüm görevleri elinden alınarak azledildi, bunun sebebi ola-rak da, silahlı kuvvetleri teröre karşı mücadelede zayıatmak amacıyla görevini kötüye kullanması gösterildi. Şüpheliler askeri mahkemeye sevk edildiler ve mahkeme 2007 Aralık’ında bunları serbest bıraktı.

Ankara’da kamu hukuku profesörü olan Mithat Sancar, or-dunun sürekli kriz senaryoları ürettiğini ve bununla kendisinin vazgeçilmez olduğunu ima ettiğini öne sürmüştü. Ordu kamuo-yunun önüne zeytin yeşili üniformasıyla çıkabilmek için her şeyi yapıyordu aslında. Türk ordusu, onlarca yıldan beri yapılan her tip kanaat anketinde halkın hiç değişmeksizin en güvendiği ku-rum çıkar. Sıralamada meclis, parti ve siyasetçilerin çok üstünde yer alır. 2005 ve 2007 yıllarında yüksek rütbeli subaylar ilk kez görevlerini kötüye kullanma ve ihmalden dolayı hapis cezası-na çarptırıldılar: Önce emekli Amiral İlhami Erdil, sonra emekli Korgeneral Ethem Erdağı. 2007 Mayıs’ında yapılan kapsamlı bir anketin sonucunda Türk gazetecilerin % 79’unun Türk ordusu-na güvendiği ortaya çıktı. Başka hiçbir kurum böyle bir güvene layık olamamıştı. Öte yandan 2006 Kasım’ında yapılan başka bir ankete göre Türklerin % 58’i ordunun politikaya karışmasını istemiyordu. Buna olumlu bakan sadece % 14,5’luk bir kesimdi.

Ordu, olumlu imajını ancak eleştirel sesleri bastırarak mu-hafaza edebileceğini düşünüyordu. 2007 Nisan’ında haber dergisi

Nokta ordu hakkında eleştirel haberler yayımladığı için kapan-mak zorunda kaldı. Nokta’da 2007 ilkbaharında yayımlanan üç farklı haber, kamuoyunun hop oturup hop kalkmasına neden oldu. Dergi ilk olarak, ordunun, hangi gazeteciler ordu taraf-tarı hangileri ordu karşıtı şeklinde net listeler tuttuğu haberini yayınladı. Genelkurmay ise haberi yalanlamamış, bunun yerine listenin sadece bir taslak olduğunu beyan etmişti.

“Nokta” bunun akabinde emekli Amiral Özden Örnek’in elektronik günlüğünden alıntılar yayımladı. 2004 yılında yazılan ve matbu 2.000 sayfa hacmindeki günlüğünde Örnek, Erdoğan hükümetine karşı nasıl bir darbe planladığını açıklıyordu. Belki buna paralel olarak, belki de ayrı biçimde dönemin Jandarma Komutanı Şener Eruygur da hiçbir zaman gerçekleşmeyen bir darbe planlamıştı. Darbenin gerçekleşmemesinin nedeni döne-min Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün buna izin vermeme-siydi. Günlüklerin kamuoyu ile paylaşılması ve yayımlanması hususunda Özkök çekingen bir tavırla bu durumun hukuki ola-rak araştırılmasının münasip olacağını söylemişti. Örnek, böyle bir günlüğün mevcut olduğunu ama kendisinin bunu imha etti-ğini bildirmişti, ama anlaşılan hepsini imha edememişti. Örnek kendi onurunu yaralanmış görerek Nokta’yı şikâyet etti. Fakat hiç kimse bu amirali, seçilmiş hükümete karşı bir darbe planı yapmasından ötürü şikâyet etmedi. Bunun yerine askerî mahke-menin arama emriyle Nokta’nın yayın merkezinde arama yapıldı ve bulunan her şey alınıp götürüldü. Bir sayı yayımlanamamıştı.

Yayımlanamayan sayı ordunun sivil toplumdaki kimi kuruluş-ları Erdoğan hükümetini köşeye sıkıştırmak ve belki devirmek için nasıl kullanacağını anlatıyordu. Kısa bir süre sonra 2007 Nisan’ında toplu mitingler başladı. Bu mitingleri düzenleyen derneklerin çoğu o dönemin İçişleri Bakanlığı’ndaki ilgili me-murlarca tanınmıyorlardı. Ya yeni kurulmuş veya kurgulanmış derneklerdi. Fakat organizatör derneklerden bir tanesi yeterince

Devlet ve Devlet Eliti

63

ün sahibiydi: “Atatürkçü Düşünce Derneği.” Bu derneğin başın-da 2004’te engellenen iki başın-darbenin önde gelen isimlerinden biri olan Şener Eruygur oturuyordu.

Nokta dergisinin Genel Yayın Yönetmeni Alper Görmüş, darbenin Amerika Birleşik Devletleri’nin destek vermeyi reddet-mesi, Türk basınının birlikte hareket etmemesi ve halktan kur-tarın çağrısı gelmemesi gibi nedenlerden ötürü gerçekleşmediği kanaatindeydi. Önceki darbelerin psikolojik altyapısı çok daha iyi hazırlanmıştı; ama artık Türkler orduları tarafından eğitilip yönetilmek istemiyorlardı. Görmüş, odası alt üst edildikten sonra istifa etti. Kendisine altı yıl sekiz ay hapis cezası istemiyle bir dava açıldı. Yayıncı Ayhan Durgun baskılar karşısında teslim bayrağını çekti. Psikolojik savaşa daha fazla dayanamamış ve dergiyi kapatmıştı. Ordu kimi darbeler aldı; fakat sonuçta bir “iç düşmanı” daha mağlup etmenin haklı gururunu yaşıyordu.

2002’den 2006’ya kadar görev yapan Genelkurmay Başkanı Özkök için en uygun tarif, üniforma sahibi bir vatandaştır. Hil-mi Özkök’ün bu görevi sürdürdüğü dört yıl AK Parti’nin ilk hü-kümet dönemiyle neredeyse tamamen örtüşmektedir. Özkök’ün Başbakan Erdoğan’ı ve partisini sevdiğini söylemek zor. Hükü-meti sürekli eleştiriyordu; fakat hem seleerinden hem de halefi Büyükanıt’tan çok daha itidalli bir şekilde. Gene de eleştirisinin dozu nadiren astlarını memnun ediyordu. Özkök ve Erdoğan’ın arasında sanki yazılı olmayan bir anlaşma yapılmış gibiydi: Her ikisi de ortamı germiyordu ve ordu kendisini geri planda

2002’den 2006’ya kadar görev yapan Genelkurmay Başkanı Özkök için en uygun tarif, üniforma sahibi bir vatandaştır. Hil-mi Özkök’ün bu görevi sürdürdüğü dört yıl AK Parti’nin ilk hü-kümet dönemiyle neredeyse tamamen örtüşmektedir. Özkök’ün Başbakan Erdoğan’ı ve partisini sevdiğini söylemek zor. Hükü-meti sürekli eleştiriyordu; fakat hem seleerinden hem de halefi Büyükanıt’tan çok daha itidalli bir şekilde. Gene de eleştirisinin dozu nadiren astlarını memnun ediyordu. Özkök ve Erdoğan’ın arasında sanki yazılı olmayan bir anlaşma yapılmış gibiydi: Her ikisi de ortamı germiyordu ve ordu kendisini geri planda

Belgede Türkiye de Neler Oluyor? (sayfa 54-68)