• Sonuç bulunamadı

Devlet Vatandaşını Oluşturuyor

Belgede Türkiye de Neler Oluyor? (sayfa 36-44)

B

irinci Dünya Savaşı kaybedilmiş, Almanya’nın yanın-da savaşa girmiş olan Osmanlı Devleti’nin varlığı son bulmuş ve Türkiye’nin bugünkü toprakları büyük oran-da işgal edilmişti. Bünyesinde birçok din ve etnisiteden unsuru barındıran Osmanlı İmparatorluğu yıkılmıştı. Yerine Türkiye Cumhuriyeti tarih sahnesine çıktı. Sonraları Atatürk olarak anı-lacak olan Mustafa Kemal’in önderliğindeki Kurtuluş Savaşı dört yıl sürdü. Mustafa Kemal, 19 Mayıs 1919 tarihinde “Bandırma”

posta gemisiyle Samsun’a geldi. Etrafına, benzer kafa yapısındaki insanları toplamış ve Osmanlı hanedanı ile Avrupalı işgalcilere karşı direnişin lideri olmuştu. Atatürk’ün etrafındaki bağım-sızlık savaşçıları Anadolu’nun içinden Samsun’dan, Sivas’tan, Erzurum’dan, Ankara’dan gelerek ülkeyi karış karış kurtarı-yorlardı. İşgalcileri kovdular ve Ankara’dan başlayan yeni süreci yönetmeye koyuldular. 29 Ekim 1923 tarihinde Atatürk eserini taçlandırdı ve Ankara’da “Türkiye Cumhuriyeti”ni ilan etti.

Yeni Cumhuriyet askerin çabasıyla kuruldu. Atatürk’ün etrafındaki askerler, Avrupalı büyük güçlere karşı savaşta Türkiye’yi bugünkü sınırlarıyla kurtarmışlardı. 24 Temmuz 1923’te Lozan Barış Antlaşması Sevr’i yeniden ele aldı. Lozan’da müttefikler “Cumhuriyetçileri” müzakerede taraf kabul ettiler.

Bu durum, onların Anadolu’daki zaferlerine bir de diplomatik zafer ekledikleri anlamına geliyordu: Sevr Antlaşması’nı yeni-den gözyeni-den geçirtmeyi başardılar. 10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Antlaşması’nda galip güçler Anadolu’yu kendi aralarında ta

Ankara’ya kadar paylaşmışlardı. Sevr Antlaşması, bir Kürt ve bir Ermeni Devleti öngörüyordu. Türklerin çoğunluğunun ortak hafızasında bu anlaşmanın bugüne değin oynadığı bir rol vardır.

Hiç de azımsanmayacak sayıda milliyetçi Türk, hâlâ Avrupa’nın büyük güçlerinin Türkiye’yi bölmek ve zayıatmaktan başka bir hedeerinin olmadığı kanaatini taşır.

1923 yılında Atatürk’ün etrafındaki askerler Kurtuluş Savaşı’nı kazandılar. Hemen aynı yıl müttefiklerin hızlıca tanı-dığı ve Cumhuriyet biçimini verdikleri yeni devletlerini kurdu-lar. Yalnızca bir sorun vardı: Bu yeni devletin bir milleti yoktu.

Osmanlı topraklarının % 75’i ve nüfusun % 85’i kaybedilmişti.

Eski kimlikler yok olmuştu, dolayısıyla yeni bir kimlik yaratıl-malıydı. Osmanlı son bulmuş, ‘Türk’ ise bir vatandaş olarak da-ha ortaya çıkmamıştı. Ve Anadolu’da hâlâ ya etnik olarak Türk olmayan ya da dini İslam olmayan birçok azınlık yaşamaktaydı.

Yüz yıl önce Fransa’da var olan durum hiç de farklı değildi.

Fransız Devrimi’nin gerçekleştiği yıl, yeni Cumhuriyet’te yaşa-yan her iki kişiden biri Fransızcadan başka bir dil konuşuyordu.

Ancak merkezi devlet Cumhuriyet’in her vatandaşına dil olarak Fransızcayı mecbur kıldı. Buna karşın Almanya’da önce Alman-ca konuşan bir ulus vardı ve bu ulus kendi devletini tüm ku-rumlarıyla meydana getirdi. Peki, yeni kurulan Türk Devleti’nin milleti kimlerdi? Cumhuriyet’in kurucuları 1923 yılında eşine az rastlanır bir durumla karşı karşıya kalmışlardı.

Yıkılan Osmanlı İmparatorluğu, meşruiyetini İslam’dan edi-nen çok milletli bir devletti. Dünyevi hükümdar olan Sultan, aynı zamanda tüm Müslümanların lider olarak kabul ettiği halifeydi.

Fakat Kurtuluş Savaşı’nın galipleri şimdi eskisinden daha farklı bir Cumhuriyet istiyorlardı. Onlar seküler ve homojen bir ulus devleti (Avrupalı modellerinin izinde modern bir devleti) arzu ediyorlardı. Atatürk’ün etrafındaki kurucular, yeni devletin, geri kalmış ülkenin modernleştirilmesindeki en önemli vasıta olacağını

Türk Cumhuriyeti’nin Temel Düzeni

37

hemen kavradılar. Atatürk, Türkiye’yi “muasır medeniyet seviye-sine” çıkarma ülküsünü gerçekleştirmeyi aklına koymuştu. Avru-pa, Kurtuluş Savaşı sırasında düşman ama modernleşme yolunda modeldi. Bu tip bir modernleşme için devlet tüm araçlarını kul-lanıma sokmuştu: Merkezî bürokrasi, aydınlanmış entelektüeller, yargı ve tabii ki devletin kurucuları olan askerler.

Fakat şimdi yönetebilecekleri bir halk kurgulamaya muhtaç-lardı. Ulus devletleri ‘Türk’ olmalıydı. Peki, Türk kimdi? Osmanlı Devleti’nde “Türk” kelimesi 19. yüzyıla değin alt tabakalar için aşağılayıcı bir kelime olarak kullanılırdı. Atatürk kararlı bir şe-kilde bu kelimeyi efsanevi vecizesiyle değerli kılmıştı: “Ne mutlu Türk’üm diyene!” Bu vecize Cumhuriyet’in kuruluşundan yetmiş beş yıl sonra bile Türk ulus devletinin amentüsüdür. Ve devlet kültünde gitgide daha merkezî bir konum üstlenerek, kamu bina-larına ve büyük mekânlara asılır hale gelmiştir. Bu sözü söyleye-meyenler veya söylemek istesöyleye-meyenler hemen damgalanır.

“Türk” kelimesi kısa süre içinde bir ahenk kazandı. Fakat arı bir Türk ırkının varlığından artık söz edilemezdi. Türkler bin yıl önce Orta Asya’dan Anadolu’ya göç ettiler. Anadolu’da diğer halklarla karıştılar. Önce imparatorluklarına son verdikleri Rum Bizanslılarla, Anadolu’da yaşayan Ermenilerle, Balkanlar’daki Boşnak ve Arnavutlarla, kuzey Mezopotamya’daki Kürt ve Araplarla, Kafkaslardaki Çerkez, Çeçen, Oset ve Gürcülerle, Ka-radeniz sahilindeki Lazlarla ve KaKa-radeniz’in öte kıyısındaki Ta-tarlarla karışmaya devam ettiler. “Devşirme” sistemi yoluyla da Osmanlı yönetici tabakasına Hıristiyan Balkan halklar karışmış-tı. Bu sistemde yetenekli genç erkekler başkente getirilip Müs-lüman yapılırdı. Bunlar sonra Osmanlı Devleti’nin önemli nok-talarına yükselebilirlerdi. Bunlar arasında göz kamaştırıcı isimler vardır: İbrahim Paşa (ö. 1536) ve Sokullu Mehmed Paşa (ö. 1579) gibi sadrazamlar, Midilli’den bir derebeyi ile bir Rum hanımın oğlu olan Kaptan-ı Derya Barbaros gibi (ö. 1546) denizciler ve

Rum ya da Ermeni bir ailenin oğlu olan Mimar Sinan (ö. 1588) gibi mimarlar. Büyük sultanların en gözde eşlerinin çoğu da Bal-kan Hıristiyanlarındandır. Aralarındaki en güçlülerinden biri, Batı tarih yazıcılığının haklı olarak “muhteşem” diye nitelediği Süleyman’ın (1495-1566) yanı başındaki kadın, kırmızı saçlı Uk-raynalı Hürrem Sultan (Roxelane) (1506-1558) idi.

Yeni Cumhuriyet kendini Osmanlı İmparatorluğu’ndan ay-rıştırmak ve Türklük temelinde seküler bir ulus devlet olmak is-tiyordu. Fakat bu hafife alınacak bir görev değildi. Mesela Fransa bir model olabilirdi. Atatürk daha öğrenciyken Fransız filozoa-rını orijinal eserlerinden okumuştu. Atatürk Fransa’dan merkezî devlet ve sekülerizm fikirlerini aldı, fakat devletin vatandaşı fik-rini almadı. Çünkü Atatürk, Cumhuriyet topraklarında yaşayan herkesi düşlerindeki Türk ulusuna mensup birer “Türk” olarak tanımlayacak kadar cesur değildi o dönemde.

Devletin kurucuları başka bir yol önerdi ve yeni Türk ulusu-nu özellikle İslam’ın üzerinden tanımlayarak Osmanlı mirasına sadık kaldılar. Savaşın bitiminin ardından büyük göçler meydana geldi. 1922 yılında Türkiye ve Yunanistan nüfus mübadelesi ko-nusunda anlaştı ve 30 Ocak 1923 tarihinde anlaşmayı Lozan’da imzaladılar. Türkiye’nin önerisi ve Yunanistan ile müttefik güç-lerin kabulüyle gerçekleşti mübadele anlaşması. Anlaşma ile ta-raar azınlıkları değiş tokuş ettiler. Türkiyeli Rum-Ortodokslar Türkiye’yi terk edip Yunanistan’a yerleştiler. Yunanistan’daki Müslümanlar da Türk olarak isimlendirilip anavatanlarını terk ederek Türkiye’ye yerleştiler. Bugünkü Türkiye topraklarından bir milyon iki yüz bin Hıristiyan göç etti. Yunanistan’dan ve Güney Balkanların diğer bölgelerinden 400.000 Müslüman ise Türkiye’ye yerleşti. Moldavya’da yaşayan Gagavuzlar etnik ola-rak Türk’tüler ve Türkçe konuşuyorlardı. Fakat çoğunluğunun Hıristiyan olmasından ötürü yeni kurulan Türk Devleti tarafın-dan ne o dönemde ne de şimdi kabule şayan görülmediler.

Türk Cumhuriyeti’nin Temel Düzeni

39

Mübadele sayesinde Türkiye, Rum-Ortodoks inancına men-sup ve ataları binlerce yıldır Anadolu’da yaşamış halkın nere-deyse tamamından kurtulmuştu. Mübadeleden istisna tutulan yerler arasında İstanbul vardı. Bu şehrin Rum-Ortodoks Hıristi-yanları İstanbul’da kaldılar. Ayrıca Batı Trakya da istisnalar ara-sındaydı. Batı Trakya da yaşayan Müslümanlar da göç etmediler.

Nüfus mübadelesiyle yeni kurulan seküler Türkiye Cumhuriyeti 19. yüzyıldaki reformlarıyla Müslümanları ve Hıristiyanları eşit konuma getirmiş olan Osmanlı İmparatorluğu’nun bile gerisinde kalmıştı. Gerçekleşen şey kan akıtmadan vuku bulan 20. yüz-yıldaki ilk etnik temizlikti. Ayrıca 20. yüzyılda belirli bir halka karşı düzenlenmiş şiddetle yürütülen ilk etnik planlama da yeni Cumhuriyet’in devraldığı mirasın arasındaydı. 1913 yılında bir darbeyle Osmanlı İmparatorluğu’nda iktidarı ele geçiren Genç Türklerin “İttihat ve Terakki Komitesi”, 1915 yılında Ermeni nüfusunun Suriye çölüne tehcirini kararlaştırmıştı. Türk tarih-çilerinin verilerine göre bu esnada 400.000 Ermeni ya öldü ya da öldürüldü. Batılı tarih yazıcılığının tahmin ettiği kurban sayısı ise yaklaşık 1,5 milyondur.

Cumhuriyet’in kuruluşunu takip eden yıllarda da Türk pasaportlu gayrimüslim vatandaşlar rahatsızlık kaynağı olarak algılandılar. Yahudilere karşı 1934 yılında Edirne civarındaki Trakya bölgesinde saldırılar gerçekleşti. Gayrimüslim tüccarla-rın fakirleşmesi ve ekonominin Türkleştirilmesi adına Cumhur-başkanı İsmet İnönü, 1942 yılında “ Varlık Vergisi”ni yürürlüğe koydu. 6-7 Eylül 1955 tarihindeki Türk “Kristal Gecesi’nde”1 gözü dönmüş kitleler Rumca konuşan azınlığın mallarını yağ-maladılar. Rumlar, bu olayla birlikte kendilerinin hiçbir şekilde istenmediklerini idrak edip ülkeyi terk ettiler.

1 Almancası Reichskristallnacht. 9-10 Kasım 1938 tarihlerinde Almanya ve Avusturya’da Yahudilere karşı uygulanan yağma ve saldırı hareketine verilen genel ad. [Ç.N.]

Tüm bunların arkasında Türkiye’nin, tüm vatandaşları-nı kapsayacak ve onların kendilerini ait hissedeceği bir çerçe-ve çizememiş olması yatıyordu. Yeni Cumhuriyet’in öngördüğü model Fransa örneğiyle birebir uyumlu değildi. Osmanlı Devleti belli açılardan hâlâ model olma özelliğini sürdürüyordu. Hatır-latmak gerekirse Osmanlı modeli etnisite üzerinden değil de din üzerinden bir ayrıştırmaya tâbi tutmaktaydı vatandaşlarını. Dinî cemaatler Osmanlı döneminde “millet” olarak tanımlanmıştı ve gayrimüslim “milletler”in dinî önderleri aynı zamanda siyasi ön-derliği de bünyelerinde barındırıyorlardı. Onlara ya patrik ya da etnark deniyordu. Ancak 19. yüzyılın ikinci yarısında bu bütün-lük yavaş yavaş çözülmeye başladı.

Aslına bakılırsa Osmanlı İmparatorluğu son döneminde ni-hayet gayrimüslimleri eşit haklara sahip Osmanlı vatandaşları olarak tanımıştı. Buna karşın Türkiye Cumhuriyeti gayrimüs-lim azınlıkların mensuplarını, Türk vatandaşı olsalar bile, “yerli yabancılar” olarak kabul etti. Bu durum bugün bile böyledir.

1995 yılında Adalet Bakanlığı “Cumhuriyet’in yurt dışı kökenli tehlikeleri” üzerine bir kanun tasarısı sunmuştu. Tasarının bir maddesinde açıkça “yerli yabancılar” vasıtasıyla Cumhuriyet’i tehdit eden tehlikeler dile getirilmişti. 2006 yılında ise o dönem-ki Cumhurbaşkanı’nın basın danışmanı yabancıların Türdönem-kiye’de emlak edinmesini eleştiren bir bildiri yayımladı. Burada, gayri-müslim azınlıkların satın alma davranışları da inceleniyordu.

Osmanlı İmparatorluğu’nda çok uzun zaman Sünni Müs-lümanlar, hâkim millet olarak konumlanmıştı. Cumhuriyet dö-neminde de Sünni Türkler kendilerini millet-i hâkime olarak ta-savvur ettiler. Onlar için azınlıkların haklarını talep eden herkes haindi ve eğer “hâkim millet” mensubu birisi onların haklarını savunursa o kişi hem Türklüğe hem de İslam’a ihanet etmiş gibi değerlendiriliyordu. Aslında tam da bu katmerli ihanet anlayı-şı, 2007 Ocak’ında İstanbul’da Türk-Ermeni entelektüeli Hrant

Türk Cumhuriyeti’nin Temel Düzeni

41

Dink’in ve Nisan 2007’de Malatya’da Hıristiyan olan ve Alman misyoner Tilman Geske ile birlikte çalışan iki Türk’ün, Necati Aydın ve Uğur Yüksel’in, öldürülmesine sebep olan anlayıştır.

Devletin kurucuları, Cumhuriyet topraklarındaki her Müslüman’ı “Türk” kabul ediyordu. Bu yüzden Kürtler de

“hâkim millet” içinde sayılıyordu. Çünkü Lozan Barış Antlaş-ması, Kürtleri azınlık olarak tanımlamıyordu. Bu statüyü dev-let yalnızca gayrimüslim azınlıklara veriyordu. Barış anlaşması bu statüyü, Genç Türklerin 1915’teki yok etme siyasetinden sağ çıkmayı başarmış Ermeni Hıristiyanlara, 1923 mübadelesinde mübadil olmamış Rum-Ortodoks Hıristiyanlara ve Yahudilere mahsus kılmıştı. Kürtler Sünni Müslümanlar olarak Türk ço-ğunluğa dahil edilmişti. Çoğunluğu etnik olarak Türk ve az bir kısmı da Kürt olan Aleviler de azınlık sayılmıyorlardı.

Sonunda devlet halkını tanımlamıştı. Şimdi ikinci adım ola-rak kültür devrimi başlayabilirdi. 1931 yılında formüle edilen Atatürk’ün altı prensibi kültür devrimini şekillendirmişti: “ Mil-liyetçilik”, “laiklik”, “cumhuriyetçilik”, “devletçilik”, “devrim-cilik” ve “halkçılık” prensiplerini rehber edinmiş, sınıfsız, içine kapalı, homojen bir toplum modeline ulaşmak.

Devlet, eğitimsiz yığınları bu prensiplere uygun biçimde modernliğe yöneltmeyi kafasına koymuştu. Cumhuriyet’in ilanı-nın hemen ardından tepeden inmeci Kemalist Kültür Devrimi’ni başlatmıştı. 3 Mart 1924’te Halifelik kurumu ilga edildi ve son Osmanlı halifesi Abdülmecid ülkeyi terk etti. 25 Kasım 1925 ta-rihinde “Şapka kanunu” kamusal alanda giyilecek elbiseyi tespit etti: Kırmızı fes yürürlükten kaldırılmış ve erkeklerin başı için yalnızca şapka uygun görülmüştü. 13 Aralık 1925 tarihinde tari-katlar yasaklandı. 1926 yılında İslami mahkemelerin ilgasından sonra önce İsviçre Medeni Hukuku, sonra İtalyan Ceza Huku-ku ve 1929 yılında Alman Ceza Muhakemeleri Usulü Kanu-nu alındı. 1928’de Atatürk Arap alfabesini kaldırdı yerine Latin

alfabesini koydu. Daha ortada seçecek alternatier yokken 1930 yılında kadınlar seçme ve 1934 yılında seçilme hakkını elde etti.

1934 yılında soyadı kanunu kabul edildi ve 1935 yılından itiba-ren pazar günü, hafta tatili ilan edildi.

1928 yılında Anayasadan “Türk Devleti’nin dini İslam’dır.”

şeklindeki 2. Madde çıkarıldı, 1937 yılında ise din ve devlet işleri-nin ayrılmasının Türkçe versiyonu olan “laiklik”, Anayasada yeri-ni aldı. Diyanet İşleri Başkanlığı (o zamanki ismiyle Diyanet İşleri Reisliği) devletin homojen bir Türk milleti yaratmada kullandığı en önemli araçlardan biriydi. Atatürk, kültür devrimini başarıyla yürütüyordu. İnsanların kendisini Kurtuluş Savaşı’nın lideri ola-rak görmesi ve devletin bürokrasi, asker ve yargı gibi bütün araç-larını elinde tutması, başarısının nedenleri arasındadır.

Devletin bu kurumları, halkın iradesini kendilerinin tem-sil ettiklerine tamamen ikna olmuşlardı. Oysaki bu aydınlanmış elitler, seçmenle hiç karşı karşıya gelmiyorlardı. Kemalizm’e gö-re hükümet ve meclisin tek vazifesi, devletin iradesini topluma ve vatandaşlara aktarmaktır. Hükümetler gelip giderler, meclis-ler seçilip ilga edilirmeclis-ler. Buna karşın tepedeki devlet kurumlarına asla dokunulmazdı. Kısa bir süre öncesine kadar bu kurumlar;

Atatürk’ün haleerinin oturduğu Cumhurbaşkanlığı makamı, 1961’den beri Genelkurmay’ın kontrol ettiği Milli Güvenlik Ku-rulu, Anayasa Mahkemesi ve devletin önceliklerine göre kaleme alınmış 1982 Anayasası idi. Bu şekilde hükümran olan devlet, modernleşme projesinin elinden kayıp gitmeyeceğinden emin olmak istiyordu. Bu yüzden ulusun homojenliğinin kurgu ol-duğunu açığa çıkaracak toplumsal bir dönüşümü veya elindeki kurumlardan birini kaybetmesine sebep olacak riskli oluşumları engellemek için can atıyordu.

Osmanlı’nın son dönem düşünür ve reformcularından Ah-met Cevdet Paşa (1823-1895) devletin icraatını ön plana çıkardı.

Toplumun, kendine has olumlu bir dinamizm geliştirebileceğini

Türk Cumhuriyeti’nin Temel Düzeni

43

hiç hesaba katmadı. Ahmet Cevdet’ten kısa bir süre sonra bu devlet, kaskatı çelikleşecekti ki bugün dahi bu şeklini muhafaza etmektedir. Devletin kurumları kendilerini siyaseti yönlendire-cek aktörler olarak görürler. Cumhuriyet’in doğuşundaki hata hâlâ yürürlüktedir. Bu hata, devletin ve araçlarının ulusun olu-şumundan önce mevcudiyet kazanması yüzünden, demokratik meşruiyet sahibi olmadan devletin “kendi” Türk ulusunu oluş-turma çabasıdır.

Belgede Türkiye de Neler Oluyor? (sayfa 36-44)