• Sonuç bulunamadı

Yıldız Teknik Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü

ÖZET

İnsanoğlu bu dünyada yerini aldığından beri var olma sebebini, nedenlerini, niçinlerini sorgulayıp, cevap aramaya çalışmıştır. Bu sorgulama esnasında kimi zaman dünyanın zevklerinden yeterince kam alamayacağını düşünerek hayıflanmış; kimi zamanda varlığının esas kaynağını düşünmüş ve ona dönecek olmanın sevinciyle sabırla beklemiştir. Doğum ölüm döngüsü içerisinde yer alan canlı kimi zaman içinde hissettiği boşluğu anlamlandırmaya çalışır. Bu çaba içerisinde sûfi şairler bazı metaforlardan yararlanır.

13. yüzyılın başında yaşamış olan Mevlana varlığın oluşumu, değişimi ve dönüşümünü anlatırken Ney’den yararlanmıştır. 14. asrın sonu ilr 15. asrın başında yaşayan Ahmed-i Da’i ise varlığın seyrini anlatmada Çeng’den yararlanmıştır. Ney sazlığından koparılmanın verdiği acı ile feryad eder, ahu ayrı düştüğü sevgilisini anlatırken bir çengin parçası olarak dile gelir. Ancak ikisi de dertlerine ortak bulamaz; çünkü onların geride bıraktıklara duydukları hasret ve ayrılık acısını anlaması gereken insanoğlunun gönlünde bunu anlayacak kudret bulunmamaktadır. Oysa neyin sırrı feryadında, çengin derdi makamında gizlidir.

İşte biz bu çalışmamızda yukarıda bahsettiğimiz noktalardan hareketle yaklaşık 200 yıl ara ile yaşamış bu iki şairimizin kaleme aldığı iki farklı eserini; Hz. Mevlana’nın Mesnevisi ile Ahmed-i Da’i’nin Çeng-name’sini varlığın oluşumu, değişimi, dönüşümü gibi kavramların ele alınış şekillerini karşılaştırmalı bir şekilde inceleyerek Ahmed-i Da’i’nin eserindeki Mevlana etkilerini belirlemeye çalışacağız. İki şairin varlığı ele alış biçimindeki farklılıkları ve ortak noktaları belirlerken içerisinde bulundukları dünya görüşlerini değerlendirmeye gayret edeceğiz.

ABSTRACT

Since its existence of human being in this world, he has always questioned the reasons, causes, whys of his existence and looked for answers to these questions. During this questioning, he sometimes bemonaned, because he thought that there will not be enough enjoy, he also sometimes thought about the existence of main source and hold out with the pleasure of to be return to it. While a being takes place inside birth and death cycle, sometimes it tries to explain the emptiness of itself. In this effort, sofi poets benefit from some metaphors.

Mevlânâ, who lived the beginning of 11th century, benefited from Ney while he explains the form and transformation of existence. Ahmed-i Da’i, who lived at 14th century’s second half, used Çeng while he explains course of the existence. Ney wails with pain of to be snapped from reed bed. Gazelle voices as a Çeng’s piece while it tells it’s far apart lover. However, both of them could not find a partner who shares their sorrow; because human being has not enough omnipotence in his heart to understand the bitter grief and longing, whereas, Ney’s secret is hidden in its howl and Çeng’s sorrow is hidden in its music.

In this work, we will try to compare Mevlânâ’s Mathnawi and Ahmed-i Da’i’s Çeng-name in terms of receiving consideration of the formation of existence, variations of existence, transformations of existence and we will try to state Mevlânâ’s impressions on the Ahmed-i Da’i’s work. In addition to this, we will try to state the differences and common points between two poets in terms of dealing of existence. In this context, we will attempt to evaluate their world view. GİRİŞ

İnsanoğlu yeryüzüne geldiği andan itibaren ortaya çıkan inanma ihitiyacı onun ilk andan kontrolü altına alamadığı doğa olaylarına inanmasına yol açmıştır. Daha sonrasında toplumun parçası olan kültürel dinamiklerle etkileşiminin artması ile beraber inanılan varlıklar değişmiş ancak tüm inanç sistemleri tek bir şeyi hedeflemiştir; insanın mutluluğu. Dış dünyayı tanıma ve anlamlandırma çabasındaki insanlık, zaman içerisinde kazandığı tecrübelerle varlık ve gerçek paradigmasına ulaşmıştır1

. Pagan dinlerin yanısıra ortaya çıkan semavi dinler de getirdikleri ahlak ve inanç sistemi yerleştirdikten sonra bu varlık gerçek paradigması ile karşı karşıya kalmış bir süre sonra bu konu da düşünmeye ve düşüncelerini anlatmaya başlayan bilginler yetiştirmeye başlamıştır. Temel özelliği maddeden ziyade mânânın ön plana çıkarılarak, düşüncenin ve dolayısıyla insanın olgunlaşmasını sağlamak; böylece derinlikli ve çok boyutlu bir kavrama refleksi geliştirmek olan bu evrensel faaliyetin İslâm medeniyeti dairesinde şekillenmiş biçimine tasavvuf diyoruz2

.

1 Ceylan, Ö., (2004), “Tasavvufi Edebiyat: Osmanlı Sahası”, Türk Dünyası Ortak Edebiyatı : Türk Dünyası Edebiyat Tarihi, AKM Başkanlığı Yayınları,İstanbul, IV- 159.

CEREN KARAKUŞ–TUDOK 2010

976

Tasavvuf; ilahi kaynaklı bir hikmetin, bu düşünce sistemine katılmış olanlar tarafından yeni gelenlere onu aktarma geleneğidir. Bu durum sistemin hem zaman içinde sürüp gitmesine hem de sonsuz kaynağı ile olan ilişkisinin devamına olanak sağlar. Tasavvuf çeşitli teoriler üzerine kurulmuştur ve bunlardan en önemli tek varlık “vahdet-i vücûd” teorisidir. Muhyiddin-i Arabî tarafından kurulmuş olan bu sistemde varlığın tek ve bir olduğundan söz edilir, bu tek ve mutlak varlıktan başka varlığın olması söz konusu değildir. Tam da bu noktada İslam inancı ile tasavvuf inancı birbirinden ayrılır. İslâm inancı Yaradan ve yaratılan olarak iki varlığı kabul eder; ancak tasavvuf Allah’tan başka varlık yoktur der. Bu da bizi yokluk meselesine götürür ve sufiler bu dünyadaki varlığın esas varlığın bir yansıması olduğunu ifade eder. Platon’un mağara örneği bu durumu en iyi haliyle açıklar.

Varlık konusu yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere daimi olarak tartışılan ve anlamladırılmaya çalışılan bir konu olmuştur. Varlık konusunu açıklamada bir çok sûfi eserler ortaya koymuştur. İlahi varlığın yeryüzündeki yansıması olan insanın esas varlıktan uzaktaki var olma çabası ve bu esnada duyduğu sıkıntılar bir çok sufiye ilham kaynağı olmuştur. Bu ilhama mazhar olan iki şairimiz Mevlânâ ile Ahmed-i Dâi yansıma varlığın macerasını anlatırken ve onun doğum ölüm çemberi içerisindeki macerasına değinirken çeng ve ney adından iki farklı musiki aletine başvurmuştur.

MESNEVÎ VE ÇENGNÂME

Çelebi Hüsamettin’in Mevlânâ’dan hikmetlerini yazdırmasını istemesi ile yazılmaya başlanan toplam 26.000 beyitten oluşan 6 ciltlik Mesnevî’nin ilk 18 beyiti bizzat Rumî’nin kendi elinden yazılmıştır. Bir çok sufi ve şarih tarafından ilk 18 beyit Mesnevî’nin kalbi olarak kabul edilmiştir. Mesnevî’de varlığın esas vatanından uzakta çektiği ayrılık acısına ve bu yolculuk boyunca yaşadıklarına, dünyanın tuzaklarına ve bu tuzaklara aldanmadan en temiz haliyle Mutlak Varlığa nasıl dönüleceğine dair ifadeler yer alır. 26.000 beyit boyunca çeşitli hikayelerle anlatılan, varlığın değişim macerası ve duyduğu hasret en mükemmel haliyle ilk 18 beyitte, ney metaforu ile karşımıza çıkar. Ney ve neyin ilk 18 beyitteki hikayesi halen daha birçok kişi tarafından araştırılmakta, tartışılmaktadır.

Tasavvuf erleri, tarafından daima anlatılan ve tartışılan bir konu olan varlık ve varlığın dünyadaki amacını anlama ve anlatma çabası sadece Mevlânâ ile sınırlı kalmamıştır. Ondan 300 yıl sonra yaşamış olan Dâi de bu arzu doğrultusunda Çengnamesini kaleme almıştır. İlk başlarda bir savaş kitabı sanılan Çengname’nin, daha sonra bir musiki aleti olan çengden hareketle tıpkı Mevlânâ’nın ilk 18 beyitinde olduğu gibi varlık ve varlığın değişim ve dönüşümüne ait hikayesini alegorik bir şekilde ifade eden bir eser olduğu anlaşılır. Dâi eserinin farsçadan başka bir eserin tercümesi olduğunu ifade etse de bu eserde Mevlânâ’nın eseriyle bir çok ortak nokta söz konusudur.

ÇENGİN VE NEYİN DEĞİŞİMİ :İLK VATANA HASRETİ

Tasavvuf akidelerinde kabul edilen varlık algısı ile İslâm inancındaki varlık algısı birbirinden ayrılır. İslam inancında 2 tane varlık vardır; biri Yaratıcı diğeri de yaradılandır. Tasavvufta tek bir mutlak varlık vardır. Geriye kalanlar bu varlığın yansımasıdır ve yansıma varlık kaynağından ayrı düşünülemez; yağmur damlası denizden buharlaşıp ayrılır; önce bulut sonra yağmur olur ve tekrar denize dönüşür. Mutlak varlık ile yansıma varlık arasındaki ilişkide aynen böyledir; damla denizden ayrıldı diye ona ait bir parça değildir diyemeyeceğimize göre âlem-i ervahtan ayrılan ruh için de o yaratıcının bir parçası değilidir demek büyük bir hata olur. Dâi ve Rumî yaratıcısından ayrı düşen insanın hikayesini böyle değerlendirerek bize sunar ve eserlerinde ilk bahsettikleri de damlanın denize duyduğu o büyük hasret olur.

Çengname klasik mesnevi örgüsü ile başlar. Sebeb-i teliften sonra Dâi’nin çenge yönelttiği soru ile çeng varlığının değişim hikayesini ve ayrılıktan duyduğu acıyı anlatır. 4 farklı unsurun bir araya gelmesi ile meydana gelen bir musiki aletidir çeng. Bu dört farklı unsur; at kılı, servi ağacı, ahu postu ve ipek teller,tek tek kendi hikaylerini anlatır. Çengname’de Dâi, kişinin kendi öz vatanından ayrı kaldığında çektiği acıya dikkati çeker. Bütün unsurlar eskiye duydukları özlemi uzun uzun anlatır; öz vatanlarından kopartıldıkları günü büyük bir acı ile anarlar. Ondan önceki hayatlarını anlatırken büyük bir özlem duyarlar.

İlk olarak ipek teller sözü alır, Dâi ondan sesinin sırrını öğrenmek ister. İpek teller Eyüb peygamber gibi sabrı ile nam salmış muhterem bir zatın vücudundan dökülen kurtlardır. Peygamberin vücudundan dökülüp etrafa dağılırlar ve en sonunda ana kaynağı cennetten bir ağaç olan dut ağacına ulaşırlar. Uzun süredir aç olduklarından dolayı tıka basa yer ve en sonunda midelerinden rahatsız olurlar. Bir süre sonra kusmaya başlarlar bu sırada salgıladıkları sıvı ile vücutları kaplanır.Bu kurtlar bir süre kefene benzetilen bu kozaların içinde kalırlar ve birgün müellifimizin ölü soyucular olarak adlandırdığı insanlar gelip onları kozalarından ayırırlar ve çengin ipek telleri böylece ortaya çıkar.

Tüm bu özetten anlayabileceğimiz üzere çengin 24 telini meydana getiren ipek teller kutsal bir kaynakta varlıklarının yolculuğunu başlatmış emr-i ahur vuku bulup ardından bu kaynaktan ayrılmak zorunda kalmış

VARLIĞIN SES BULMUŞ HALİ:ÇENG VE NEY geldiği yeni vatanında varlığı bir dönüşüm geçirmiş ve burada yolcuğu kendi adımlarıyla farklı bir mecraya yönelmiştir; kendi kendisine ördüğü kozası aynı zamanda onun kefeni olmuştur.

Daha sonra servi ağacı gelir; o da cenneteki Tuba ağacıdır aslında ve orada ne kadarda mutlu olduğundan söz eder.

“eyitdi ben dahı bir serv-i azad İdüm bag-ı İremde hurrem ü şad”3

“bana cennetde Tuba dirler idi Dıraht-ı nahl-i ziba dirler idi” 4

Bu beyitleri söyleyen servi ağacı aslından da haber vermiş olur bizlere ve kendisi aynı elest bezmindeki ruhlar gibi ilahi bir kaynaktan gelmiştir bu dünyaya. Cenneteki yerini ve oranın güzelliğini anlatır servi; ayağının altıında bulunan çimenlerin zümrütten olduğunu, ayağının dibinde akan suyun âb-ı hayat olduğunu ifade eder. Bu ağaç o kadar kadim bir zamana aittir ki cennetteki tuba ağacınını bile onun bir parçasından var olduğunu söyler. Kendisinin varlığının ilk halini böyle ifade ettikten sonra bu hayatına son veren olaylardan söz etmeye başlar.

“meger bir gün kaza-yı na-gehani Çıka geldi şu bagun bagubani” 5

Kendi güzelliğinden söz eder devamlı olarak ancak bu güzelliğin yok olmasına bir balta darbesi yeterli gelir. Parçalara ayrılır kimi parçasının Kur’an okumak için rahle olduğundan söz eder, kimi parçasının üzerine ayetler yazıldığından haber verir. Kimi parçasının sultanlar için süslü tahtlar olduğundan haber verirken; kimi parçasının ise minber ve mihrab olduğunu ifade eder. En sonunda çengcinin eline bir parçası düşer ve onu bir çenge dahil ettiğini söyler. Servi de aynı ipek telleri gibi devam eder cevabına ve der ki

“ kılup her bir nefes bin ah u feryad Şu geçmiş sergüzeşt eylerem yad”6

Cennet bağlarından kopup bu dünyaya düşen servi ağacı da elest bezminde Rabbine mazhar olan ruhlar da bu dünyaya gelince ayrılık ateşiyle yanarlar. Her ikiside mutlak varlıktan kopup gelmiş birer parçadan başka bir şey değildir ve her ikiside bu dünyaya aslında çok yabancıdır. Bu dünyada kendisini sorgulamaya başlayan insan ile o eski güzel günleri anan servi ağacı aynı derdin hastasıdır.

Sonrasında ahu anlatmaya başlar İrem bağlarında ne denli güzel bir ahu olduğunu, insanların ona nasıl hayran olduğunu ifade eder. O da aynı servi gibi İrem bağlarından gelmiştir:

“ İrem bagında bir ahuyidüm ben ‘aceb bir lu’bet-i caduyidüm ben”7

“duragum ravza-i rıdvan içinde Sulagum çeşme-i hayvan içinde”8

Diğer unsurlar gibi ahu postu da bir önceki hayatın güzelliklerinden özlemle söz etmeye başlıyor. Ne kadar hızlı koştuğundan ne kadar güzel bakışları ve etkileyici bir kokusu olduğundan söz ediyor:

“bulutdan tîz geçer idüm segirsem Güneş gölgemi görmezdi yügürsem”9

“tenümde her ne kan kim hüşg olurdı Göbegümde gelürdi müşg olurdı”10

“gözi gören düşerdi gönlü meyli Bana mecnun olurdı görse Leylî”11

“nazarda sûretim gökçek yaraşık Cehan halkı beni görmege ‘âşık”12

3 Alpay Tekin, G., (1992), Çengname: Ahmed-i Dâi Critical Edition and Textual Analysis, Harvard, Published at The Department of Near Eastern Languages and Civilizations Harvard University, 1992, s.381, b.1057.

4 Alpay Tekin, G., (1992), s. 381, b. 1059. 5 Alpay Tekin, G., (1992), s. 386, b. 1125. 6 Alpay Tekin, G., (1992), s. 388, b. 1149. 7 Alpay Tekin, G., (1992), s. 389, b. 1154. 8 Alpay Tekin, G., (1992), s. 389, b. 1162. 9 Alpay Tekin, G., (1992), s. 390, b. 1165. 10 Alpay Tekin, G., (1992), s. 390, b. 1174. 11 Alpay Tekin, G., (1992), s. 391, b. 1181. 12 Alpay Tekin, G., (1992), s. 391, b. 1182.

CEREN KARAKUŞ–TUDOK 2010

978

Ayrılık anından bahsetmeye başlar; vücudunun bir kısmını onu avlayan avcı yedikten sonra geriye kalan deri ve kemikleri başka başka yerlerde başka amaçlarda kullanılır; bunlardan kimisine kutsal kitaplardan ayetler yazılırken, kimisi bir def çemberine geçirilir ve en sonunda bu parçası da çenge dahil olur.

En son olarak esb, at, kendi hikayesini anlatmaya başlar; tıpkı diğer unsurlar gibi kendisinin daha cihanda hiçbir at daha doğrusu hiçbir canlı yok iken yaratıldığından söz eder bu da onun varlığını aynı insan ruhunun ki gibi elest bezmine dayandırır ve bir kutsiyet kazandırır:

“ ben ol at kuyruğundan kim cehanda Nazirüm gelmemiş hiçbir zamanda”13

“ şol atlar kim kamu ‘alemde öndin Cehan dutdı benî ademden öndin”14

Daha sonraki beyitlerde diğer unsurlarında yaptığı gibi önceki hayatıyla ilgili ne kadar güzel bir at ve ne kadar hızlı bir koşucu olduğundan bahseder. Kendisinin dünyaya gelmiş diğer atların başı olduğundan söz edip dünyaya gelmiş ve çeşitli mesnevilere, efsanelere konu olmuş atların adını sıralar:

“ Kayalar kat ‘ idüp tuynag izinden Uzak yollar açanlar kendüzinden”15

“ Ulular fahrı begler ihtiyarı Cehan sultanlarınun yadigarı”16

“ Ben idüm Rustem-i Zâl’ün semendi Ben idüm merkeb-i Kaydar-i hindî”17

“ Ben idüm rahs-ı Rustem hing-i İshak Siyeh Kaytos idüm meşhûr-i âfâk”18

Bu ve bunlar gibi beyitlerle kendisini anlatmaya devam ederken; ölümüne neden olan olayı anlatır. Etini yiyip ardından kuyruğunu aldıklarından ve sonunda bu kuyrukların çengcinin eline geçtiğinden söz eder.

Çengcinin elinden bu dört farklı madde bir araya gelir kesretten birlik oluşur; tıpkı insan gibi çengin de varlığı kutsal kaynağa dayanmaktadır. 4 iklimden gelen bu dört farklı dost bir bütünü oluşturur ve onların meydana getirdiği bir olan çeng hakikat kapısını aralar.

Ney de aynen bu dört unsur gibi farklı bir yerden gelmektedir; ney neyistanını özler. o yüzden dinle diyip ayrılık acısını şikayet etmeye başlar. Süleyman Mehmed Nahifi ney’in şikayetlerini şöyle tercüme eder bize:

“ Dinle neyden kim hikâyet etmede Ayrılıklardan şikâyet etmede”19

“Dir kamışlıktan kopardılar beni Nâlişim zîr eyledi merd ü zeni”20

“ Şerha şerha eylesin sinem firâk Eyleyem tâ şerh-i derd-i iştiyâk”21

Bu ilk 3 beyitte ney ayrı düştüğü vatanına duyduğu özlemden söz eder. Çünkü ney kamışlıktan kesilmeden evvel devamlı büyümekte, yetişmekte yeşermekte idi tıpkı alem-i ervahtaki insan gibi manevi lezzetlere nail oluyordu. Ancak gün geldi ve bu gafil dünyada yer alması gerekti. Esas kaynağından uzakta kalan ney zaman geçtikçe kurudu, ayrılığın acısından bir aşık nasıl sararıp solarsa o da sararıp soldu. İçerisi tamamen boşaldı ancak ona neyzenin üflediği nefes can verdi.

Ney de çengi oluşturan unsurlar da asıl vatanlarından kopup bir çok lezzetten yoksun, tuzaklarla dolu bu dünyaya gelince sadece görünümlerini değil varlıklarının amacını da değiştirdiler. Artık her iki musiki aleti de ilk kaynağa özlem duymakla beraber oradan haber de verdiler. Onlar dertli dertli inlerken elbette herkes onları anlayamayacaktı nefsine aldananlar bu dünyanın nimetleriyle oyalanacaktı.

Mevlânâ da Ahmed-i Dâi de ney ve çengin anlatacaklarını herkesin anlayamacağı noktasında hem fikirdir.Ney’den çıkan sesin ruhları uyarıcı ve diriltici tesiri bulunmaktadır; bu sesi dinleyenler kendinden