• Sonuç bulunamadı

II. BÖLÜM

2. Dil ve Alfabe Politikaları

Sovyet Rusya, işgal ettiği bölgelerde en büyük değişimi, bölge halkının dilinde ve dininde gerçekleştirmiştir. Millî kültürün aktarımında ve millî benliklerin inşâsında önemli bir yeri bulunan dil, Sovyetler Birliği yönetiminin değiştirmeye çalıştığı birtakım değerlerin başında gelmiştir. Dilin, yeni ulus inşâsında büyük engel olduğunu fark eden rejim, alfabe ve dil politikaları sayesinde bu engeli kaldırmaya çalışmıştır.

Sovyetler Birliği döneminde yürütülen ve milliyetler politikasının bir parçası olan dil politikalarının, kaynağını Çarlık döneminden aldığı görülmektedir. Ünlü misyoner şarkiyatçı İlminsky’e göre, “Rus dilinin ve Hıristiyanlığın öğretilmesi Ruslaştırmanın tek yoludur” (Süleymanlı, 2006: 67).

İlminsky’nin dil politikaları, Sovyetler döneminde yeni dil politikaları ile birleştirilerek uygulanmaya çalışılmıştır (Temur, 2011: 49). Misyoner İlminsky’nin dile bakışının, Lenin’in dile bakışı ile hemen hemen aynı olduğu görülür. Fakat dil politikasını Lenin, siyasi amaçlar için kullanmış; İlminsky ise dini amaçlar için kullanmıştır (Temur, 2011: 46). Her ne amaçla olursa olsun halka ulaşmada her ikisinin de ortak dil politikalarından yararlandıkları açıkça ortadadır.

Sovyetler Birliği’nin egemen olduğu topraklarda Rusça’dan sonra en çok konuşulan ikinci dil Türkçe’dir. Fakat Lenin nezdinde Rusya, hiçbir zaman Türkçe’yi dil olarak kabul etmemiştir. Ruslar; Azeri dili, Kazak dili, Özbek dili gibi ayrı ayrı tanımlamalar getirerek Türkçe’nin lehçe ve şivelerini birer müstakil dil haline getirmeye çalışmışlardır (Kalenderoğlu, 2011: 103). Rusya’nın bu politikası kuşkusuz Türklerin ortak bir dil etrafında birleşmelerini engellemeye yöneliktir. Nitekim her bir Türk topluluğu, farklı bir etnik kimliğe sahipmiş gibi gösterilerek aralarındaki iletişim bağı da bu şekilde kopartılmaya çalışılmıştır. Orta Asya’daki Türk topluluklarından farklı millî kimlikler çıkartmaya çalışan Rusya, “ulus inşasında dili önemli bir unsur olarak kabul etmiştir” (Temur, 2011: 44).

Hüseyin Sadoğlu, “Rus Dil Politikaları ve Bugünkü Türk Lehçeleri” isimli çalışmasında bu durumu şu şekilde ifade etmektedir:

“Her şeyden önce etnik kimliğe esas teşkil edecek kriter olarak yazı dilleri değil, konuşma dilleri ölçü alınmıştır. Daha sonra bu konuşma dilleri yazı dili haline getirilmiştir. Nihai hedef, Stalin’in öngördüğü gibi Sovyetler Birliği’nde Ruslar dışında kalan bütün unsurları, çok sayıda etnik gruba ayırarak yapay dilsel ayrımlara dayanan milliyetler sistemi kurmaktır. Ocak 1921’de Taşkent’te toplanan Birinci Özbek Dil ve İmlâ Kurultayı’nda yoğun muhalefete rağmen Rus yetkililerin baskısıyla Özbekçe’nin Türkçe’den farklı bir dil olduğu teorisi kabul edilmiştir” (Akman, 2008a: 106-107).

Bu teori sonraki dönemlerde diğer Türk topluluklarının konuştuğu Kırgız Türkçesi, Kazak Türkçesi, Tatar Türkçesi gibi Türkçe’nin şiveleri üzerinde de uygulanmaya

çalışılmış, bu sayede yerel bütün farklılıkların ortaya çıkarılması sağlanmıştır (Roux, 2006: 411).

Sovyetler Birliği’nin egemenliği altında bulunan Türk coğrafyası, egemenlik kurulan diğer topraklara göre çok daha geniştir. Türklerin geçmiş yaşantılarını da göz önünde bulunduran Sovyet Rusya, bu toprakları elinde tutabilmek için bu bölgelerdeki konuşma dilini yazı diline çevirmeye karar verir. Bu sayede Türklerin ortak bir yazı dilinde birleşmelerinin de önüne geçilmiştir. Hatta “çeşitli lehçelerde konuşan Türk topluluklarının birbirlerinden yavaş yavaş kopmaları için, her lehçeye mahsus Rus harfleri farklı olmalıdır” (Akman, 2008a: 106) şeklinde düşünen İlmiskiy’nin bu fikri, bütün Türk topluluklarında uygulanmaya başlanmıştır (Alp, 2004: 104).

Sovyet Rusya’nın korkulu rüyası yalnızca Türk alfabesi değildir. Rusya, Arap alfabesi ile aralarında anlaşan Türk milletinin, bu alfabe etrafında bir bütünlük oluşturduğunu düşünerek Türkler arasındaki Arap alfabesini de tamamen ortadan kaldırmak için girişimlerde bulunmuştur:

“Her yeni milliyetin, onu komşularından (umumiyetle müşterek geçmişe sahip yakın akraba halklar) ayıran tarihinin yanı sıra edebiyata, folklora ve elbette dil ile alfabeye ihtiyacı vardı. Siyasetçiler ve akademisyenler bu meseleleri çözmek maksadıyla toplandılar ve siyasi ihtiyaçlarını destekleyen ilmi rasyonelleştirmelerle bazı lehçeleri, millî edebî dil olarak seçtiler. Pek çok Türk dili, aralarındaki telaffuz farklılıklarını bulanıklaştıran Arap alfabesini kullanıyordu. Türkmence göz, Kazakça köz ve Tatarca küz aynı şekilde yazılıyordu. İmlânın ıslahı, hâlihazırda devrim öncesi modernleşme projelerinin bir parçası olmakla birlikte, Arap alfabesini değiştirmek hususunda da ısrar vardı. Arap alfabesi, Sovyet Müslümanlarını, hükümeti devirmesi muhtemel bir kaynak olan komşu ülkelerdeki Müslüman nüfusa bağlıyordu. 1927 ve 1928 yılında Kırgızlar, Özbekler, Türkmenler, Kazaklar ve Karakalpaklar Latin alfabesini kabul ettiler. 1928 yılında Türkiye’de aynısını yaptı. Çok geçmeden onu Tacikler izledi. 1930’ların sonlarında Sovyet hükümeti, Latin alfabesinin Kiril ile değiştirilmesi gerektiğine karar verdi, bu süreç 1942’de tamamlandı. Rusça, Rus olmayan okullarda mecburi ders haline geldi” (Golden, 2015: 209).

Arap alfabesinin yasaklanması elbette yalnızca yukarıdaki sebeplere dayandırılamaz. Ruslar, tatbiki dil bilgisinin, alfabe ile başlaması gerektiğini düşünmüşlerdir. Ayrıca onlara göre dil, kültürel bir birleştiricidir. “Sovyetler Birliği’ndeki Türkçe konuşan halkları Arap alfabesinden başka bir alfabeye yönlendirmek dışarıdan gelebilecek kültürel tesirlerden (onları) tecrit edecektir” (Caroe, 1978: 239).

İlminsky ve Ostraumov’un; Kafkasya, Türkistan, İdil-Ural ve Sibirya’da her Türk boyunun şivesine veya lehçesine dayanan, sadece bazı harflerle birbirlerinden ayrılan, Kiril alfabesiyle bir yazı dili oluşturmaya yönelik atılan ilk adımlar, Çarlık Rusya’ya aittir (Özkan, 2007: 166). Fakat atılan bu adımlar, yaygınlık kazanmamış, ancak Sovyetler Birliği döneminde büyük ölçüde uygulanabilmiştir. Bölgedeki her Türk topluluğuna farklı Kiril alfabeleri verilmiş ve bu sayede Rus alfabesinin temelinde birçok yazı dili ortaya çıkarılmıştır (Temur, 2011: 45).

1924 yılında Arap alfabesini terk etmek zorunda kalan Azerbaycan hükümeti, Latin alfabesini kabul etmiştir. 1 Mayıs 1925 tarihinde “Azerbaycan Yüksek Sovyeti Partisi” tarafından itibaren de Latin alfabesi resmî yazı dili olarak resmen ilan edilmiştir (Caroe, 1978: 239). 1926 yılında Bakü’de yapılan “Bakü Türkoloji Kongresi”nde de diğer Türk topluluklarının Latin alfabesine geçmesi konusunda görüş, kabul edilmiştir (Ercilasun, 2011: 101).

Türkoloji Kongresinde alınan bütün Türk topluluklarının Latin alfabesine geçme konusundaki öneri kararı, Sovyet Rusya’yı oldukça tedirgin etmiştir. Çünkü Türkiye Cumhuriyetinde Ahmet Ağaoğlu ve Yusuf Akçura’nın da içinde bulunduğu bazı tanınmış Azerî Türkü olan sürgünler, Türkiye’de de Latin alfabesinin kabul edilmesini sağlamışlardır. Ruslar, bu durumu kültür birliği yolunda atılan bir adım olarak algılamışlardır (Caroe, 1978: 240). Türkiye’nin Latin alfabesini kabul etmesi, Rusya’nın düşündüğü gibi elbette Azerbaycan ile Türkiye arasında yakınlaşmanın bir aracı olacaktır. Fakat ne yazık ki rejim, aldığı bir karar ile İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasından önce Azerbaycan’da Kiril alfabesinin kullanılmasını zorunlu hale getirmiştir (Akman, 2008a: 108). Hatta “Azerî dili” olarak bu dili tanımlamış ve bu dilin de bütün Sovyetler Birliği içindeki halkların malı olan Rusça’daki kelimelerle zenginleştirilmesi konusunda fikir ortaya atmıştır (Caroe, 1978: 240).

1938’e kadar yapılan bu ayrımcı çalışmalar neticesinde Ruslar, Kuzey Doğu Türkçesinden 16 ayrı edebî dil meydana getirmişlerdir. Oluşturulan bu edebî dillerin tamamı, 1938 ile 1940 yılları arasında millî Rus alfabesi olan Kiril alfabesine geçirilerek dil politikalarının önemli bir adımı daha gerçekleştirilmiştir. Sovyetler Birliği’nin uyguladığı bu dil politikası sayesinde her Türk topluluğunun farklı bir

alfabesi olmuştur. Bu bölgelerde konuşulan dillerin yazı dili olarak kabul edilmesi de Türkler arasındaki dil bağını iyiden iyiye koparmıştır. Hatta tarihlerinde belki de hiç yazı dili olmayan Altay, Hakas, Çuvaş ve Yakut gibi Türk topluluklarının Kiril temelli yazı dilleri bu vesileyle meydana getirilmiştir (Ercilasun, 2011: 36).

Lenin’in devrimin ilk yıllarında rejime destek amaçlı savunduğu, herkesin kendi dilini eğitim dili olarak kullanması gerektiği yönündeki fikri, sadece rejim tesis edilene kadar geçerliliğini korumuştur. Moskova’nın Orta Asya’da yok etmeye çalıştığı fikir, Türkistan fikridir. Bu nedenle Türk dilleri arasındaki farklılıklar ortaya çıkartıldıktan sonra milliyetler oluşturulmaya çalışılmıştır. Türk diyalektler arasındaki farklar vurgulanarak yerel ağızlara önem verilmiş hatta bu yerel ağızlara kendi dillerinde özel ders kitapları dahi hazırlanmıştır. Eğitim dili Rusça olmayan bütün okullarda Rusça dersinin okutulması zorunlu hale getirilmiştir. Bütün bu adımları Türk coğrafyasının tamamında Kiril alfabesinin zorunlu hale getirilmesi izlemiştir (Temur, 2011: 45-49). Sovyetler Birliği’nin Kiril alfabesini tüm Türk dünyasında zorunlu hale getirmesi de Elizabeth Bacon’a göre, Rusça’dan Türkçe’ye kelimelerin kabulünü de kolaylaştırmıştır (Akman, 2008a: 108).

Kalkınma yolunda “kültürün ekonomiden bile önce geldiğine dikkat çeken Lenin” (Akman, 2008a: 93) kültürün bir parçası olan dili, egemenlik kurduğu bölgelerde değiştirmek istemiştir. Bölgede konuşulan diller yerine kendi dilini bölgeye yaymaya çalışmıştır. “Azerbaycan’dan olan öğrencilerin sadece kendi dillerinde konuşmaları değil, düşünmeleri bile yasaklanarak” (Süleymanlı, 2006: 67) ortaya yeni bir kimlik çıkartılmaya çalışılmıştır. Bu politikalar nedeniyle Sovyet Rusya, 126 farklı milliyeti birleştirerek “Sovyet tipi” yeni bir millet anlayışını kabul ettirmeye çalışmıştır. Farklı milliyetleri, Sovyetler Birliği vatandaşı olma yolunda bir araya getirerek bu milliyetlerin kendi aralarında Rusça konuşup anlaşmalarını da bu vesile ile sağlamaya çalışmıştır. Dolayısıyla Rusça, milliyetler arasında birleştirici bir güç olmuştur (Golden, 2015: 209).

Belirli bir plan dâhilinde dil politikasını gerçekleştiren Sovyet Rusya’nın, bölgede uyguladığı dil politikasını gerçekleştirirken izlediği yolları, şu şekilde sıralamak doğru olacaktır:

a. Öncelikle tüm dillere eşitlik. b. Rusça’nın ortak üstün dil olması.

c. İradi çift dillilik, yani eğitimin ilk yıllarında ana dil kullanmanın gerekliliği. d. Anadillerin ihmalinin açıklanmaya başlanması.

e. Rusça’nın yabancı dil olarak eğitim sistemine girmesi (Akman, 2008a: 109).