• Sonuç bulunamadı

Çağdaş Bilimle Uyumlu Bütünsel Bir Değerler Sistem

Evren, onbeş milyar yıl kadar önceki "büyük bir patlamayla" şekillenmeye koyul- muş. Bunun böyle olduğuna dair çok ciddi bilimsel bulgular var.

Bana, "Ondan önce ne vardı?" ya da "Büyük patlama neden olmuş?" diye sormayın. Bilmiyorum. Kimse bilmiyor. Bu konuda çeşitli kuramlar yok değil. Ama buralara, girmeyeceğim.

"Büyük patlamadan" sonra, gerçekte "sonlu" olduğunu düşündüğümüz "madde",

biteviye ve gitgide daha geniş hacimleri, ölümcülleşe-gidecek karanlık ve ıssızlık- larda tutmak gerekirken; evrende gayet ilginç gelişmeler meydana gelmiş. Madde bir defa, gravitasyonel çekim yasasından dolayı galaktik topaklanmalar meydana getirmiş. Bu çerçevede, bizim içinde olduğumuz Saman Yolu Galaksisi (Saman Yolu Gökadası) gibi, milyarlarca galaktik bulut (gökadasal bulut), oluşmuş.

Sonra sonra, her galaktik bulut içinde, yine gravitasyonel çekim yasasından dolayı,

"yıldız odakları" meydana gelmiş; buralardan da, ayrıntısına giremeyeceğimiz bi-

Demek ki, Saman Yolu gibi, daha milyarlarca galaksi var. Bunların her birinde ise,

Güneşimiz gibi, milyarlarca yıldız yer alıyor.

Bir fikir vermek için belirteyim. Saman Yolu Galaksisi "tepsi ekmeği" gibi, çok kabaca, bir düzlem üzerinde yer alıyor. Bu düzlem yüz bin ışık yılı genişlikte. Yani bizim galaksiyi, bir baştan bir başa, eğer ışık hızında seyredebilirseniz, yüz bin yılda geçebilirsiniz. Işığın, diğer taraftan, uzayda saniyede üç yüz bin kilometre katettiğini, belirteyim. Yani ışık hızında olarak, Dünya ile Ay arasındaki mesafeyi, hepsi hepsi,

bir saniyede alabiliyorsunuz.

"Bizim galaksinin görünüşü" için, "tepsi ekmeği gibi" dedimdi; şunu da ekleyeyim, o

(tabanı yüz bin ışık yılı genişlikteki) "tepsinin kalınlığı", yaklaşık bin ışık yılı ol-

makta!

Evren, sonlu fakat sınırsız bir mekan, olarak biliniyor. Maddenin, içinde yer aldığı

evren hacminin çapı, yuvarlak otuz milyar ışık yılı. Yani, evreni bir baştan bir başa,

eğer ışık hızında seyredebilecek olursanız, otuz milyar yılda katedebiliyorsunuz. Tabii, bu zaman zarfında (hiç öyle değil ama), evrenin durağan kaldığını varsayar- sanız...

Akıllara durgunluk verici, değil mi?..

- Pekiyi, evrenin, dışında ne var?, diye de sormayın. Çünkü evreni, içinde maddenin

bulunduğu mekanla sınırlı sayıyoruz. Dolayısıyla "evrenin dışı" gibi bir kavram, tanımsız kalıyor.

Geçen akşam bu anlattıklarımı Ozancığım (Oğlum), dili döndüğünce, Köln'de bizi

konuk eden Sevgili Hüseyin Ünal'a anlatıyordu. Hüseyin bana döndü, Hocam, dedi: - Bütün bunlar herhalde tam biliniyor olamaz; milyarlarca ışık yılı mesafedeki, ondan da vazgeçtik, örneğin birkaç ışık yılı uzaklıktaki, yıldızların, böylesi uzaklık- larda olduğunu tam nasıl bilebiliriz; dolayısıyla “bilimsel” bir kisve altında dikkate getirilmek istenen şunca öykü, başka türlü bir “dayatmanın” kesitleri olmuyor mu, yani !, dedi.

Tabii burada enine boyuna ayrıntıya girme şansım yok, ama, hiç öyle değil.

Pek çok şeyi, gerçekten, fevkalde hoş, gayet basit ve akılcı, bu açıdan heyecan ve- rici, insan ve insanlık açısından ise, soylu ve onur bahşeden yaklaşımlarla, türetebi- liyor, sınayabiliyorsunuz.

Miniminnacık bir örnek olarak; daha yuvarlak ikibin ikiyüz yıl evvel, Dünyamız'ın

çapını, fevkalade çarpıcı bir gözlem uzantısında ve hepsi hepsi İskenderiye ile, bu-

nun yuvarlak birkaç yüz kilometre kadar güneyindeki bir kasabanın arasını adımla- yarak hesap ediveren Eratostenes'in yaklaşımını, dikkatinize getirebilirim.

Onun gördüğü; İskenderiye'de yazın, öğle üstü, güneşin, dikine duran, örneğin bir

sırığın, dibine, az olmakla beraber yine de gölge düşürdüğü; buna karşılıksa, İsken- deriye'nin, birkaç yüz kilometre kadar güneyindeki, söz konusu mevkide, güneşin,

aynı sıralarda, yine dikine duran, örneğin bir sırığın, dibine, (güneş ışınları burada

tam tepeleme geldiği için) gölge düşürmediği; işte, hepsi, bu!

sekliğine bakıp), güneş ışınlarının yaptığı küçük açıyı ölçmek; bir de İskenderiye ile,

buranın güneyinde aynı vakitte, cisimlerin gölgesiz olduğu kasaba arasını (muhak-

kak pek çok terleyerek), adımlamak; şimdilerde ilkokul düzeyinde dahi bilinen elemanter geometri bilgisine başvurunca, Eratostenes'e, Dünya'nın çapını, kendi

adımları cinsinden, bir çırpıda bulgulama şansını bahşedivermiş!..

Fevkalade basit trigonometrik tekniklerle, ilk bakışta inanılmaz güzellikte sayılacak,

astronomik sonuçlar çıkartmak mümkündür. Gözle görülebilen yıldızların bize olan astronomik uzaklıklarını; üçgenleme dediğimiz (basit) bir hesaplama yöntemiyle,

gayet hassas bir şekilde belirlemek olanaklıdır.

Çok çok daha büyük, milyonlarca, milyarlarca ışık yılı tutarındaki evrensel uzaklık- ları, burada anlatamayacağım astrofiziksel tekniklerle belirlemek de olanaklıdır.

Dolayısıyla, dikkate getirdiklerime, hiç kuşkusuz "mülahazat hanesini" (çekince aralığını) açık bırakarak, ama, güvenebilirsiniz.

*

Kaldığımız yerden devam edelim. Sırada "yıldızların hayatı" var.

Burada kısacık olsun, bir astrofizik (yıldız-fiziği) bahsi açabilsem, ne iyi olurdu. Ne yazık ki bunu da yapamayacağım.

Şu kadarını söyleyebiliyorum:

Yıldızların da bir hayatı var. Yıldızlar galaktik bir bulut içinde, bu bulutu oluşturan hidrojen atomlarının, "kaotik" diyebileceğimiz, "cazibe merkezleri" dolayında,

"gravitasyonel çekim yasası" uyarınca "yumaklanması" ile, oluşmaya koyuluyorlar. "Gravitasyonel çekim yasası" uyarınca yumaklanan hidrojen atomlarının çekirdek-

leri, birbirlerine, kaynaşacak (nükleer füzyon yapabilecek) kadar yakınlaşıyor; başka bir deyişle, birbirlerine santimetrenin yüz milyonda birinin yüz binde biri, yani bir

atom çekirdeği boyutu kadar sokuluyor; böylelikle de kaynaşıyorlar. Buradan en

önce, helyum atom çekirdekleri çıkıyor. Ayrıca büyük bir enerji (füzyon enerjisi) çıkıyor. Öylesine büyük bir enerji ki, avuç içi kadar (sıvı) hidrojenden, Keban

Barajımız'ın bir yıl boyunca üretebileceği enerji kadar çok füzyon enerjisi, elde edi-

lebilir, oluyor.

Yıldızlar; söz konusu nükleer tepkime çerçevesinde yaşama geçtikten sonra, milyar- larca yıl süreyle yaşıyorlar... Sonra sonra ise, büyüklüklerine bağlı olarak, kozmik

felaket sayılacak patlamalı dönüşümlerle, müteakip evrelerini yaşamaya geçiyorlar.

İçlerinde bu sonraki evrelerde, helyum ötesi atom çekirdekleri; hafif atom çekirdek- lerinin (nükleer) kaynaşması sonucu oluşuyor...

Daha daha sonra ise ölüyorlar; uzayda, pek bir iç etkinliği kalmamış olan, gök ci-

simleri olup çıkıyorlar.

Bizim yıdızımız Güneş, halen beş milyar yaşında. Durun, hemen öyle korkmayın;

Güneşimiz'in, öngörülebildiği kadarıyla, yaklaşık beş milyar yıllık ömrü daha var!.. Ayrıntıyı bir yana bırakarak devam edelim.

Bir yıldızın, sözünü ettiğimiz evre dönüşümleri sürecinde, çevresinde gayet zor bir aşamayı işaret etmekle beraber, gezegenler oluşabiliyor.

Nereden nereye!.. Büyük patlamadan ve başlangıçta biteviye artacakmış gibi duran

kaostan (kargaşa ve dağınıklıktan), evrensel keşmekeşten, galaktik topaklanma- lara... Galaksiler içinde yıldız yumaklanmalarına... Sonra yıldızların çevresinde, kaç

türlü, kozmik felaket niteliğinde yıldız gümbürtüleri, patlamaları ve dönüşümleriyle ve oldukça az olasılıkla, gezegen oluşumlarına... Sonra sonra bu gezegenlerde, daha daha, olmayacak denecek kadar az bir olasılıkla, yaşam belirtilerinin, en nihayet demek ki, kahır üstüne kahırlı milyarlarca yıllık kozmik (evrensel), galaktik (göka-

dasal), astrofizik (yıldızsal), jeolojik (gezegensel) ve biolojik (yaşamsal) uğraş

uzantısında, üst yaşamın ortaya çıkmasına... Ben bunun adına:

- Doğa kaostan, kargaşadan, düzenlilik yaratıyor, diyorum.

Farkında mısınız?

İşte bir çiçek; hava, su ve ışıkla, yani güneşimizle yoğrulmuş olarak, inanılmaz bir görkemde düzenlenmiş topraktan başka bir şey değil.

Doğa bunu başarmayı biliyor. Çiçeğin tohumundaki kurgu, toprağı (hava, su ve

Güneş enerjisi katkısını sağlayabilerek), şaşılacak biçimde çiçek olarak düzenliyor. Doğa, tabii en evvel, gezegenimizde darma dağınık topraktan, milyarlarca yıllık

çabalarla, o çiçeğin tohumunu, oluşturmayı biliyor. Müthiş bir şey.

Buna, herhangi bir ilahi anlam atfediyor değilim; ama ilahi bir anlam atfetmenize bir engel, görüyor, hiç değilim.

Evren biliyor musuz, bir madde yığınağı ya da enerji deposundan ibaret değil. Sonlu

olduğunu bildiğimiz, madde ve enerji yanı sıra evrende, bir de, bir nevi “mühendis-

lik bilgisi”, bir “yapım yetisi” mevcut. Neyin nasıl oluşturulacağına dair bir bilgi,

bir yeti bu...

İşte örneğin, iki hidrojen atomu uzayda ayrı ayrı, avare avare dolaşırlarken, birbilerine rastlarlarsa, adeta cümbüşler içinde, bir hidrojen molekülünü nasıl oluştu- racaklarını, biliyorlar.

Daha oracıkta; aslında demek ki daha, büyük patlama sonrası galaktik topaklanma-

lar sürecinde; dünyamız da, dünyamızdaki kırlar da, çiçekler de, kuzular da, biz de, milyarlarca yıllık belalı kozmik kaosların en gazaplı süreçlerinden süzüle süzüle, hayatiyet bulmaya koyuluyoruz.

İnanılmaz, bir şey değil mi?

Evrenin; kendini bilsin yahut bilmesin, bir bilinci var.

Bu bir kozmik bilinç.

Belki kendi kendinin farkında olmayan, ancak bilinçli bir bir bilinci, yani bizi, nasıl oluşturabileceği bilgi ve yetisine sahip bir bilinç.

Haklarını Damıtıyor.

"Bütün bunların kozmik bir inanç sistemi ile ne ilgisi var?", diyeceksiniz.

Yeryüzündeki, öncesi bir yana, en azından şöyle bir beş bin yıllık yazılı insanlık

tarihine baktığımız zaman, ne görüyoruz, bir baksanıza:

- İnsanlık tarihi de, tıpkı kozmik ve galaktik süreçler gibi; tıpkı yeryüzünü; toprağı, bir bakıma, dirilterek cennete çevirircesine, kırları, çiçekleri meydana getiren süreçler gibi; çok acı, çok ızdırap, çok kahır, çok kan pahasına olsa da; itiş ka- kıştan, kavga gürültüden, işkenceden, zulümden, ama ağır ama aksak, insan haklarını dokuyor; insanlık tarihi de kaostan, vahşinin vahşisi, binler ve binlerce yıllık bir kargaşadan, düzenlilik üretiyor!

Tüyleri diken diken eden bir gelişme bu.

Tarihte, hiç kuşkusuz, pek çok ileri geri, demarş var. Nedir ki son toplamda insanlık

tarihi, kendini en soysuz, en vicdansız barbarlıklardan çözerek, insan haklarını usul

usul süzüyor ve kurumsallaştırıyor.

Tarihin bu trendine, "ilerici trend" diyorum. Bu trend taa kozmik oluşumlardan, keza yeryüzünde bizleri var eden jeolojik ve biolojik süreçlerin hamurundan, kökler alı- yor.

İşte "ilericiliği" de şöyle tanımlıyorum:

- Bizleri var eden kozmik ve doğal oluşumlarla, en nihayet aynı çizgiyi doğrulayan insanlık tarihinin işaret ettiği, enginlik ve esenliklerle kucaklaşıp özdeşleşmek.

Bu çerçevede tarihteki (bugün artık, oluşum özelliklerini yitirmiş olsalar bile), tüm

ilerici hareketlere; tarihin seyir bağlamı, hatta günümüzdeki kitlesel haraketleri hala mıknatıslama yetenekleri itibariyle olsun, sahip çıkmamız gerektiğini düşünüyorum.

Kitleselleşmenin temel bir yolu bu.

Bu çizgiden olarak, tarihteki ya da günümüzdeki tüm özgürleşme ve demokratik-

leşme hareketlerine sahip çıkmalıyız... Mazlumların ve emeğin, sömürüye ve emperyalizmaya (gelişmiş devlet ve ekonomi odaklarının, bilhassa az gelişmişlere

yönelik boyundurukçu yaklaşımlarına) karşı, başkaldırısına, sahip çıkmalıyız... Böyle bir mücadeleyi, dinsel, içtenlikli bir bazda sürdüren kitlesel hareketlere de (ortaya koyduğum ölçütlere uyuyorsa), muhakkak sahip çıkmalıyız.

Çevreci Harekete Bakış…

Çevreci hareketin, o arada yalnız doğayla değil, insan insana esenliğin, nihayet

kitlesel ve evrensel barışın, böylesi bütünsel bir çerçeveye oturtulması gerektiğini

düşünüyorum.

Esas mesele, kozmik ilerici trendlerle buluşmak ve özdeşleşmektir.

Bu trendler yeryüzünde; yağmuru, güneşi, akarsuları, mevsimleri; soluk alıp veren, yaşayan nebatatı; tüm güzelim özellikleriyle doğal çevrimleri; canlıların dünyasını, nihayet en üst bir yaşam düzeyinde ise, insanlık tarihinden görkemli parıltılarla süzülüp gelen insan haklarını ve özgürlükleri, işaret ediyor.

Böyle bir açıdan, münhasıran çevre sorunlarına bakacak olursak; yeryüzünde yapa- cağımız ve kuracağımız herşeyin, son toplamda doğal çevrimlerle bağdaşıklık oluş-

Burada kullanacağımız ölçüt gayet basit:

Yeryüzündeki herhangi bir yapıt, eğer son toplamda, "kozmik trendlerle uyumlu ola-

rak, kaostan düzenlilik üreten bir makina" olarak çalışmıyorsa, çevreye ve doğaya kötülük ediyor demektir; bu sebeple de fişi, behemahal çekilmelidir!

Dikkat ederseniz; Dünyamız, güneş enerjisini kullanmak suretiyle, "kendi dağınıklı-

ğını" pratikçe biteviye, düzenliliğe dönüştürebiliyor. Dolayısıyla, yeryüzünde üre- timde bulunmak, pek çok kimsenin iddia ettiğinin tersine, çevreyi ya da Dünyamız'ı muhakkak kirletme sonucunu beraberinde getirmeye mahkum, hiç değildir!

Yeryüzünde, bir bakıma doğal çevrimler taklit edilmek suretiyle ve Güneşimiz yaşa- dıkça, yani daha milyarlarca yıl, tertemiz, arı duru bir üretim mekanizmasını var edip çalıştırmamız, fevkalade olası, esas itibariyle de zorunludur.

Milyarlarca yıllık süreçler uzantısında cıvıl cıvıl yaşam bulmuş doğamızın sağlık

dolu dekoruna; ucube bir sanayi de, illetli bir sanayileşme veya çarpık çurpuk bir

kentleşme de, (nasıl yapılabilirse bilmem, ama, iyice doğa dostu kılınamadıkça) termik santraller yahut nükleer santraller de, hatta (atmosferdeki, minnnacık olsa bile

karbondioksit oranını, yine de hissedilir bir ölçüde yükselttiği ve bu yüzden kırılgan iklim dengelerini alt üst etmeye yaza-gideceği için) doğal gaz da, hiç ait değil!

Çevresel yaklaşım açısından, işte mesele bu.

*

Dikkat ederseniz; "özgürlüklere, insan haklarına, dünya barışına sahip çıkmakla";

"doğanın yaşam hakkına sahip çıkmak", ya da "yarınlarda çocuklarımızın, gelecek nesillerin, yeryüzündeki özgürlüklerine ve yaşam haklarına sahip çıkmak"; "aynı görkemli kozmik kökten" beslenen "anlamdaş eğilimlerdir".

Sonuç

Herşeyi asgari bir temel teoreme indirgemek, günümüzde hala çok bilim adamını, peşinden büyülenmelerle sürükleyen, dehşetli bir akademik ihtiras konusudur. Ben bu yazımda; biraz, konuyla ilgili olarak epeydir yazdığım yazıları, keza pek çok yerde yaptığım konuşmaları, derli toplu bir biçimde özetlemeye çalışarak, milyar- larca yıllık bir perspektifte, oldukça özgün ve bütünsel bir tabana oturduğuna, niha- yet çevreci hareketin, geniş bir bağlamda ise barışisterlerin sarılması gerektiğine, her halukârda, gelecek yüzyıllarda yaygınlaşabileceğine inandığım kozmik bir inanç

sistemini, kısacık dikkatinize getirdim.

Bu benim, bir doğabilimci olarak, otuz küsur yılı aşkın bir süredir öğrendiklerim ve kaç türlü, acılı hayal kırıklıkları, kabuk değişimleri, hatta, "yeryüzünde, bir dizi

anlamsız ve değersiz raslantılarla vücut bulmuş olabileceğimiz" gibi, sözüm ona delikanlı ama primitif, o nisbette de bilgi kofu olarak varılabilen, yavan bir hüküm- den dolayı, birçoğumuzun sergilediği türden yakalanılacak en iğneli amaçsızlık kabuslarında, biteviye yaptığım sentezin, sonuçta ise doğamla ve beni var eden do- ğayla tanışıp sarmaşmanın göz aydınlıkları içinde, coşku meşaleleri yakan düşün- celerimin, bir ürünü...

Bu benim inancım... Ne güzel ki yerleşik dinlerin "manevi" (manaya, ilişkin) olarak tanımlayabileceğimiz özleriyle buluşan, ancak onları, pek çoğu güncel bilgilerimiz ve kavrayışımızla bağdaşmayan sembollerinden bir bakıma soyutlayarak, üst bir

Yine de salt böyle bir inaçla yaşamak, inanın hiç kolay değil. Ama hiç unutmayın ki:

Biz tabiat ananın yavrularıyız. Tabiat ana ise, kaostan düzenlilik dokuyan kozmik

süreçlerin ürünü.

Demek ki biz kaos ananın, yavrusun yavruları, küçük yavrularıyız; kozmik bilincin

belki de en görkemli ereğiyiz.

Böyle bir idrak geliştirebilirsek, o takdirde, yeryüzündeki yaşamımızla, davranışla- rımızla; bizi var eden kozmik trendlerle nasıl buluşup, onlarla nasıl özdeşleşebilece- ğimizi de bilebiliriz.

Bunun, insan olmanın üst bir güzelliği olduğuna, inanıyorum.

Buradan, harika bir açılımla, bir erdem ve ahlak öğretisi biçimleyebileceğimize, ayrıca ve önemle dikkat çekmek isterim. Bu konuyu şimdi Fransızca olarak yayın- lanmak üzere olan, “Un Systeme de Croyance Cosmique” adlı yapıtımda bir ölçüde ayrıntılandırdığımı kaydedebilirim (37).

Örneğin, (Allah muhafaza) adam öldürmek, idam dahil (kestirme bir deyişle,

düzenlilikten kaos oluşturacağı, bunun için de bizi var eden güzelim kozmik trendlerle dehşetli bir zıtlık oluşturacağı için) bir “canilik”. Adam öldüren birini (onu idam etmenin tersine) tecrit edip, eğitmek ve iyileştirmeye çalışmaksa, bizi var

eden kozmik trendlerin ululuğuna yükselmek demek oluyor.

Hayvan kesip yemek de aynı bağlamda, yazık ki, şer bir davranış olarak ortaya çıkıyor.

Burada vejetaryenlerin (ot-oburların) ne denli derin bir duyarlılık geliştirdiklerini anlayabiliriz. Et-oburluğunuza, bir çırpıda son veremiyorsanız (doğrusu ben de he- nüz yamyamlığımdan, çocukluk alışkanlıklarımı bir türlü aşamadığım için, sıyrıla- bilmiş değilim); o zaman, bir ölçüde affedilebilir sayabileceğimiz için, midye yiyin; hadi olmadı (dikkate getirdiğim açıdan, günahınız bir parça artacak ama), balık yiyin; biraz daha büyük günahları göze alarak, kuş, ördek, tavuk, hindi yiyebilirsi- niz; daha daha büyük günahları göze alaraksa koyun, dana, v.s. de yiyebilirsiniz ama, zinhar, kuzu (yavru koyun), kesip yemeyin; çünkü onun, kırlarda sevinçle büyüyegiderken, kozmik trendler uzantısında kaostan düzenlilik oluşturma işlevi daha epey sürüyor olacaktır. Siz onu kesip yerseniz, onun bu işlevini dumura uğra- tıyor, biriktiregeldiği canım güzellik ve düzenliliği ise, hemen çoğunlukla kaosa, karanlık, kirli bir çöpe çeviriyor, oluyorsunuz. Onun örneğin, proteininden yaralanı- yorsunuz gerçi, ama, o proteini hem başka kaynaklardan edinebilirsiniz, hem de önemlisi, yaptığınız iş, esas itibariyle kesip yok edeceğiniz o can yavruya, hiç ama hiç değmiyor.

Aynı bir çerçevede, turfanda meyve yemek de hoş değil; çünkü turfanda meyvenin dalında, bir bakıma kozmik trendlerle bütünleşerek sürdürmekte olduğu işlev, siz onu dalından kopartmış olacağınız için, tamamlanmış olmuyor. Meyveyi, sebzeyi, demek ki, dikkate getirdiğimiz bağlamda, dalından düşecek kadar olgunlaştıktan

sonra, yemek, gerekiyor. (Bunda sonra da yemezseniz, zaten çürüyüp toprağa karışı-

yor. O nedenle, "E canım madem kuzu kesmek yanlışmış, o zaman işte mesela, hıyar

*

Bir iki örnekle somutlaştırmaya çalıştığımız böylesi bir öğretiye, milyarlarca yıllık, kaç aşamalı görkem üstüne görkem sergileyen oluşumları, bir bir tarayarak, taa

kozmik bilnçten hareketle ulaşmamız, hoş değil mi?

Kozmik bilinç, kendinin farkında olmayabilir. Ama ne göz kamaştırıcı ki, onun can verdiği insan bilinci, kozmik bilincin, bilincinde olabiliyor!..

Bu, kozmik bilincin, bizi var etmenin ötesinde, bizimle beraber daha bir yücelmesi demek, yerinde olur sanırım.

Şaşılacak görkemde bir gelişme!..

Mesele her halde, bu olguyu idrak edip, birbirimize dönük, ya da çevre, canlılar ve nebatata dönük, yeryüzündeki her davranışımızla ona omuz vermeye geliyor. Mutluluğumuzun mekanizması burada bulunuyor.

Kaynakça

Emek S., Künar A. ve Diğerleri, "Enerji, Ne Kadar, Ne İçin!", Ağaçkakan, Sayı

21/22, Eylül-Ekim 1994.

Yarman T., "Geçmişte ve Bugün Nükler Enerji Tartışması", Ağaçkakan, Sayı

17/18, Mayıs-Haziran 1994; Kitap, Esin Yayınevi, 1995.

Yarman T., "Ya Dünyayı Yaşatacağız, Ya da Birlikte Mahvolacağız!", Sosyal De-

mokrat (Dergi), Haziran 1990.

Yarman T., "Çevreyi Mahvetmeden Yaşamak Olanaklıdır - Enerji, Nüfus ve

Çevre", Sosyal Demokrat (Gazete),15 Ağustos 1990.

Yarman T., "Demokratik Kirlenme", Cumhuriyet, 10 Temmuz 1990.

Yarman T., "İnsan Kendi Özü Kaosa Geri mi Dönüyor?", Cumhuriyet Bilim Tek-

nik, 29 Aralık 1990.

Yarman T., "Temel Parçacıklardan, Canlıya, Düşünceye, Duyguya, Maddenin

Halleri", Cumhuriyet Bilim Teknik, 29 Haziran 1991.

Yarman T., "Çevre Kirliliği Kaçınılmazlık Değildir!", Cumhuriyet Bilim Teknik,

11 Ocak 1992.

Yarman T., "Uzaysal Düzen, İyilik, Kötülük", Cumhuriyet Bilim Teknik, 29 Şubat

1992.

Yarman T., "Akıl, Evren Bilincinin Gerisindedir!", Cumhuriyet BilimTeknik, 20

Haziran 1992.

Yarman T., "Türler Arasındaki Acımasız Savaş ve Uzaydaki Yalnızlığımız", Cum-

huriyet Bilim Teknik, 18 Temmuz 1992.

Yarman T., "Kozmik Açıdan İlericilik, Gericilik", Cumhuriyet Bilim Teknik, 12

Ocak 1993.

Eylül 1992.

Yarman T., "Sosyal Demokrasi Açısından Teknoloji, Enerji ve Çevre", Çağrılı

Araştırma, TÜSES (Türkiye Sosyal, Siyasal ve Ekenomik Araştırma Vakfı), 1993.

Yarman T., "Doğa Kaostan Düzen Yaratıyor, Ne ki Bilinç Kazanmış Düzen İntihar

Edebiliyor!..", Uluslararası Çevre Sorunları Sempozyumu, İstanbul Marmara Rotary Kulübü, Atatürk Kültür Merkezi, İstanbul, 22-24 Mayıs 1991.

Ertuğ C., Sözen M., Öymen A., Yarman T., Karagülle Z., Danış T., "Yeşil Yak-

laşım Tartışması" (Panel), Yeşiller Partisi, Mülkiyeliler Birliği, 31 Ocak 1993.

Yarman T., "İnsan, Doğa ve Enerji - Yaşamla Uyumlu Seçenekler" (Konuşma),

Doğal Hayatı Koruma Derneği, 4 Mart 1993, Ulus, İstanbul.

Üskül Z., Onaran L., Emek S., Erdoğan Ü., Yarman T., "Nükleer Enerji ve

Nükleer Santraller" (Panel), Kültürel ve Doğal Yaşamı Koruma Derneği, 27 Mart 1993, Silifke, İçel.

Touz F., Müezzinoğlu A., Kınacı S., Erdoğan Ü., Gürkan B., "Termik Santraller,

Çevre Sorunları ve Alternatif Enerji Kaynakları" (Panel), Milas Belediyesi, 17 Nisan 1993, Muğla.

Ertuğrul B, Onaran L., Anadol K., Erdoğan Ü., Yarman T., "Çevre Sorunları"

(Panel), Yatağan Belediyesi, 18 Nisan 1993, Muğla.

Yarman T., "Geçmişte ve Bugün Nükleer Enerji Tartışması" (Konuşma), Bandırma

Belediyesi, 16 Ocak 1994.

Yarman T., "Nükleer Enerji ve Çevre" (Konuşma), İçel Sanat Kulübü, 14 Nisan

1994.

Taciroğlu A. Z., Baş M., Kafaoğlu T. B., Üskül Z., Yarman T., "Çevre Sorunları