• Sonuç bulunamadı

ATIN YÜRÜYÜŞLERĐ

4.2.7.1. Eşek ile Đlgili Tasavvurlar 1. Adû

4.2.7.1.12. Zül-hımâr

Zülfikâr, yarısından itibaren ucu çatallaşan bir çeşit kılıçtır. Peygamberimiz tarafından Hz. Ali’ye verilen bu kılıç Bedir savaşında ele geçmiştir. Hz. Ali’nin elinde uzunluğu yedi ve eni bir arşın olacak derecede şekil değiştirebilirmiş. Ortasında kanın akması için yivler varmış. Demirinin Yemen’den geldiği rivayeti vardır. Đlk defa Uhud savaşında kullanılmıştır. Başa, bele ve kemere rastlayınca insanı ikiye biçebilirmiş. Dîvân şiirinde genellikle Hz. Ali ile birlikte anılır (Pala, 2003: 508). Bu beyitte de Hz. Ali’nin “Haydar” sıfatı ile birlikte adı geçmektedir. Mesnevî-i Şerif’in 6. cildinde “Ahmed’e mecliste dört seçilmis dost, enis olur, Ebucehl’e de Utbe’yle Zül-hımar!”

şeklinde bir cümle yer almakatdır. Bilindiği gibi Aleyhisselâtü Vesselâm Efendimizin

düşmanı Ebu Cehil idi. “Zü-l-hımâr” ile düşmandan bahsedilmekte ve o düşmanlara eşekler diye hitap edilmektedir. Bizim için de neftsen büyük düşman yoktur. Bizim de Ebu Cehil’imiz nefsimizdir. Bunu da beyitteki “gurûr” kelimesinden çıkarmaktayız.

Şair, “haydar” ve “zül-hımar” kelimelerini tevriyeli kullanmıştır. Haydar aynı zamanda

aslan demektir. Zül-hımâr da o dönemde Hz. Ali’nin kılıcıyla öldürülen Ebû Cehil’in dostu olan bir kimsedir:

1- “Arslanın pençesinin, eşekleri öldürmesi gibi gurur kadehi ile sarhoşluktan sersemleşmiş düşmanı (nefsi) katlet”:

2- “Hz. Ali’nin zülfikarının, Zül-hımâr’ı öldürmesi gibi gurur kadehi ile sarhoşluktan sersemleşmiş düşmanı katlet”:

Düşmeni katl eyle mahmûr eylemiş câm-ı gurûr

Zülfikârı öldürübdür Zü-l-hımârı Haydarun (C.2, G.786/6) Bu beyitte âşık sevgiliyi Ali’ye, gözlerini güzelliği dolayısıyla eşeğin gözlerine yan bakışını da zülfikâra (kılıca) benzetmektedir. Şair, bu kelimelerle leff ü neşr sanatı yapmıştır. “Meydanların yiğidi Ali, seni zül-hımâr ve zül-fikâr ile görmeyen, senin gözlerini ve yan bakışını arasın”:

Bir arada Zü-l-hımâr-u-Zü-l-fikârı görmeyen

Çeşm-ü gamzen gözlesün ey merd-i meydânum ‘Alî (C.3, G.1633/2)

4.2.8. Fare (Mûş)

Kemirgenlerden zararlı bir hayvandır. Birçok çeşidi vardır. Genel olarak iri farelere sıçan denir. Tarla faresi ise farelerin en irilerindendir. Evlerde yaşayan küçük farelere fındık faresi denir. Dünyanın her yerindeki farelerin rengi, büyüklüğü, yaşayışı birbirine benzer, Farelerin genel olarak, gözleri, kulakları iridir. Uzun, kılsız kuyrukları, uzun bıyıkları vardır. Đnsanların yaşadığı her yerde fareye rastlamak mümkündür. Daha çok sıçan diye anılan fareler son derece yırtıcıdır. Kıllarının arasındaki pirelerle vebayı yayan da bu hayvanlardır. Bu bakımdan, farelerin tarih boyunca bütün savaşlardan daha çok insanın ölümüne yol açtığını söyleyebiliriz. Fareler zeki hayvanlardır. Aynı hile onları üst üste iki defa zor kandırır. Verilen zehirli bir yiyeceği ilk yiyen fareler ölürse de ondan sonra uzun zaman başka fareler o yiyeceği yemez. Yaşlı fareler zehirli yiyecekleri koklar, başkalarına haber verirler. Fareler kapana da, aynı şekilde, kolayca alışırlar. Birkaç fare kapana yakalandıktan sonra başkaları yakalanmaz (Hayat Ansiklopedisi, “Fare” C.3: 1183-1184).

Anbar, tahıl saklanan ve farelerin musallat ettiği bir yerdir. Dâne, Farsça bir kelimedir ve “tane, tohum, çekirdek” anlamlarına gelmektedir (Devellioğlu, 2003: 164). Tohum, nebatların vücut bulmasına ve meyve vermesine sebep olmasından dolayı insanın arzu ve emellerine benzetilir (Sefercioğlu, 1990: 417). Yasin sûresinin 33. ayetinde tohumdan, taneden söz edilmektedir: “Ölü bir toprak, onlara bir delildir. Biz ona hayat verdik ve ondan taneler çıkardık da, ondan yiyip duruyorlar” (Yazır, 2002: 443).

Şair, bu beyitte gece ve gündüzü ömür ambarını tüketen iki fareye benzetmiştir. Âşığın

ömrü ise kederle dolu olduğundan yediği tane yerine gussadır: Dâne içün gussa yirsin sen dahi leyl-ü-nehâr

‘Ömrün anbârın düketdiler iki mûş oldılar (C.1, G.351/4)

4.2.9.Fil (Pîl)

Karada yaşayan hayvanların en büyüğü, en ağırıdır. Hortumlu memelilerdendir. Yükseklikleri yerden 4-5 metre, ağırlıkları da 4-5 ton kadardır. Üst dudakla burun birleşerek uzamış, kalın, kuvvetli bir hortum biçimine girmiştir. Afrika fili, 4 metreye yakın boyu, 6 tonu geçen ağırlığıyla memelilerin arasında gerçek bir devdir. Her biri 1 metre enindeki muazzam kulakları yelpaze işini görerek hayvanın serinlemesini sağlar. Afrika fili gençken yatabilirse de yaşı ilerledikçe ağırlaştığından yatıp kalkmakta büyük zorluk çeker. Hayatının otuz kırk yıllık bir süresini ayakta uyuyarak geçirir. Filin hortumu hem dokunma hem de koklama organı işini görür. Gözlerinin zayıf olmasına karşın kulakları, burnu çok kuvvetlidir. Fil kuvvetli bir hayvandır. Bunun için, aslan, kaplan, gergedan gibi hayvanlardan korkmaz, önüne ne gelirse çiğner, geçer. Sık ormanlardan geçerken, önüne çıkan orta boy ağaçları, hortumunu gövdesine dolayarak söker, atar, kendine yol açar.

Ağzının iki yanından dışarı doğru çıkan, hemen hemen bir insan boyunda olan “fildişleri” filin savunmasına yarar. Bu dişler yavrular ile yaşlılarda bulunmaz (Hayat Ansiklopedisi, “Fil” C.3: 1209–1210).

Fil, Kur’ân’ın yüz beşinci süresinin adıdır. Mekke’de inmiştir, 5 âyettir. “Rabbinin fil sahiplerine ne yaptığını görmedin mi” âyetiyle başladığı için bu adı almıştır. Đslâm inançlarına göre Yemen hükümdârı Ebrehe, büyük bir fil ordusuyla Kâbe’yi yıkmak üzere Mekke’ye gelmiş. Ancak filler, Kâbe’ye yöneltilince diz çöküp direnmişler, başka yönlere koşarak gittikleri halde Kâbe’ye gitmek istememişler. Tanrı da gökten bir kuşlar ordusu göndererek filleri ve fil sahiplerini mahvetmiş. Bu olay, Peygamber Hz. Muhammed’in doğduğu yıl olmuş, bu yüzden o yıla, fil yılı denmiş. Bu olay,

Fil Hindistan da binek ve yük hayvanı niteliğiyle bugün de olduğu gibi daha çok aşılması güç dağ ve ormanlarda kullanılırdı. Ancak bazı Hint mihrâceleri ve Đslâm hükümdarları tarafından törenler ve gezintiler için tercih edildiği de vakidir. Đbni Battûta ise idam cezası infazı için yetiştirilmiş fillerden bahsetmektedir Osmanlı sarayı ahırlarında da çoğu Đran şahlarının hediyesi olan filler bulunuyor ve bunlarla fil bakan denilen görevlileri ilgileniyordu.

Mevlânâ’nın son derece sade bir üslupla yazdığı hikâyelerinin arasında fil ile ilgili üzerinde düşünülmesi gereken, ibret alacağımız, hisse çıkartacağımız güzel bir hikâye vardır:

Fili Görmeyen Halk

Hintliler, karanlık bir ahıra bir fil getirip halka göstermek istediler. Hayvanı görmek için o kapkaranlık yere bir hayli adam toplandı. Fakat ahır o kadar karanlıktı ki gözle görmenin imkânı yoktu. O, göz gözü görmeyecek kadar karanlık yerde file ellerini sürmeye başladılar. Birisi eline hortumu geçirdi; “Fil bir oluğa benzer” dedi. Başka birinin eline kulağı geçti; “Fil bir yelpazeye benziyor” dedi. Bir başkasının eline ayağı geçmişti, dedi ki; “Fil bir direğe benzer”. Bir başkası da sırtını ellemişti; “Fil bir taht gibidir” dedi. Herkes neresini elledi, nasıl sandıysa, fili ona göre anlatmaya koyuldu. Onların sözleri, görüşleri yüzünden birbirine aykırı oldu. Birisi dal dedi, öbürü elif. Herkesin elinde bir mum olsaydı sözlerindeki aykırılık kalmazdı (Efe, 2005: 219).

Uzakdoğu’da dini-sembolik değeri yüksek hayvanların başında fil gelir. Zekâsı dolayısı ile fil Hindistan’da bilgelik tanrısı (Ganeş) olarak saygı görmüştür. Mahabharata’yı ilham eden de odur. Hindû folklorik inancında yeryüzü yedi filin üzerinde durmaktadır; bazı inançlara göre kuyruğundaki kılların koruyucu tılsım özelliği vardır. Budist kutsal metinlerinden Lalitavistara’da Buda’nın ana rahmine düştüğünde bir fil şeklinde olduğu nakledilmektedir; bundan dolayı fil Buda’nın yeryüzünü gelişini sembolize eder. Çin’de ise bu hayvan güç, zeka ve ölümsüzlüğün sembolüdür; Çin Hindi‘nde de özellikle beyazı kutsal ve uğurlu sayılmaktadır (Demirci, 1998: 82).

Âşık çektiği sıkıntının büyüklüğünü, filin dahi çekemeyecek kadar büyük olduğunu söyleyerek mübalağalı bir şekilde ifade etmiştir. “Fil iki dişi kalıncaya kadar benim çektiğim yükü çekmeye çalıştı ama çekemeyip şaşırdı kaldı”:

Deng oldı kaldı çikimedi çekdügüm yüki

Çalışdı fîl egerçi kalınca iki dişi (C.3, G.1663/2)

4.2.9.1. Fil ile Đlgili Tasavvurlar