• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 3: DĐVÂN EDEBĐYATINDA HAYVANLAR

4.2. Kara Hayvanları ve Đlgili Tasavvurlar

4.2.1.1. Âhû ile Đlgili Tasavvurlar 1. Âfet

4.2.1.1.9. Nâfe, Misk

Misk, Hıta (Doğu Türkistan) ülkesinde yaşayan bir çeşit ceylanın göbeğindeki urdur. Buna nâfe de denir. Bu ur, hayvanı rahatsız edermiş. Hayvan, sürtünmek yoluyla bu uru düşürebilirmiş. Misk avcıları sahralara kazık çakar ve ceylanların bu kazığa sürtünerek misk urunu düşürmelerini sağlayıp öz haldeki bu siyah madde düştükten sonra etrafa kokusu yayılır ve yerini belli edermiş. Hammadde olarak kullanılan bu urdan, şişeler dolusu koku elde etmek mümkünmüş, Günümüzdeki kozmetik sanayii miskten çok yararlanır. Ancak günümüz misklerinden birçoğu sun’idir.

Dîvân şiirinde en çok söz konusu edilen koku ve maddelerden biridir. “Miskin” ile tevriyeli olarak kullanıldığı yerler çoktur. Kokusu ve siyah rengi ile sevgilinin kokusu, ayva tüyleri, beni, kaşı saçları; gece, mürekkep vs. miske benzerler. Çin, Hıta, Huten kelimeleri, miskin çıktığı yeri bildirir. Makbul ve pahalı bir koku oluşu, kokusunun gizlenememesi, her yeri kaplaması, elde edilişi vs. birçok yönlerden ele alınır. Özellikle sevgilinin saçları misk ile dolu bir pazar gibidir. Sevgili ölürse onun mezarında biten otlar, misk kokulu saç gibi kokar. Âhû, sevgiliyi kıskandığı için, içine kan oturur ve sonuçta misk meydana gelirmiş. Çünkü misk, aslında kurumuş kandan ibarettir (Pala, 2003: 337).

Zâtî, aşağıdaki beyitte kendisini misk âhûsunun karnındaki nâfeye benzeterek, kendisini sevgilinin bir parçası olarak kabul eder. Ancak âhû bu nâfeyi düşürmüş olmalı ki âşık sahra sahra gezerek onu aramaktadır:

Nâfe-i misk-i Hıtâ-veş bir deriye sarlanub

4.2.1.1.10. Muhtesip

Muhtesip, iyiliği emredip kötülükten men etmek gayesiyle kurulmuş ihtisap müessesesinin başında bulunan kişiye denirdi. Bu müessesenin tam teşkilatlı olarak ilk kez Hz. Ömer döneminde ortaya çıktığı rivayet edilir. Osmanlı döneminde bu teşkilatın ilk olarak Osman Gazi zamanında var olduğu iddiası ise Âşıkpaşazâde’de geçen bir kayda dayanır.

Otorite ve yetkisini kadıdan alan muhtesibin çok geniş yetkileri vardı. Bunlardan bazıları şunlardır: Dinin hoş görmediği çirkin işleri ortadan kaldırmaya çalışır, halkın cumaya gitmesine dikkat eder, kırkı aşan topluluklarda cemaat teşkilatının kurulmasını sağlar, ramazanda oruç yiyenler ve içki içenleri cezalandırırdı. Okulları teftiş eder, öğrencileri haddinden çok döven öğretmenleri cezalandırır, düşman eline geçtiğinde işine yarayabilecek her türlü harp malzemesinin satışını yasaklar, çarşıların nizam ve intizamını sağlar, ölçü ve tartıları kontrol eder, din kurallarıyla alay edenleri takip eder, komşu haklarına tecavüzde bulunmayı önlerdi. Ayrıca iddet beklemeden evlenen kadınlar, yasak mûsıkî aletleri çalanlar ona hesap vermek zorundaydılar. Muhtesip, kuralları ihlal edenleri ta’zir ederdi. Bu ta’zir işlemleri ise belirli bir sıralamayla olurdu. Bu sıralama ise şöyledir: bilmek, bildirmek, öğüt vermek, tekdir etmek, el ile müdahele edip düzeltmek, sopa ile tehdid, sopa atmak, silah kullanmak (Özkan, 2007: 75).

Đncelediğimiz beyitte muhtesip, Osmanlı zamanında çarşı pazarı dolaşıp fiyat ve

kaliteyi devamlı kontrol etmekle vazifeli kişi olarak karşımıza çıkar. Beyitten anlaşıldığı kadarıyla muhtesiplerin de kullandığı bir tür başlık olan börklerin seferlerde giyildiği bilinmektedir. Börk, “Külâh; Yeniçerilere mahsus beyaz keçeden veya beyaz çuhadan baş kisvesi”dir (Hüseyin Kazım, Büyük Türk Lügatı). Üsküf adı da verilen yeniçeri börk’ü, yeniçerilerin merâsim başlığıydı, günlük hayatlarında keçe kavuk giyerler, üstüne burma tülbent, sarık sararlardı.

Börkün, (üsküfün) üst kısmından arkaya, zamanımızdaki bahriye neferlerinin palet denilen geniş mavi yakalarını andırır, müstatil şeklinde bir keçe parçası kıvrılır, börkün tepesinden neferin omuzlarına kadar iner ve enseyi tamamen örterdi. Bu keçe parçasına da “Yatırtma” denilirdi. Güya ilk yeniçeri neferinin sırtını sıvazlayan Hacı

Bektaş Veli’nin cübbesinin kolunu temsil ederdi ki bu bir ocak efsanesidir, malûmdur ki Hacı Bektaş Veli, Yeniçeri Ocağının kuruluşundan çok önce vefat etmiştir.

Börkün başa geçen kenarında ipek veya sırma işlemeli bir zırh-süs vardı; ön kısmının ortasında da “kaşıklık” veya “tüylük” denilen bir parça eklenmişti; buraya sefer yolunda neferler kaşıklarını sokardı derler; törenlerde, alaylarda ise kaşıklığa, neferler kıdemlerine, küçük zâbitler rütbelerine göre turna kuşu telleri, balıkçıl kuşu telleri, düz sorguçlar, süpürge sorguçlar takarlardı, hem renk ve hem de şekilleri ile katıldıkları törenlere, alaylara bir şatafat verdikleri muhakkaktır (Koçu, 1969: 45- 46).

Görüldüğü gibi beyitte muhtesip terim anlamıyla kullanılmış olup çarşı pazar gibi yerlerde esnafın tartıda eksiklik yapıp yapmadığını kontrol eden görevli demektir. Beyitte muhtesip kelimesinin bu anlamına işaretle “eksiklik etmek” deyimi kullanılmıştır (Serdaroğlu, 2006: 98). “Padişahı ona muhtesip börkü giydirdi. Misk âhûsu nâfesini saçına benzeterek eksiklik etti”:

Ana şâhı muhtesib börkin geyürdi nâfesin

Zülfüne benzetdi eksüklük idüb âhû-yı misk (C.2, G.692/4)

4.2.1.1.11. Ok

Bu beyitte tevriyeli kullanılan ahu kelimesi hem âşığın dertten, kederden ettiği âhını hem de ceylan anlamındaki âhûyu karşılar. Kimse Zâtî’nin âhûsunu ya da âhını fark edememektedir çünkü kim neye dokunsa ok gibi sıçramaktadır. Bilindiği gibi ceylanlar da sıçraya sıçraya koşarlar:

Neye kim tokınsa geçer ok gibi cest

Kişi ahumı fark idemez tüfekden (C.3, G.1096/3)

4.2.1.1.12. Sevgili

Güzel gözlü, güzel kokulu ve ürkek olduğu için âhû, edebiyatımızda çoğu zaman sevgiliye benzetilir (Maraş, 2002: 72). Âşık, başı için o âhû gözlü sevgiliyi öyle arar ki ayağına yüz sürmedik çöl kalmaz:

Bâşum içün sen gözi âhûyı şöyle aradum

Kalmayubdur pâyuma yüz sürmedük sahrâ benüm (C.2, G.882/4)

Sevgili, âşık avlamak için ava çıktığında âşık onun okuna can vermek ve ölmek ister. Sonrasında da Allah’tan toprak olan bedeninden bin âhû yaratmasını diler. Bunu da âhûya benzettiği sevgilinin ömrüne kendi ömründen ömür katması için dua etmesi

şeklinde yorumlayabiliriz:

Şikâra çıkdugınca tîrine cân vireyin yârun

Bin âhû halk it yâ Rab benüm cismüm türâbından (C.3, G.1046/2)