• Sonuç bulunamadı

Zâtî, Dîvân şairleri içinde en çok şiiri bulunan şairlerdendir. Birbirine benzeyen şiirleri yanında gerçekten güzel olanları da çoktur. Bu şiirler yaşadığı asırda Zâtî’ye “üstat” dedirtecek bir etki uyandırmıştır. Bilgi, hayal ve nükte mısralarıyla süslenmiş

şiirlerinde dikkati çeken önemli noktalardan biri de edebiyatta darb-ı mesel veya sanat

ifadesi olarak irsal-i mesel diye adlandırılan atasözü, deyim ve halk tabirlerini çok kullanmış olmasıdır. Diğer şairlerle mukayese edildiğinde bu eğilimi ona haklı bir üstünlük kazandırmıştır (Ak ve Akkaya, 1993: 19). Zâtî, deyimleri veya atasözlerini ya aynen almış ya da sözü hatırlatacak şekilde kullanmıştır (Ak ve Akkaya, 1993:22). Mahallî kültüre ziyadesiyle vakıf olan Zâtî’nin şiirlerinde sanatı bir yana bırakalım; tarih, coğrafya, çeşitli sanatlar şark-garb kültürü ve zengin bir içtimaî hayatın akislerini görmek mümkün olacaktır. Onun şiirlerindeki şahıslar dünyası başlı başına bir inceleme konusu olabilir. Đstanbul’da yaşar ama uzak bir köydeki geleneklere, hayat tarzına da yabancı değildir. Zâtî, ömrünün sonlarında para için şiir yazmıştır. Bazen çok yazanların düştüğü tekrar hatasına düşmüştür. Fakat çoğu zaman engin hayal ve tasavvurlarıyla orijinalliği yakalama imkânı bulmuştur. Remil dükkânında edebî bir mahfil kuran, şairlerin hocası Zâtî’nin edebiyatta hak ettiği yeri aldığını söylemek pek mümkün olmuyor. Onun şiirleri pek çok şair tarafından tanzir ve tahsis edilmiştir (Ak ve Akkaya, 1993: 20).

Şiirinin en önemli özelliği daha önce söylenmemiş birtakım hayalleri kullanma

gayretidir. Kaynaklar ilim tahsili olmadan usta şair olunamayacağı tezinden hareketle, belirli bir eğitimi bulunmayan Zâtî’nin olağanüstü güzellikteki şiirlerini hayretle karşılarlar (Şentürk, 1999: 235).

Şiir redifli iki gazelinde belirttiğine göre, Zâtî için şiir, görenin okuyanın bir bülbül

kesildiği, rengârenk mana gülleriyle dolu bir bahçedir. Sanatçı, edebiyat ülkesini şiirle fetheder, gönül ülkesine şiirin mücevher kakmalı kılıcıyla girer. Zevksiz ve cahil kişilerle bir alışverişi yoktur şiirin; onun alıcısı ârif kimselerdir, bu işten anlayan kimselerdir. Şiir, Đsa sözleri gibi ölüleri diriltir, fakat okumasını, yorumunu bilmek gerek. Sevgi konusunda yazıldı mı bir tatlı ve nazik dost, gönül hastası âşıklar için usta bir hekim; onları hemen iyi eder. Zalim sevgililer, durumunu anlarım da merhamete gelirim diye Dîvânını alıp okumazlar âşığın; çünkü şiir insanı değiştirir. Âşık şair bir

gazel yazsa bütün beyitler birer nazlı nazik sevgili gibidir, her beyti şiir olur. Şair büyücüye benzer, pamukla ateşi yan yana koyar; gönül pamuktur, şiir ateş. Şairin ustalığı oradadır ki yanıp yok olmaz bu iki zıt şey. Zevk sahipleri birer şiir sarrafıdırlar, önlerine sürülen hokkada hangi elmasın, hangi incinin eşsiz ve üstün olduğunu bilirler (Kalpaklı, 1999: 192).

Hayatının bütün acılarına rağmen iyimser, nüktedan şakacı bir adammış Zâtî. Çağdaşı

şairlere takılmaları, tatlı çekişmeleri, bazıları açık saçık hazırcevaplığı, altta kalmayışı,

yeri geldi mi sözünü esirgemeyerek taşı gediğine koyması ile, yergilerinde bazen ölçülü-edepli, bazen de aşırı ve küfürbaz Zâtî, kendi kaleminden çıkma anılarında, fıkralarında; gazellerinin hayal evreninde değil, gerçekler arasındadır. Bu latifelerin dili, şairin bir Dîvân efendisi olmayıp halktan birisi olduğunu kanıtlıyor (Kalpaklı, 1999: 193).

Tanzimat dönemi şairlerinden Ziya Paşa, onu Dîvân şiirimizin temel taşlarından biri sayarak şunları yazmıştır:

Eslâftan Ahmed ü Necâtî Âvâre vü dil-şikeste Zâtî Türkî suhane temel komuşlar Amma temeli güzel koymuşlar

Tezkirecilerin çoğu Zâtî’de gerçek bir şairlik yeteneği olduğunu, şiir yazmak için gerekli bütün bilgileri en ince ayrıntılarına kadar edindiğini, bu arada Farsçayı çok iyi öğrendiğini geçmektedirler (Uğurlu, 2002:101).

Bazı şairlerin rastgele mahlas seçmelerinin, özellikle şairliğiyle kendisini ispat etmiş kişilerin mahlaslarını seçmelerinin Necâtî’yi nasıl kızdırdığını Âşık Çelebi Tezkiresi’nden öğreniyoruz. Necâtî, Edirne’de padişaha kaside sunup, Manisa’ya döndüğü esnada Đstanbul’a uğramış ve zamanın ileri gelen şairleri Revânî, Ferrûhî,

Şem’î ve Ali bir mecliste otururlarken Hallac Zâtî adında bır şair meclise gelir, Necâtî

kim olduğunu sorduğunda, isminin Zâtî olduğunu söyler. Necâtî ise önce onu meşhur Zâtî zanneder, daha sonra bunun başka birisi olduğunu öğrenince: “Ne acib Zâtî dururken bir Zâtî dahi zuhûr itmeğe külli kuvvet gerek buyurın billâh diyü eş’arın

okıtdı. Keyfiyyet-i haline ve kemmiyyet-i mikdârıa vakıf oldukda meclisinden kovup “Bre edepsiz bu bizâ’a ile Zâtî’ye muâraza ve anınla şi’rde mutâraha ne haddündür. Vallah padişah âsitânesine şimdi gider olsam, dönmiş bulunmasam kaside ile arz iderdüm, bu mahlasda bir şâir-i kâdir var iken her küstâh ve mukallid anun mahlasıyla

şi’re mahlas bulup mu’âraza itmeye diyü yasağ itdürür, hükm-i şerif ihrac itdürürdüm,”

der (Yıldırım, 2006: 28).

Her türlü şekliyle, güzel konuşmak, sözü tatlı, güzel vs. olmak, sosyal hayatta insana geniş imkân sağlayan bir durum olarak görülür. Âşık Çelebi Zâtî’nin yeterli toplumsal itibar ve mevkiye bir türlü ulaşamamasını, içinde bulunduğu sosyal statü ve geçim sıkıntısından bir türlü kurtulamamasını tahlil ederken, saymış olduğu eksikliklerin yanı sıra, “gâyet eyü söz söylemek gerek idi ki halk kabul ideler ve derd-mendin kalbine mihr ü vefâdan dühûl ideler...” şeklinde güzel konuşmayı da ekler (Tolasa, 2002: 175). Latîfî tezkiresinde Zâtî’yi görünüş ve giyim, fizyonomi ve bazı hal ve davranışları için âvâm-sûret olarak tasvir etmiştir (Tolasa, 2002: 185). Yetenek durumundan söz ederken ise “vüs’at-i kabiliyet” değerlendirmesini yapmıştır (Tolasa, 2002: 197). Âşık Çelebi, yaratılıştan şair olduğuna ve daha çok bu yetenekle şiir yazdığına inandığı Zâtî için, “Şiir gayra nispet ârızî, ana nispet zâtîdir” der (Tolasa, 2002: 195).

Kullanılış yer ve şekillerine bakarak bülend sıfatının yüce ve yüksek sanat idealleri peşinde koşan, bunları ele geçirmekte üstün gayret ve başarıya sahip soylu bir yaratılışın ifadeye çalışıldığı söylenebilir. Latifî’nin bu açıdan üzerinde durduğu ve “felek-i devvâr nice rüzgâr devretmek gerekdür ki mâder-i gîtî, rahm-ı tabiatdan ana mânend bir tâb’-ı bülend dünyaya getüre…” dediği şair Zâtî’dir. Yine “çok anlayışa ve çok kavrayışa sahip” manasına gelen “derrâk” sıfatını da yine yüksek bir değer anlayışı çerçevesinde Zâtî için kullanmıştır (Tolasa, 2002: 208- 209).

Tabiatının kusursuzluğu ve zihninin letafeti anlatılamayacak kadar yüksektir. O kitabında bir araya getirilen değişik mana ve latifeler, başkasına değil ancak ona müyesser oldu. Gazellerinde hususi manalar ve kimsenin şiirinde söylenmemiş atasözü ve deyimler çoktur. Şiiri makbul, beyitleri sanatlıdır. Devrinde büyük bir şöhreti vardı.

Doğrusu şudur ki söz yaratıcılığında Hallâk-ı Maânî, güzel ifadede, Hassân-ı Sânî idi. Öylesine seçkin ve eşsiz bir şairdi ki söz ve mana zirvesinde, hayal âleminde ve söz sanatında bunun kanadına ulaşabilecek yükseklerde uçan doğan, Osmanlı semalarına gelmemiştir. O, öylesine tanınmış bir şairdir ki her bakımdan, unvanı şanına, şanı unvanına uygun biridir. Kısacası gazel tarzında Zâtî’nin herkesten fazla meziyeti ve tartışılmaz üstünlüğü olduğu çok açıktır. Bu hususta hikmetlerin en hâlisi apaçık ortadadır. Edebî sanatları kullanmada öylesine yetenekliydi ki bu konuda çağı

şairleriyle kendisi arasında denizle nehir kadar büyük fark vardı (Đsen, 1999: 480). Şiir sanatlarının herhangi biri olsun da Zâtî onu kullanmamış olsun, hayal ve

manalardan el değmemiş bir düşünce olsun da onun çok anlayışlı yeteneği buna ulaşmamış olsun. Ama olgunluk yaşını biraz geçtikten sonra söylediği şiirler Şebistân-ı Hayâl üslubunda ve muamma tarzında olup çok sanatkârca ifade edildikleri için biraz zor anlaşılırlar. Bu yüzden bunlardan, coşkulu âşıklar tat alamaz, dinleyen gönüller ilk bakışta bunları kavrayamaz. Đnce hayalleri etraflıca ve derinliğine düşünmek gerektiği için şiir sanatlarını bilmeyen bunları anlayamaz. Onun için ince manalarının çoğu, tasavvurla yorumlanır (Đsen, 1999: 485).

Zâtî’den bahseden hemen bütün biyografik eserlerde, sanatından övgüyle bahsedilerek, gazel alanındaki üstatlardan biri sayıldığı ve şiirlerinin eşi benzeri olmadığı dile getirilmiştir. Necâtî Bey ve Ahmed Paşa’dan gelen ve Bâkî’ye ulaşan çizgide önemli bir halka olan Zâtî’nin şiirleri genellikle âşıkânedir. Rindlik de şiirlerinde önemli bir konu olarak kendisini gösterir. Klâsik edebiyatın en çok şiire sahip şairlerinden olan Zâtî, şiir nazm ederken Ahmed Paşa ve Necâtî Bey gibi titiz ve seçici davranmamış, kaleminin ucuna gelen her şeyi işlemeğe ihtiyaç hissetmeden yazmıştır. Bundan dolayı

şiirleri arasında gerçekten güzel olanlar bulunduğu gibi kusurlu ve zevksiz olanlar da

vardır. Bu tavrından dolayı kaynaklar tarafından da eleştirilmiştir. Ayrıca Zâtî ’nin

şiirlerine o dönem Türk kültürü ile gündelik hayatının yansıdığı da müşahede

edilmektedir. Ahmed Paşa ve özellikle Necâtî Bey’den etkilenen Zâtî, şiirdeki yeteneğiyle Figânî, Hayâlî, Helâkî, Bâkî, Cinânî, Usûlî, Hayretî, Enverî ve Celilî gibi

şairler üzerinde etkili olmuştur (Şentürk ve Kartal, 2006: 280).

Şiir ana selîki ve bahşâyiş-i hakîkî idi. Zâtî’ye şiir Hudâ dâdıdır; şuarâ pîri ve üstâdıdır. Đller farisiden mani tercüme eyleseler kendiye okuduklarında bu fariside vardır ve

filanın filan beytinden tercümedir derdi. Amma kendi tercüme eylese okusa tercümedir deseler, ben farisi bilmedüğüm bilirsüz, der idi (Gökyay, 1992: 10).

Zâtî’nin ne genel ne de Farsçaya dayalı bir öğrenimi olmasına rağmen bu konuda bir bilgi ve kültüre sahip bulunması meselesi, tahsilsiz bazı şairlerde görülen az buçuk okumanın yanı sıra, sahip olunan keskin dikkat ve hafıza ile ve daha çok dinleme yoluyla, bilgi ve kültürce nelere kadar varılabileceğinin dikkat çekici örneğidir. Böylece tahsilsiz ve cahil olmasına rağmen şiirleri takdire uğrayan şairde bilginin bu

şeklinin de göz önünde tutulması da gerekmektedir (Tolasa, 2002: 245).

Zâtî, sadece sanat aşkı için yazmamış, sıkıntılar içerisinde yaşaması onun bazen para kazanmak için yazmasına sebep olmuştur. Çok fazla yazmış olduğu için eserleri arasında kıymetsiz mazmunlar, tekrar edilmiş imajlar oldukça fazladır. Fakat bu başarısızlık onda bilhassa orta yaştan sonra görülmüştür. Đlk eserlerinde Ahmed Paşa ve Necâtî tesiri kendini kuvvetle göstermiş fakat sonraları kendi şahsiyetini gösteren kaside ve gazeller yazmıştır. Her ne kadar Zâtî’nin çok büyük şair olmadığı söyleniyorsa da bilhassa mesnevisinde, umumiyetle Dîvân şairlerinde rastlanmayan imajlara rastlanmıştır. Bu imajlardan birisi Şemce Banu’nun güzelliği anlatılırken ellerinden bahseden mısradır. Elin güneşe, parmakların da onun ışınına benzetilmesi hakikaten çok ilgi çekici bir imajdır. Ayın mecliste çeng ve zührenin çengi olması güneşin ve ayın şualarının naylak feleğin yuvarlağı itibariyle def olması, ayla güneşin de daima felekte devr olduğu için defin pulu olarak düşünülmesi imajın çok geniş olduğunu gösterir. Saçın güneşe kadar kemend uzatması da pek öyle her şairin düşünebileceği imajlardan değildir. Gazelleri ise ekseriya âhenk bakımından mükemmeldir. Yine onun eserlerinde muğlâk kelimeler yoktur. Lirizmini meydana getiren şeylerden biri de vezni iyi kullanmasıdır. Tezkireciler bilhassa mesnevisinin her beytinin emsalsiz bir hayalle yüklü olduğunu ve böylece devam ettiğini söylerler. Zâtî, beyitlerini sadece mesnevinin konusunu uzatmak için yazmaz, her beyti mana bütünlüğü ve kuvvetli hayallerle çerçevelenir (Alpay, 1961:131- 132).

Büyük şair, oldukça da üretken bir şairdir, muhtemelen tüm Türk edebiyatındaki diğer

şairlerin yazdığından daha çok sayıda kaside ve gazel yazmıştır. Bununla beraber

Zâtî’nin sanatkârlıktaki başarısı üretkenliğiyle eşdeğer değildir. Daha bahtiyar bir durumda olsaydı herhalde sonuç daha değişik olacaktı; sağırlığı ve daha da fazlası

hayatının büyük bölümünün içinde bulunduğu fevkalâde fakirliği şaire yapacağını yapmıştı. Fakirliği, para kazanma gereksinimini bütün isteklerin önüne alınmasını zorunlu kılıyordu. Yalnız sanat hayatı için çalışmaya gücü yetmiyordu ve şiirlerinin çoğu ya para için ya da para kazanma ümidiyle yazılmıştır. Bu şartlar altında normal kabiliyetin üzerinde bir kabiliyete sahip olduğunu ispatladığından aslında yüksek makamlar elde etmeliydi. Latîfî, “Şayet sağır ve fakir olmasaydı kendisinden önce ve sonra hiçbir şair onun gibi bir üstünlüğe ve şöhrete kavuşamayacaktı”, “Devreden felekler yeryüzünde onun gibi bir dehânın doğması için uzun asırlar dönüp durmuş olmalıdır” demektedir. Kınalızâde, sitayişinde biraz daha mutedildir. Zâtî’ye, şiirinde çift anlam hususundaki kabiliyeti, dildeki gücü ve garip hayalleriyle geniş bir itibar atfederken zamanına göre tuhaf ifadeler kullandığı ve bununla beraber klâsik dönemde

şiir için tahsis olunan basmakalıp geleneksel ifade tarzının dışında kaldığı ve eserlerini

kısmen zevk sahibi okuyucuları gücendirecek, kabiliyetli bir adamı değersizleştirecek, zarafet ve incelik gibi hususiyetlere yabancı birtakım ifadeler kullandığı için tenkit eder. Kınalızâde, sağgörülü bir kısım münekkitlerin onun eserlerini eşsiz olarak kabul ettiklerini söyleyerek devam eder ve şiirlerinin birçoğunun bayağılığının kısmen dostlarının fikirlerini işitmekten alıkoyan sağırlığından, kısmen pek çok insanla, hatta günümüz kalabalık insan gruplarının da müptela olduğu fakirliğinden ve kısmen de yüksek mevkilerde nüfuzlu dostlarının azlığından dolayı olduğunu izah etmeye çalışır. Mühim bir salahiyete sahip olmayan Ahdî’nin görüşleri ise tamamen şair lehindedir (Gibb, 1999: 47- 48).

Modern münekkitlerden Ziya Paşa’ya döndüğümüzde; Harabat’ında ve dilşikeste Zâtî’yi, daha önce gördüğümüz Ahmet Paşa ve Necâtî ile birlikte Türk dilinin kurucusu olarak zikrettiği üçüncü kişidir. Üçü de kullanılmayan modası geçmiş ifade tarzlarından ve modern okuyuculara kaba gelen, eserlerinde bolca bulunan kelimelerden dolayı biraz mantıksızca tenkit edilir; bu tenkitte, takviye için kullanılan ve mısralarının çoğunu biçimsizleştiren imale ve zihaflar dolayısıyla büyük bir haklılık vardır. Bunun yanı sıra Ziya Paşa dilin onların zamanlarından bu tarafa daha fazla sadeleştiğini, eserlerinin ise kendi zamanları için oldukça iyi olduğu şeklindeki ifadesinde biraz daha naziktir (Gibb, 1999: 48).

Zâtî’de gerek söz, gerekse mana olarak kaba kabul edilebilecek hayli tabire tesadüf olunursa da, kendisinin şiirin inceliklerine vakıf, sağlam tabiatlı bir insan olduğunu ispat edecek birçok beyit de bulunur. Medrese hatıralarında kayıtlı olduğu üzere Şeyh Ebü’l-Abbas bin Kassab’a birisi bazı kerametler göstermesini rica eder. Şeyh der ki: “Ben her gün bir koyun kesip yüklenerek beş on para kazanmak ümidiyle şehir içinde dolaşmadık yer bırakmaz bir kasap idim. Şimdi ise bir mevkide bulunuyorum ki, âlemin etrafından nice adamlar beni ziyaret için kalkıp ayağıma geliyorlar. Bundan büyük keramet mi ararsın?”. Đşte Zâtî dahi bir çizmeci iken şiir bilen birisi olmak suretiyle kerametini izhar etmiştir. Herhalde edebiyatın üstatlarından sayılması gereken bir zattır. Kendisinden yarım asır sonra gelmiş olan Bâkî gibi, yaşlılığında olsun zarûretten uzak bulunabilmiş olsaydı, bize daha kıymetli eserler bırakabilirdi (Naci, 2000: 188).

Profesör Naci’nin hükmü (muhtemelen ulaşılabilen en doğru hüküm)ne göre Zâtî’nin

şiirlerinde dil ve düşünce bakımından pek çök bayağılıklarla karşılaşılmakla birlikte

onun kabiliyetli ve şiir sanatının inceliklerine hâkim bir kişi olduğunu gösteren pek çok şiir bulmak mümkündür. Bir ayakkabıcı iken şiirin ince noktalarında tanınmış bir otorite olması onun fevkalade kabiliyetine kâfi bir delildir (Gibb, 1999: 48).

1.3. Eserleri

Zâtî’nin en büyük eseri Dîvânıdır. Zâtî, hem büyük hem de velût bir şair olmasına rağmen tezkireciler onun eserlerinin beyit tutarı hakkında kat’i bir rakam veremezler. Latîfî’ye göre 3000 gazeli, 500 kasidesi, 1000 rübâî ve kıt’ası; Kınalızâde’ye göre 1600 gazeli ve 400 kasidesi vardır. Beyânî de Kınalızâde’nin verdiği rakamları verir. Sehî Bey ise Latîfî gibi 3000 gazeli ve 500 kasidesi olduğunu söyler (Alpay, 1961:132-133). Âşık Çelebi ise 1600–1700 gazeli ve 500 kasidesi olduğunu nakleder (ĐA, XIII: 467).

Đlk iki cildi Ali Nihat Tarlan tarafından (Đstanbul 1967–70), üçüncüsü Mehmet

Çavuşoğlu ve M. Ali Tanyeri (Đstanbul 1987) tarafından basılan Dîvânının gazeller kısmında 1825 gazel mevcuttur. Dîvân yalnızca gazellerden müteşekkil olup kasideleri kapsamamaktadır (Serdaroğlu, 2006: 49).

“Şem’ ü Pervâne” ve “Ahmed ü Mahmûd” isimli lirik tarzda iki mesnevisi, bunlardan başka Edirne hakkında yazılmış bir şehrengizi vardır. Bunlara ilâveten Latîfî “Ferrûhnâme”si olduğunu söyler. Ayrıca eserleri arasında “Siyer-i Nebi” ve “Mevlûd” da vardır. Zâtî’nin mehazların kaydettiği 400-500 kasidesinden Sultan Bayezid, Sultan Süleyman, Sultan Selim, Sancak Beyi Mesih Ağa, Tâcizâde Cafer Bey, Ferrûh Bey, Kadı Şah Mehmed, Nişancı Bey, Mustafa Paşa, Müftü Kemal Paşazâde, Kadı Kadri Efendi, Fenârizâde, Kazasker Đbni Müeyyid’e sunulmuş kasideleri vardır. Zâtî’nin gerek sultan Süleyman, gerekse Sultan Selim için yazdığı kasideler çok beğenilmiştir (Alpay, 1961:132–133).

Dîvân: Zâtî’nin en büyük eseridir. Ömrü boyunca binlerce gazel ve yüzlerce kaside

söylediği rivayet edilen şairin bütün şiirlerini bir araya toplayan bir dîvâna rastlanmamıştır. (Banarlı, 1997:573)

Dîvân üç ciltten oluşmuştur. Đlk iki ciltte 1003, son ciltte 800 olmak üzere 1803 gazel ve kaside bulunur. I. ve II. Ciltleri 1967 ve 1970 yıllarında Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan tarafından, III. Cilt ise Mehmet Çavuşoğlu ve M. Ali Tanyeri’nin müşterek çalışmasıyla hazırlanıp 1987 yılında yayımlanmıştır (Özkan, 2003: 340).

Şem’ ü Pervâne: Türk edebiyatında ilk Şem’ ü Pervâne’yi Zâtî yazmıştır. 3821 beyit

halinde ve aruzun Mefâîlün Mefâîlün Feûlün kalıbı ile yazılan bu mesnevî Türk edebiyatındaki en ünlü Şem ü Pervâne olarak bilinir (Pala, 2003: 441–442).

Mecmuatü’l-Letâif: Mensur bir eser olup iki bölümden oluşur. Birinci bölüm,

toplumun her kesiminden kişilerle ilgili manzum latifeleri içerir. Diğer bölüm, ahkâm risaleleri tarzında olup her meslek sahibi ve sanatkârı birer cümleyle mizahî şekilde tanıtır. Mehmet Çavuşoğlu tarafından birinci bölümü 1970’te, ikinci bölümü de 1977’de yayımlanmıştır. “

Edirne Şehrengizi: II. Bayezid döneminde Edirne ve şehrin güzellerini tanıtan bir

yapıttır (Özkan, 2003: 340).

Zâtî’nin kaynakların kaydettiği 400–500 kasidesinden Sultan Bayezid, Sultan Süleyman, Sultan Selim, Sancak Beyi Mesih Ağa, Tacizâde Cafer Bey, Ferruh Bey, Kadı Şah Mehmed, Nişancı Bey, Mustafa Paşa, Müftü Kemal Paşazade, Kadı Kadri Efendi, Fenarizade, Kazasker Đbni Müeyyid’e sunulmuş kasideleri vardır. Zâtî’nin

gerek Sultan Süleyman gerekse Sultan Selim için yazdığı kasideler çok beğenilmiştir (Alpay, 1961: 133)

Zâtî’nin bunlardan başka “Siyer-i Nebi” ve “Mevlid” adlı eserleri de bulunmaktadır (Đpekten vd, 1988: 546).