• Sonuç bulunamadı

ATIN YÜRÜYÜŞLERĐ

4.2.3.2. At ile Đlgili Tasavvurlar 1. Aslan

4.2.3.2.22. Đnân-Gem-Fitrak

Đnan, at dizgini ve kemendidir. Attan faydalanabilmek için ihtiyaç duyulan aletlerden

biri, binmeyi kolaylaştıran üzengi, öteki de atı istenilen istikamete sevk etmeyi sağlayan gemdir. Bu iki aletin keşfi ata hâkim olmayı mümkün kılmıştır. Milattan önceki tarihlerden beri kullanılması gerektiği kabul edilen ve Avrupa’da Avar Hakanlığı ile yaygınlaştığı bilinen üzenginin kelime olarak Türkçe menşeli olduğu

şüphesizdir. Yalnız Osmanlıcada görülen ve yabancı bir dilden alındığı söylenen gem

kelimesi yerine eski Türkçede yular, dizgin, kantarma, yükün, tin gibi birçok deyim kullanılmıştır (Kafesoğlu, 1996: 27).

Gem atı yönlendirmek için atın ağzına takılan demir araçtır (Türkçe Sözlük, 2005: 744). (bkz. Gönül):

Bu esb-i dil safâlar ile gem gever anun

Bu beyitte sevgilinin güzelliği ata benzetilerek âşığın etrafında dolandırmakta, âşığın da adeta bu güzellikten başı dönmektedir ve böylece sevgisi de artmaktadır. Sevgisi artan âşık elindeki dizginleri unutmuş, elinden kaçırmıştır. “Ey şeh-süvar! Güzellik atını gelip dolandırdın. Sevgim artıp katlanan dizgin elimden gitti”:

Aylandurdun gelüb hüsn atını ey şeh-süvâr

Mihrüm artub gitdi destümden ‘inân-ı ihtiyâr (C.1, G.290/1)

4.2.3.2.23. Kılıç Duası

Kılıç duası, kılıçların üzerine daha keskin olmaları ve daha çok düşman öldürmelerini sağlamak için yazılan bir tür duadır. Kılıcın düşman üzerinde daha kahredici olması için kılıç duası önemlidir. (Serdaroğlu, 2006:241). Aşağıdaki beyitte Zâtî, atı Kılıç Duasına benzeterek bu kâinatın atı olamayacağını bu sebeple de kılıç duası gibi atıyla dokuz tane savaşılacak yeri, siperi geçeceğini söylemektedir. “Dokuz siper”den kasıt “dokuz felek”tir. Bunlardan birincisi: Kamer (Ay), ikincisi: Utarid (Merkür), üçüncüsü: Zühre (Venüs, Çobanyıldızı), dördüncüsü: Şems (Güneş), beşincisi: Merih (Mars), altıncısı: Müşteri (Jupiter), yedincisi: Zuhal (Satürn), sekizincisi: Felek-i Samîn, dokuzuncusu: Felek-ül-a’zam, Felek-ül-eflâk’tir (Devellioğlu, 2003: 255): Geçerüz tîr-i du’a gibi bu tokuz siperi

Olımaz Zâtî bizüm kevn-ü-mekân hâyilümüz (C.2, G.497/5)

4.2.3.2.24. Kule

Şâir, sevgili padişahın kahküllü atını kuleye benzetmiştir. “Kule” kelimesi cinaslıdır.

“Padişah sevgili, yine bir kahküllü ata binmiştir. Bu sanki kuleden Ay’ın görünmesi gibidir”:

Yine bir kulle ata binmiş ol şâh

Görinür eyle san kim kulleden mâh (C.3, G.1251/1)

“Sevgili, sanki kulenin üstünden doğan bir Ay’dır. Altında kâhküllü bir feresi var”: Bir mâhdürür kulleden ol san ki togubdur

4.2.3.2.25. Madiyân (Kısrak)

Tek tırnaklılar takımının, Atgiller familyasından bir memeli olan atın erkeğine aygır, dişisine kısrak, yavrusuna tay, yumurtaları çıkarılmış, iğdiş edilmiş olana da beygir denir (http://www.bibilgi.com/at, 28.03.2009).

Eski kültürümüzün, dinler tarihi, tefsir, edebiyat, tasavvuf gibi hemen hemen bütün alanlarına girmiş, tarihi- efsanevi bir şahsiyet olan Đskender, Đslam tarihindeki Zül-Karneyn, Yunan tarihinde ismi zikredilen Büyük Đskender (Alexander The Great) ve bunların karıştırılmasıyla meydana gelmiş olan âb-ı hayatı arayan Đskender olmak üzere üç farklı kimlikle karşımıza çıkmaktadır. Dîvân şiirinde âb-ı hayâtı aramak amacıyla Hızır ile beraber Zülûmât ülkesine giden şahsiyettir (Tökel, 2000: 187). Büyük iskenderin atı'nın ismi ''Bucephalus'' tur bu söylemin en yakın olduğu dil Arnavutçadır. Geçmiş tarih ve günümüzde dahi Erkek ata nazaran dişi at ''Kısrak''lar daha güçlüdür, bu sebebten dolayı Erkek atların güçünü kaybetmemesi için iğdiş etmektedirler. Bu varsayımlardan yola çıkıldığında Đskender ve diğer savaşçılar dâhil Kısrak kullanmaları büyük ihtimaldir (http://www.balkanskidom.com/ archive/index. php?t-217.html, 11.11.2008).

“Bint-i ‘ineb” tamlaması ile şaraba cinsiyet ve körpelik izafe edilmiştir. “Güya gönül kederden üzümün kızı (şarap) ile kurtulur. (Zira) Kısrak ile Đskender karanlık içinden çıkar”:

Kurtulur dil gussadan bint-i ‘ineble gûyîyâ

Madiyân ile Skender zulmet içinden çıkar (C.1, G.409/4)

4.2.3.2.26. Müje

Sevgilinin kirpikleri atlı ordulara benzetilmiştir. “Ey güzellik şâhı (sevgili), senin ordu gibi saf saf (dizilmiş) at sürüsü kirpiklerin varken âşıkların kalbi nasıl dayansın?”: Kalb-i ‘uşşâk nice döysün eyâ şâh-ı cemâl

Haylî saf saf müjeler gibi sipâhun var iken (C.3, G.1134/2)

Şûh, “neşeli, şen ve oynak kadın” ile “hareketlerinde serbest” anlamındadır. Bu şûh

âşığın üzerine saldığı bakışlardır. Fakat âşık her şeye rağmen kendi durumunu unutup sevgiliyi destekler konumdadır. Çünkü âşık, sevgilinin kılıcının keskin, atının ise yügrük olmasını dilemektedir. Bulunduğu yer kılıçların çekildiği ve atların salındığı bir savaş alanıdır. O, canını sevgilisine verecek kadar cömerttir. Sevgiliden gelen her türlü eziyete seve seve katlanır:

Çeküb tîg üstine at saldı ol şûh

Kılıcı keskin olsun atı yügrük (C.2, G.766/3)

4.2.3.2.27. Nal

Nal, hayvanların ayağına çakılan, demirden mamul yarım halkadır. Dîvân şiirinde sevgilinin saçı, kâkülü yahut kaşı, şekil itibariyle nala benzetilmiştir. Kezâ gökteki hilâl de nal şeklindeki yaraları karşılar. Nal, eskiden büyücülükte de kullanılmıştır. “Nalı kızgın” yahut “nal-der-âteş (nalı ateşte)” deyimi bir sihir tabiridir. Bir kimseyi bir kimseye âşık etmek isteyenler, bir nal üzerine kadın ile erkeğin kendi isimleriyle anne isimlerini Süryanice yahut ebced hesabı ile yazarlar. Sihiri yapan kişi, birtakım dualar ve vefkler okuduktan sonra nalı ateşe bırakır. Güya nal kızdıkça kadın ile erkeğin birbirlerine aşk u alakası, muhabbet ve ilgisi artar, ıztırap ve kararsızlık içinde kalırlarmış. Nalın küçüğüne nalçe (küçük nal) denir (Pala, 1994: 27- 28).

Osmanlı ordusu savaş durumunda ve yürüyüşlerde merkez sağ kol ve sol kol düzenini alırdı. Ordu yürüyüş halindeyken baskın tehlikesini önlemek için önde akıncılar ilerlerdi. Akıncıların gerisinde ise yol açan köprüleri tamir eden yol göstermek için kazık çakan kazmacılar yürürdü. Onların gerisinden azaplar ve karakol kuvvetleri gelirdi. Osmanlı ordusu genellikle gece yarısı yürüyüşe çıkar ertesi gün öğleye kadar yürüyüş devam ederdi. Geceleyin yolu ve ordugâhı aydınlatmak için meşaleler kullanılırdı. Savaş meydanında da hilal ya da at nalı şeklinde pozisyon alınırdı (http://ansiklopedi.turkcebilgi.com/Osmanl%C4%B1'larda_ordu, 04.01.2009). Bu beyitte sevgilinin atının nalı hilâle, çıkan kıvılcımlar ise yıldızlara teşbih edilmiştir. Hilâl ise sevgilinin kaşıdır. Hilalin nala ve kaş ile benzerliği ince ve kavisli şekli dolayısıyladır. “Putun (put gibi güzel sevgilinin) atının nalından kıvılcımlar çıktıkça sanki yıldızlar hilâli çevreler (gibi olur)”:

Çıkdukca na’l-i esb-i sanemden şerâreler

Gûyâ hilâli çevre alurlar Sitâreler (C.1, G.226/1)

Makdem, ayak basılan yer, eşik ve gelmek manalarındadır. Gözünü dört açmak, çok dikkatli ve uyanık olmak anlamına gelen bir deyimdir. Âşık, sevgilinin eşiğinin ümidiyle perişan kalbini eğlendirmekte, (bu sebeple de sevgili çıktığında kaçırmamak için) atların dört ayağında bulunan dört nalı gibi gözlerini dört açmıştır. Söz konusu sevgili beyitte hân olarak nitelendirildiğinden şair, makdemi bir şeyler dilemek ümidiyle de kullanır. Ancak burada âşığın dilediği şey para veya herhangi bir maddi unsur değil perişan kalbinin eğlenmesi, avunmasıdır:

Semendün na’li gibi dört olubdur gözlerüm hânum

Ümîd-i makdemünle eglenür kalb-i perîşânum (C.2, G.984/1)

Abdallar vücutlarına nal şeklinde dâğ yakarlardı. Bazen bunların vücutlarına nal veya nal şeklinde teneke koyup çuvaldız gibi şişlerle etlerine tutturdukları Cumhuriyete kadar her zaman gömülürdü. Bu dağlar, Đmâm Ali ve oğlu Đmâm Hüseyin aşkına yakılırdı (Onay, 2007: 291). Büyü, maji, efsun, tılsım gibi isimlerle de anılan sihir de, binlerce yıllık geçmişi bulunan bir halk inanışıdır. Sihir; aslında muska, efsun, tılsım gibi büyünün bir çeşidi sayılmaktadır. Bir kimseye kötülük yapmak, bâtılı hak göstermek gibi sebeplerle yapılan sihir için değişik yöntemler kullanılmaktadır. Bu yöntemlerden biri de; birbirine âşık olunması istenen iki kişinin isimlerinin Süryanice olarak hiç kullanılmamış bir nala yazılmasıyla gerçekleşir. Nal, daha sonra ateşe atılır ve hocalar okurlar. Böylece o iki kişi birbirine âşık olurmuş. Ayrıca kötülüğü istenen birinin ismi de nalın üstüne yazılarak ateşe atılırmış. Böylece o kişi ıztırap ve acı çekermiş (Onay, 2000: 344). Bazen de sevgiliye tez kavuşmak için ateşe nal atılarak büyü yapılırmış (Çelebioğlu, 1998: 680). Zâtî, sevgilinin kendisine acı çektirmek için ateşe nal atmak suretiyle sihir yaptığını ve sinesini de ata çiğnettiğini söylemektedir: Na’l saldun âteşe cânını teshîr itmege

Sînesini Zâtî’nün çignetdün ata ey nigâr (C.1, G.290/5)

Aşağıdaki beyitte de yine sevgili, atına âşığın sinesini çiğnetmiştir. Burada ateşten kasıt âşığın devamlı yanan sinesidir. Âşık ise bunu ateşe nal salmak büyüsü ile ilişkilendirmiş ve sevgilinin bunu canını büyülemek için yaptığını ifade etmiştir:

Sînemi çignetdi ol çâbük-süvârum atına

Cânı teshîr itmek içün na’l saldı âteşe (C.3, G.1258/2)

4.2.3.2.28. Nefes

Zâtî, bu beyitte şâhın nefesini ferese benzetmektedir. Satranç oyununda en mühim bir taş olan şâhı, yeri gelince at taşı bile devirebilir. Satrançtaki bu kuralı Zâtî, şu şekilde yorumlamıştır. “Ey Zâtî, padişahın vücuduna feres atı bir nefestir, bir zaman gelir, toprağa vurur”:

Yire ura bir dem gele Zâtî’yâ

Vücûdun şehine nefesdür feres (C.2, G.570/9)

4.2.3.2.29. Rakip

Zâtî, bir beyitinde sakar at tabirini kullanmıştır. Sakar kelimesi hem bazı hayvanların, özellikle atların alınlarında bulunan beyaz leke, küçük akıtma; hem sık sık küçük kazalar yapan kimse; hem de Arapçada cehennem demektir. Zâtî, bu beyitte sakar kelimesini her üç anlamını da çağrıştıracak şekilde kullanmıştır. Sefer ise yolculuk, savaşa gitme, savaş ve defa, kere kez anlamlarını ihtiva eder. Tasavvufta ise insan gönlünün Allah’a yönelişini ifade eder. Eğer sakardan kasıt kaza yapan kimse ise bu rakipten başkası değildir. Zâtî, sevgiliyi uyarmakta, sevgilinin amacının o sakar at (rakip) ile bir yolculuk yapmak olduğunu ama onun cehennem gibi savaşa gitmek olduğunu ve yanacağını söylemektedir. Eğer sefer tasavvufî anlamda kullanılmışsa o zaman sakar at alnı lekeli (günahkâr) şairin kendisidir. O zaman gideceği yerin cehennem olacağını ve yanacağını kendisine hatırlatmaktadır:

Kasdun o sakar at ile gerçi ki seferdür

Yakar seni ammâ ki sefer ‘ayn-ı sakardur (C.1, G.492/1)

4.2.3.2.30. Revân

Zâtî, bu beyitte kendisine seslenerek Peygamberimizin sünnetini tutmakta gayet çabuk davranması gerektiğini zira su gibi akıp giden atın yügrük olanının itibarlı olduğunu

söylemektedir. Yani ibadette ağır olmak, tembel, gevşek olmak iyi değildir. Đbadeti geciktirmemek gerektiğini vurgulamaktadır. Rahş-ı revân tamlamasında geçen “su gibi akıp giden” anlamı, su gibi akıp giden zamanı da hatırlatmaktadır:

Sünnet-i Peygâmberi tutmakda gâyet çâpük ol

Mu’teberdür Zâtî’yâ rahş-ı revânun yügrügi (C.3, G.1810/6)

4.2.3.2.31. Satranç

Satranç, edebiyat terimi olarak saz şairleri tarafından aruzun müfte’ilün müfte’ilün müfte’ilün müfte’ilün kalıbıyla ve musammat gazel şeklinde yazılan şiirlerdir (Tekin, 1995: 521).

Bir düşünme sporu olarak değerlendirebileceğimiz satranç, aynı zamanda bir oyun ve eğlence aracıdır. Satrançta bir rekabet ve yarış söz konusudur. Amaç rakibi yenmektir. Bunun için de her birisinin ayrı hareket sahaları ve yönleri olan at, kale, vezir vs. taşları uygun ve doğru kullanmak gerekir.

Bütün bir Doğu kültüründe olduğu gibi Osmanlı sosyal hayatında da yaygın olan satranç; Dîvân şairlerinin dilinde daima âşık, sevgili ve rakip üçgeni çerçevesinde oluşturulan tasavvurlarla söz konusu edilmiştir. Şairler genellikle sevgilinin yüzünü bir satranç tahtası veya bezi (nat’) gibi düşünmüş ya da sevgiliyi, onun gözlerini usta bir satranç oyuncusuna benzetmiş ve âşık gönlünü de satrancın en değersiz ve en çabuk alınıp verilebilen taşı kabul edilen piyon (beydak) olarak düşünmüşlerdir. Şâh, vezir (ferz, ferzâne, ferzîn), kale (ruh), fil (pîl), at (esb, feres, rahş), piyon (beydak, paydak, piyâde), satranç tahtası (nat’, bisât) mât, mansûbe ve Leclâc gibi kelime ve tabirler satrançla ilgilidir ve satranç konusunu işleyen beyitlerde bir kısmı mutlaka tenasüp içerisinde ele alınmışlardır. Yine beyitlerde satranç oyuncularından bir tarafın kazanması “ütmek” ve bazen de “yenmek” olarak değerlendirilmiştir. Leclâc satrancı icat ettiği veya yaydığı düşünülen efsanevi bir kişidir. Bu nedenle de satranç terimlerinin yer aldığı beyitlerde sıklıkla geçer. Yine beyitlerde bazen “mansûbe” tabirinden söz edilir. Tek başına satranç anlamına da gelen kelime beyitlerde genellikle hile veya oyun yaparak rakibi yenmek, mat etmek gibi anlamlarda kullanılmıştır (Özkan, 2007: 518- 519).

Bu beyitte satranç terimleri bir araya getirilmiştir. At, piyâde, şeh (yani şah) bugün de kullanılan terimlerdir. Fi-l mesel denilirken, fil hatıra getiriliyor. Ferzâne ise vezir olmalıdır. Birinci mısradaki bende sözcüğü de sıradan köle olarak değil, şahın hizmetindeki kişi olarak düşünülmelidir. Saygı gereği kulunuz denildiği anımsanmalıdır. “Ey ay yüzlü, söz gelişi, bilge seçkin bir köle misali, sen padişahın atı önünde yaya yürüyecek kul olarak ben varım, ben yeterim”:

Ey kamer-ruh fî-l-mesel bir bende-i ferzâne-veş

Atı önünce piyâde sen şehün ben kul yiter (C.1, G.180/2)

Beyitte, güzellik şahı sevgilinin güzelliği karşısında tüm âşıkların piyade gibi eğilecekleri söylenmektedir. At, satranç taşları arasında diğer taşların üzerinden atlayabilen tek taştır. Şah ise satrancın en değerli taşıdır. Piyonlar (piyadeler) kural gereği diziliş açısından şah taşının yanında bulunamaz. Diğer taşlar şahın askerleri gibi onu korumakla görevlidir. Onu mat ettirmemek için kendilerini feda ederler. Ayrıca, Zâtî, sevgilinin yüzünü bir satranç tahtası veya bezi (nat’) gibi düşünmüştür. “Bilgin padişahlar onun güzelliğinin satranç tahtasında yanağını görseler, o anda padişahın atının önünde piyade olurlar”:

Şeh-i ferzâneler na’t-ı cemâlinde ruhın görse

Piyâde ola fi-l-hâl atınun önince ol şâhun (C.2, G.778/4)

Âşık canını satrancın en değersiz ve en çabuk alınıp verilebilen taşı olan beydak (piyon) olarak düşünmüştür:

Aç ruhun cân beydâkın al didügümçün ‘âşıkun

Saldı fi-l-hâl atını ol şâh-ı bî-bâk üstine (C.3, G.1311/6)

4.2.3.2.32. Sıhhat

Bu beyitte at sağlık ve doğruluk ile ilişkili olarak kullanılmaktadır. Zâtî, sevgilinin daima sıhhat atına asker olması ve Allah’ın yardımının sesinin (yankısı) yollarını doldurması için dua etmektedir. Ayrıca “sıhhat” kelimesinin bir anlamı da edebiyatta sözün yanlış ve eksik olmamasıdır. Bu anlamıyla şeh-süvâr şairdir ve yazdıklarının yanlış olmaması için Allah’ın yardımını istemektedir:

Sıhhat atına süvâr ol dâ’imâ ey şeh-süvâr

Yollarun tolsun sadâ-yı yarıcun Allâhdan (C.3, G.1044/4)