• Sonuç bulunamadı

A. SUÇLULAŞTIRMA

1. Yoksulluk

171 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

NEOLİBERAL BİR CEZALANDIRMA BİÇİMİ OLARAK HAPSETME

“Bir çırpıda hep br ağızdan üçlü damga tarafından çarpılmış etik (onlar hukuka aykırı davranarak kendilerini vatandaşlığın sınırının ötesine attılar), sınıf ( onlar sadece zenginliğe hürmet eden ve sosyo- ekonomik konumu sadece bireysel gayretin neticesi olarak idrak eden bir toplumdaki fakirlerdirler) ve kast ( onların çoğu siyahtır ve bu bahisle ‘etnik haysiyetinden’ mahrum bırakılmış bir nüfustandırlar), mahkûm paryalar arasındaki parya grubudur ve tam bir cezasızlıkla ve muazzam sembolik fayda sağlamak için üzerine çamur atılabilen ve aşağılanabilen bir kurbansal kategoridir.”

(Loïc Wacquant- Punishing The Poor)

I. NEO-SUÇ VE CEZA A. SUÇLULAŞTIRMA

172

“refah”ına odaklanması müşterekti ve bu odaklanma için devletin aktif müdahalesi lazımdı, neoliberalizmin aksine. Devlet icap ederse kuvvetini piyasaya müdahale etmek, hatta bizzat piyasanın kendisiyle hemhal olarak kullanabilecek, haliyle planlayabilecek ve refah sistemleri inşa edebilecekti. Yani burada liberalizm yine aynen varlığını sürdürmekteydi, ancak sadece mıntıkası değişmiş haldeydi. Bu mıntıka da devletin elinin altıdır ve bu bahisle David Harvey bu liberalizme “gömülü liberalizm” dendiğini belirtmektedir.561

Neil Faulkner’e göre bu dönemde vuku bulan ekonomik büyümenin kapısını açan anahtar, soğuk savaş döneminin hat safhaya çıkan ve korkunç silahlar üretilmesiyle alakalı harcamalarıydı. 2. Dünya Savaşı sırasında Hiroşima’ya ABD tarafından atılan bombanın 100 kat daha güçlüsü bir hidrojen bombası ABD tarafından bu dönemde denendi. 1960’ların sonlarına gelindiğinde “süper güç”lerin toplam gücü Hiroşima’daki atom bombasının bir milyon katına ulaşmıştı. Haddizatında 1929 Ekonomik Bunalımı’nın etkileri savaş ve akabinde devam eden silahlanma yarışı neticesinde son bulmuş, ciddi bir ekonomik büyüme gerçekleşmiş ve işsizlik oranları düşmüştü.562

Bu gelişmeler insan hakları sahasında da –elbette- mühim değişikliklere yol açmıştı. Sanayi Devrimi’nin ve bir sınıf olarak işçi sınıfının tarihsel tecessümünün akabinde talep olarak gündeme gelmeye başlamış olan ekonomik sosyal ve kültürel haklar 1. Dünya Savaşı’ndan sonra anayasalara girmişti. Ancak esas olarak bu dönem, yani 2. Dünya Savaşı sonrası bahsi geçen haklar çok daha hızlı şekilde anayasal metinlere nüfuz etmiştir.563

Bütün bu müspet tablo çok uzun sürmedi. “1960’ların sonlarında dünya ekonomisinde ortaya çıkan sorunlar büyüme hızını düşürmüştü ama aniden küresel

561 David HARVEY, Neoliberalizmin Kısa Tarihi (Çev. Aylin ONACAK), Sel Yay., İstanbul, 2015, s.

17- 19.

562 FAULKNER, 327, 332.

563 Bülent ALGAN, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Hakların Korunması, Seçkin Yay., Ankara, 2007, s. 36, 37.

173 durgunluğa girilmesi şok etkisi yarattı. Krizin artık geçmişte kaldığı düşünülüyordu.

Sosyal demokratlardan sağcı muhafazakârlara kadar kapitalizmin savunucuları, patlama-düşüş döngüsünün ortadan kalktığını ve sistemin artık düzenli büyümeyi, tam istihdamı ve iyileşen yaşam standartlarını güvence altına aldığını öne sürüyorlardı.”564 Ancak 1960’ların sonunda, yani neoliberal sisteme geçişe az bir zaman kala, sermaye birikim kiriziyle karşılaşılmıştı ve “gömülü liberalizm” çözülmeye başladı. İlk başta, bu krize rağmen Keynesçi politikalar bir çırpıda geride bırakılmadı. Fakat bu geride bırakamama hali ancak 1970’lerin ortasına kadar idame edilebildi ve neoliberalizmi, yani

“şirketler ve iş dünyası serbest, piyasa özgür olsun” fikrini savunanlar bu tarihlerden sonra galebe çalanlar olmaya başlamıştı.565

1973’e gelindiğinde “refah toplumu”nun kalıcı olmadığı ve krizlerin geride kalmadığı görülmüş oldu. Ekonomik büyümede gerileme başlarken işsizlik gittikçe arttı, 1974-76 gerilemesinde 2 katına çıktı ve 1980-82’deki ikinci gerilemede tekrar iki katına çıktı ve 80’lerdeki ekonomik büyüme 60’lardakinin ancak yarısına erişebiliyordu. Üstelik bu kez ilave talep yaratma yönlü teşebbüsler de işlevsizdi. İşsizlik korkusunun olmaması nedeniyle işçiler örgütlenebiliyor, sendikalar güçleniyordu. “Refah Toplumu” bir yandan talebin artmasına yol açarak olumlu etki yaparken diğer yandan üretimdeki maliyetin artmasına, kârların belli bir seviyenin altında kalmasına böylece sermayedarlar arası rekabet gücünün azalmasına yol açıyordu. Bütün bunların yanı sıra çok uluslu şirketlerin yükselişi söz konusuydu ve haliyle devlet güdümlü kapitalizmi aşan bir ekonomik kuvvet zuhur etmekteydi. İşte buradan “neo- liberal kapitalizm”e varmaktayız.566

Harvey’e göre neoliberal kapitalizmin cereyan edişinin üç esaslı ayağı mevcuttur.

Bunlardan birisi 1978’de Çin’in liberalleşme yoluna girmesi, ikincisi hemen bir yıl sonra

564 FAULKNER, s. 361.

565 HARVEY, Neoliberalizmin Kısa Tarihi, s. 19, 20.

566 FAULKNER, s. 361, 364.

174 Paul Walker’ın ABD Merkez Bankası’nın başına geçmesidir. Zira Walker “enflasyona karşı savaş” adı altında para politikalarında mühim değişikliklere gitmiştir. Üçüncü ayaksa aynı yıl İngiltere’de Margaret Thatcher’ın enflasyonist durgunluğu nihayete erdirmek ve işçi sendikalarının gücünü kırma muradıyla başbakan olmasıdır. Zaten 1980’de ikinci ayağa tamamlayıcı bir vaka olarak Renald Reagan, ABD başkanı ve Walker’ın destekçisi olmuş, emeğin gücünü azaltmak, sermayenin gücünü artırmak için özel politikalarını Walker’ınkilere ilave etmiştir. Farklı coğrafyalarda cereyan eden bu üç vakanın ve sonraki yıllarda yaşanların çeşitli farkları olsa da genel gidişat emekçilerle sermaye arası uçurumu derinleştirici politikalardan taraftır.567

Reagan’dan başlarsak; en temel gayreti devletin müdahaleci/düzenleyici tarzını nihayete erdirmekti. Ancak bunun tek ve mühim bir istisnası mevzubahisti ki bu da emek taraftarı politikaların geri çekilişi için yürürlüğe sokulan düzenlemelerdir. Bu çerçeve içerisinde vergi politikaları üst sınıflar faydasına değişti ve özelleştirmeler yayıldı.

Haliyle bütün bunlar olup biterken bir taraftan imkân dâhilindeki tepkileri, yani emek örgütlerini bertaraf etmek icap etmekteydi. Bu bertarafa yönelik politikalar her şeyden evvel güvencesizleştirme, bir erdem olarak pazarlanan ve palazlanan esnek çalış(tırıl)maydı.568

Daha çok ABD üzerinden anlatılan bu dönüşümler, aslında ilk önce 1973 Askerî Darbesi’nin akabinde Şili’de vuku buldu.569 Daha sonra ABD’yle beraber Avrupa’dan Uzakdoğu’ya kadar her yerde ama erken ama geç etkisini gösterdi. Üç asıl ayağın

567 HARVEY, Neoliberalizmin Kısa Tarihi, s. 9.

568 HARVEY, Neoliberalizmin Kısa Tarihi, s. 60, 61.

569 FAULKNER, s. 366; HARVEY, Neoliberalizmin Kısa Tarihi, s. 15.

11 Eylül 1973’te seçimlerle başa gelen Salvador Allende yönetimine karşı askeri darbe gerçekleştirilir ve Augusto Pinochet diğer cunta üyeleri yönetime el koyar. Bu darbe esasen CIA ve ITT ile Şili sağının ve yerel sermayedarların işbirliği içerisinde, ülkede kurulmaya çalışılan yeni ve sosyalizmden ilham alan yönetime karşı icra edilmişti. 1980 yılına kadar ülke kararnamelerle ve ulusal güvenlik doktrini yaklaşımıyla idare edildi. Bu idare tarzının somut görünüm biçimi işkenceler, kaybetmeler, yargısız infazlar, ölüm kervanları olarak ortaya çıktı. Mithat SANCAR, Geçmişle Hesaplaşma- Unutma Kültüründen Hatırlama Kültürüne, İletişim Yay., İstanbul, 2016, s. 226.

175 üçüncüsü olan İngiltere’nin dönüşümü bu ABD’yle sınırlı olmama halinin en önde gelen göstergelerindendir. Zira Thatcher bir hayli hızlı şekilde ülkeyi “düşük ücretli bir itaatkâr emek gücü ülkesi”570ne dönüştürmede muvaffak olmuştur. Dünyanın pek çok başka yerinde de eşitsizlik derinleşmiş, zira servet ve kuvvetin çarpıcı şekilde birikimi ortaya çıkmıştır. Zaten neoliberalizmin en büyük zaferi de burada yatmaktadır. Bu projenin ekonomik vaatlerini yerine getirip getirmediği tartışmalıdır, ancak ekonomik seçkinlerin iktidar tekelinin geri güçlendirilmesini sağlaması bakımından karşımızda gayet muvaffak bir proje durmaktadır.571

Hâlihazırda 1947’de Friedrich Von Hayek etrafında toplanan Mont Pelerin Cemiyeti neoliberal kuram üzerine çoktan çalışmaya başlamıştı. Görüşleri ancak 1970’lerde sermaye birikim krizi zuhur edince tesirli olabilen bu Cemiyet ve geliştirdiği kuram devlet müdahalesine karşıtlık ve bununla bağlantılı olarak da Adam Smith’in klasik “gizli el” anlayışına dayalıydı ki yola çıkış noktası zaten devletin piyasa sinyallerinin içerdiği bilgiye hâkim olamayacağı agümanıydı.572

Smith ve O’nun neo versiyonları herkesin refahını sağlayacak bir “gizli el”den bahsededursun, Harvey’e göre “neoliberalizm emek güçlerine ve tüm diğer ( seküler ya da dindar) muhalif güçlere karşı kapitalist sınıfın iktidarını ayağa kaldırma, sağlamlaştırma ve merkezîleştirme amaçlı bir projeydi, hâlâ da öyle”573. Bu çerçevede neoliberalizmin esası güçlü özel mülkiyet hakkı, serbest piyasaların ve serbest ticaretin esas alınması ve bireysel teşebbüsün serbest bırakılmasıdır. Devlet burada sadece icap eden ortamı yaratmakla yükümlüdür ve daha ötesi değildir. Yalnız devlet bunu, yani piyasanın münasip işleyişini sağlamak, özel mülkiyet haklarını güvence altına almak için

570 HARVEY, Neoliberalizmin Kısa Tarihi, s. 67.

571 HARVEY, Neoliberalizmin Kısa Tarihi, s. 27.

572 HARVEY, Neoliberalizmin Kısa Tarihi, s. 27- 30.

573 HARVEY, Neoliberalizmin Kısa Tarihi, s. 1; ayrıca bkz. Zeynep GAMBETTİ, “İktidarın Dönüşen Çehresi: Neoliberalizm, Şiddet ve Kurumsal Siyasetin Tasfiyesi”, İÜSBFD, S. 40, C. 0, İstanbul, 2009, s. 147, 148.

176 icap ederse polisiyle, askeriyle, yargısı ve elbette hapishanesiyle şiddet uygulayacaktır.

Devletin müdahale etmeyeceği sahada serbest piyasa adı üstünde “serbestçe” hareket edecektir ve onun fiyatları bilmesi, serbest olan piyasanın gidişatına hâkim olması işin tabiatına aykırıdır. Bu bahisle devlet piyasa için –lüzumlu ortamı sağlayacaklar dışında- düzenleyici tedbirler almaktan imtina etmeli, sosyal hizmet sahasından da çekilmelidir.574

Nitekim böyle de oldu; sermayedarları güçlendirmek ve birikim krizine çözüm sağlamak adına özelleştirmelere hız verildi ve kapitalizmin ön günlerinde karşımıza çıkan, Marx’ın “ilk günah” dediği mülksüzleştirme silsilesinin neo versiyonuna tesadüf etmiş olduk, hâlâ da etmekteyiz. Yine kamunun müştereken kullandığı varlıklar bir nevi çitlenmiş oldu; devletin işlettiği ya da düzenlediği sektörlerin özel sektöre dâhil edilmesi söz konusuydu. Özelleştirme, mülksüzleştirmenin en korkuncudur Harvey’e göre, zira varlıklar kamusal alandan özel ve sınıf imtiyazlı sahaya aktarılmış olmakta ve artık herkes, yani aslında yoksul olanlar bunlardan faydalanamamaktadır. Devlet sağlık, eğitim, sosyal hizmetler gibi alanlardan elini çekmiş ve böylece bireyler tüm ekonomik ve sosyal yükü sırtlanmak zorunda kalmıştır. Bu yükü taşıyamıyorsa da tek “suçlu”

bizatihi bireyin kendisidir.575

Bu “suçlu” birey(ler) aynı zamanda gittikçe yoksullaşan bireylerdi. 2013’ün evvelindeki 30 yılda, en zengin %1’e giden gelir %10’dan % 20’ye yükselirken, daha seçkin ve zengin % 0,01’lik kesimin mille gelirden elde ettiği pay, 4’e katlanarak rekor seviyeye ulaştı. Bu kuşkusuz sadece birilerinin zenginleşmesine tekabül etmiyordu. Bu pay artışı diğerlerinin, en zenginlerin dilimine dâhil olamayanların gelirinin düşmesi, yani ekonomik eşitsizliğin de rekor düzeyde artması manasına gelmekteydi. Sermayedarlar için birikim demek olan neoliberal politikalar emekçiler için daha düşük ücret, artan güvencesizlik ve sosyal güvenlik haklarının kaybı demekti. Sermaye birikiminin

574 HARVEY, Neoliberalizmin Kısa Tarihi, s. 10.

575 HARVEY, Neoliberalizmin Kısa Tarihi, s. 24, 73, 84, 170.

177 hunharca artışının önünde engel olabilecek unsurları –mesela sendikaları- bertaraf etmek için gayet işlevsel bir rolü olan esnek çalışma, yani aslında “kullan at işçi figürü” döneme damgasını vurmuştu ve vurmaya devam etmektedir.576

b. Aynı Zamanda “Prisonfare”

Tüm bunlar olup biterken piyasadan elini eteğini çeken veyahut çektiği iddia edilen devlet yani neoliberal devlet ne yapmaktadır? “Kamusal ile özeli birbirinden ayrıştırabileceği düşüncesi sonucunda liberalizm, siyaseti devlet yönetimine (administration) ve hükümet etmeye (government) indirger.”577 Bu bahisle devlet boyut olarak küçülmüştür ve fakat devlet küçülse de, hükümet sadece bireyleri temsil ediyormuş gibi bir görünüm arz etse de ortada bir iktidar mevzubahistir. Bir başka ifadeyle önüne monarşik, totaliter, liberal ya da neoliberal, ne koyarsak koyalım varacağımız yer Leviathan ve O’nun birilerini “kurtlar”dan koruyup kollamak için eline aldığı cezalandırma, yani şiddet yetkisi ve tekelidir.578

Neoliberalizmin en büyük korkusu sosyalizm, faşizm gibi sistemler ve esasında bunların otoriter, devlet müdahaleci yanları gibi görünmekte, daha doğrusu gösterilmektedir. Yok etmediği, olsa olsa üstünü örttüğü iktidar biçimlerini tekrar tekrar karşımıza çıkaran ve bunu yaparken uzaktan farklı görünse de muhafazakârlıkla kol kola ilerleyen liberalizm ve onun yeni versiyonunun, neomuhafazakarlıkla kol kola var olan neoliberalizmin devleti yetkiyi –bireyinkinde değil- kendi elinde toplamış devlettir ve diğerleri gibi haliyle icap ederse otoriter/şedit bir biçimde bastırır. Üstelik bu kez bireyler

“güvenlik” için haklarından feragat etmişlerdir ve selef konumundaki refah devletinin

576 HARVEY, Neoliberalizmin Kısa Tarihi, s. 1, 2, 6, 24, 83, 178.

577 GAMBETTİ, “İktidarın Dönüşen Çehresi: Neoliberalizm, Şiddet ve Krumsal Siyasetin Tasfiyesi”, s.

150.

578 GAMBETTİ, “İktidarın Dönüşen Çehresi: Neoliberalizm, Şiddet ve Krumsal Siyasetin Tasfiyesi”, s.

151.

178 sağladığı haklardan da feragat mevzubahistir. Meşhur “neoliberal bireysel özürlükse” laf-ı güzaftlaf-ır.579

Elbette bu devlet anlayışına bu kadar haksızlık edilmemelidir zira belli bir grubun özgürlüğüne çok değer verildiği aşikârdır. Neoliberal devlet, sadece bir grubun özgürlükleri için bir risk teşkil etmektedir ve azınlığın özgürlüğü lehine çoğunluğun özgürlüğünü kısıtlayan devlettir. Aslında “sosyal refah devleti”nde de “neoliberal devlet”te de sermaye ve siyasi iktidar iç içe geçmekte ve yasal çerçeve bu iç içelikten neşet etmektedir. Bu yasal çerçeve sermayedarların çıkarlarına aykırı hallerde devletin güvenlik tedbiri adı altında şiddet tatbik etmek suretiyle “özgürlük”leri bastırmasını salık vermektedir. Nitekim bu ilişkilenmelerin en önde gelen göstergelerinden birisi cezalandırma/hapsetme pratiklerindeki değişim olacaktır. ABD’de –ve daha sonra izah edeceğimiz gibi pek çok yerde- hapis cezası ıskartaya çıkartılan işçileri ve marjinalleştirilen kitleleri bastırmak için kilit bir devlet stratejisi olacaktır.580

Nasıl ki “ilksel birikim/günah” zamanında ve akabinde yoksul kesimler suçlulaştırıldıysa, neoliberalleşmenin de bir sureti yoksulluğun suçlulaştırılmasıdır.

Sınıfsız kriminoloji hakikate dair izah arz etmekten her zaman imtina eder581 ki bunu Linebaugh “Londra İdamları” üzerinden bize anlatmış ve şöyle demişti:

“Ekonomide olduğu gibi, kriminolojide de neredeyse ‘kapital’ den daha güçlü bir kelime yoktur. Kriminoloji disiplininde ‘kapital’, ölümü ifade ederken, ekonomi disiplininde belli ki tam karşıt bir anlama, yaşamın ‘töz’üne ya da ‘hammadde’sine işaret eder.”582

Wacquant da neoliberal döneme dair ABD başta olmak üzere, Batılı devletler üzerinden benzer bir tartışmayı ortaya koymaktadır. Wacquant bu bahisle cezalandırıcı politikaların neoliberal gidişatla beraber yükselişinin sadece ve basitçe suç ve ceza

579 GAMBETTİ, “İktidarın Dönüşen Çehresi: Neoliberalizm, Şiddet ve Krumsal Siyasetin Tasfiyesi”, 151, 152.

580 HARVEY, Neoliberalizmin Kısa Tarihi, s. 77, 85.

581 WACQUANT, Punishing the Poor, s. 74.

582 LINEBAUGH, s. 15.

179 ilişkisiyle alakalı olmadığını belirtmektedir. Tesadüf ettiğimiz hâl ya da güzergâh yine/yeniden bireylerin hâl ve tavırlarını manipüle etmeye, yani ehlileştirmeye yöneliktir.

Bu kez birey ekonomik (neo-) liberalleşme türbülansına yakalanmış, “sosyal devlet”ten güvencesiz çalışmaya ve haliyle “yaşama”ya doğru geçişten ciddi şekilde etkilenmiş bireydir. Bu (neo-) liberal bireyi tahakküm altına almak için Wacquant, neo “sosyal güvensizlik yönetimi”nin inşasının icra edildiğini belirtir ve bu inşaat faaliyeti seleflerine benzer şekilde esas olarak genişleyen teknikler ve prosedürlerden ibarettir. “Gömülü liberalizm”in/“soyal refah devleti”nin politikalarının geri plana atılmasıyla kutuplaşan kentte yerleşen yoksulluk ve derinleşen eşitsizlikle başa çıkmayı sağlaması temenni edilen bu teknikler ve prosedürlerin çeperinde falan değil, tam olarak merkezinde cezai politikalar vardır. Yani neoliberal hükümet politikalarının ve onun yoksullukla değil de yoksullarla mücadele açısından geliştirdiği stratejilerin tam kalbinde ceza politikaları yatmaktadır.583

Hiper mobil sermaye ve parçalanmış emek piyasası ve tabii ki sosyal eşitsizliklerin ve endişelerin keskinleştiği çağda sosyal desteklerin nizamın korunması için üstlendiği merkezî rolünün yerine polisin, adliyenin ve hapishanenin gayretkeş konuşlanışı ikame olmuştur. Bir başka deyişle neoliberal yönetimsellik açısından başrol sosyal desteklerde değil polis, adli müesseseler ve hapishanede, bu bahisle cezai politikalardadır. Kuşkusuz hususi olarak sosyal tabakaların en altında, “cehennemi katmanlar”da bu böyledir.584 Neticede Watson adlı rahibin vaazıyla ilgili Foucault’nun belirttiği gibi “yasalar zenginler için yapılmamıştır”. Ve Benjamin’in dediği gibi “hukuku güvence altına alabilecek tek şey olan şiddetin bakış açısıyla, eşitlik yoktur”, fakat köprü altında sabahlamak herkes için, gayet tabii eşit biçimde yasaktır.585

583 WACQUANT, Punishing The Poor, s. 11, 289.

584 WACQUANT, Punishing The Poor, s. 290.

585 BENJAMIN, “Şiddetin Eleştirisi Üzerine”, s. 37; ayrıca bkz. DİREK, s. 226.

180 Mevzu yoksul kesimler/“alt” sınıflar olunca ceza politikalarıyla sosyal refah meselesi birbirine sıkıca bağlıdır ve neoliberal dönemde “sosyal refah” (welfare),

“çalışma refahı”na/“istihdam programı”na (workfare) dönüşürken, “hapishane refah”ı da

“baş belası” olabilecek kesimleri elimine etmek için gündeme daha fazla gelmekte, hapishane neoliberal ceza politikaları içerisinde mühim bir rol üstlenmektedir. Bu modern müessesenin yoksullar üzerinde tahakküm inşası misyonu henüz son bulmuş değildir, hatta bugün aksi bir istikamet mevzubahistir. İnsanlar bir taraftan sosyal destek kayıtlarından tasfiye edilirken, diğer taraftan daha fazla kapatılmaktadır. Yoksulu ve/veya işçi sınıfının huzur kaçıran kesimini “normal”ize etmek, yani bu kesim üzerinde tahakküm kurmak için“çalışma refahı”/“istihdam programı” (workfare) ile “hapishane refah”ı arasında adeta gizli bir akit imzalanmıştır ve bu akde göre “sosyal refah”

daralırken, hapishane git gide genişlemektedir.586

Ceza politikalarının sertleştiği ve gitikçe daha çok insanın cezalandırıcı mekanizmaya çekildiği neoliberal dönemde suç oranlarının arttığını belirtmek mümkün değildir. Ana akım söylem aksini iddia etse de suç oranları cezalandırma ve özelde hapsetme ihtiyacının arttığına dair bir veri arz etmekte. Hatta Roth suç oranlarının hapishane nüfusunun gittikçe arttığı ABD’de 1995- 2015 arası hatırı sayılır şekilde düştüğünü belirtmiştir.587

O halde ceza politikalarındaki değişimin “suç” oranlarıyla alakalı bir tebdille ilişkisi yoktur. “Sosyal refah” politikalarının geri çekilişinin en önde gelen neticelerinin

“kullan at işçi figürü”nün yaygınlaşması, hususiyetle alt sınıfların özelleştimeler ve devletin sosyal hizmetler sahasından çekilmesiyle birlikte pek çok ekonomik ve sosyal imkândan mahrum kalması olduğunu ifade etmiştik. İşte bu, yani güvencesiz ücretli emeğin genelleşmesi, mesleki kutuplaşmanın artması, güvencesiz olduğu kadar da aşırı

586 WACQUANT, Punishing The Poor, s. 11, 129, 288, 289, 291.

587 ROTH, s. 571.

181 ve düşük ücretli şekilde süren çalışma, istikrarsız mesleki hayatlar, yani her an işsizlik riskiyle hayatını sürdürme hâli, iş sözleşmelerinin bireyselleşmesi, kolektif hakların tasfiye edilmesi derken nicelik olarak devasa(laşan) ve durumu gittikçe kötüleşen neoliberal çağın yoksulları zuhur etmektedir. Bu yoksulları kontrol altında tutma muradı azami sayıda insanın adli denetim ağının içerisine dâhil edilmesiyle ve hâliyle mühim sayıdaki insanın hapsedilmesiyle neticelenecektir. Ücretli emek sahasındaki söz konusu değişikliklere ve onların “alt” sınıflara olan tesirleri mülksüzle(ştirilenle)ri hedefine alan cezalandırma aparatlarının artmasına ve kuvvetlendirilmesine yol açmıştır.588

Wacquant tüm bu tabloyu şu ifadelerle özetlemektedir:

“Eşitsizlik üretim mekanizmaları seviyesinde sınıf yapısının tepesine yönelik

‘laissez faire et laissizez passer [bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler]’ ve onun sosyal ve mekânsal dahliyetleri seviyesinde alt tabakalara yönelik olarak cezalandırıcı paternalizm icra eden liberal-paternalist rejimin kristalleşmesi, bizim tarihsel hakikat tarafından ulaşılmış politik ve bilimsel bir müşterek akılmışçasına klasik ‘sosyal refah’

tasvirinden caymamızı gerektirmektedir. O bizim, arazisinde yaşayan aykırı, tabii ve tehlikeli olarak addedilen nüfusu şekillendirme, tasnif ve kontrol etme iddiasında olan devlet vasıtasıyla, faaliyetin tamamının tek bir pençe içinde kuşatılması yaklaşımına itaat etmemizi gerektirir. Sosyal refahın [wellfare] istihdam refahına [workfare] dönüşmüş olmasına ilişkin çalışma bu yüzden benim hapishane refahı [prisonfare] dediğim mefhumun soruşturulmasıyla sıkı bağlantıları haizdir[…]”589

“Güvenlik” bahsine geçmeden evvel bir film karakterinden, Daniel Blake’ten bahsetmek istiyoruz. Filmlerinde Birleşik Krallık’ta yaşayan yoksulların, işçi sınıfının hikâyelerine sıkça tesadüf ettiğimiz Ken Loach‘un “I Daniel Blake”590 filminde yaşlı bir

588 WACQUANT, Punishing the Poor, s. 133.

589 WACQUANT, Punishing The Poor, s. 16.

Devamı şöyledir: “…: Derinleşen şehir marazlarına karşılık veren genişletilmiş siyaset akımı ve polis, mahkemeler, kapatılma tesisleri (çocuk ıslah evleri, nezarethaneler, hapishaneler, alıkoyma merkezleri) ve onların eklentileri (denetimli serbestlik, şartlı tahliye, kriminal veri tabanları ve muhtelif teftiş, kontrol ve devlet memurları, işverenler ve emlak simsarlarınca ‘geçmiş araştırması’ minvalinde fişleme), ilaveten bu mevzilendirmeyi izah etmek ve meşru kılmak için ihtimam gösterilerek tasarlanan buyurgan imajlar, hasredilmiş söylemler ve uzmanlık enformasyon teşkilatları ( bunların başında gelen ahlakî infial, sivil zorunluluk, teknik yeterlilik mecazları).” WACQUANT, Punishing The Poor, s. 17.

590 I Daniel Blake, Yönetmen: Ken LOACH, Senaryo: Paul LAVERTY, Oyuncular: Dave JOHNS- Hayley SQUIRES- Dylan MCKIERNAN- Briana SHANN, İngiltere- Fransa- Belçika, 2016.

182 marangoz ustasının, iş yerinde kalp krizi geçirmesi neticesinde çalışmaya mecburi ara vermesinin akabinde başına gelenler anlatılmaktadır.

Hiç çocuğu olmamış, eşi de bir müddet evvel yaşamını yitirmiş olan Daniel, yani Dan’ın doktoru “kalp rahatsızlığı sebebiyle işine dönmesinin riskli olduğunu, beklemesinin icap ettiğini” belirtir. Dan bu yüzden hâlihazırda özelleştirilmiş ve bir Amerikan şirketi tarafından işletilmekte olan ilgili merkeze giderek çalışma yardımına müracaat eder. Burada 52 sayfalık bir form dolduran, ardından uzun bir mülakata tabi tutulan Dan, sağlık görevlisi olmayan bir kişinin, bir “sağlık bakımı uzmanı”nın tahkikatı neticesinde, 15 değil 12 puan aldığı için red kararıyla karşılaşır. Dan bu karara itiraz etmek ister ancak tam 1 saat 48 dakika telefonda bekledikten sonra ulaştığı yetkili zaten daha evvel ret kararı vermiş olan “sağlık bakım uzmanı”nın yeniden tahkikat yapması ve karar vermesinin icap ettiğini söyler. Bu ikinci karar için “uzman” kendisini arayana kadar Dan bekleyecektir ve bu aramanın ne zaman olacağı tamamen bir muammadır.

Dan için süreç çekilmez derecede uzun, ancak biz kısa keselim. Bu kez ABD’li bir özel şirketin “uzman”ı “yasa önündeki bekçi” ya da onun neo verisyonu kapının önüne dikilmiştir. Dan’sa çığlık atsa bile faydası olmayacak o bekletilen, makûs talihi bu olan

“köylü”dür. Söz konusu çalışma yardımına itiraz denemeleri devam eder, başka benzer yardımlara müracaat eder. Olup biten hep ertelemedir ve Dan aç kalmamak için bolca anı yüklü eşyalarını satma noktasına gelir. Nihayetinde diğer yardımlardan vazgeçip bir insanın geçinme ihtimali olmayan işsizlik parasına razı olduğunu bildirmek üzere merkeze gider. Onu pes etmemesi için ikna etmeye çalışan görevli Ann’a “[…] bütün bunlar beni eziyor, küçük düşürüyor. […] Ama kendine saygını yitirdiğinde işin bitik demektir.” dedikten sonra çıkar ve binanın dışına sprey boyayla “Ben Daniel Blake açlıktan ölmeden önce müracaat tarihimi istiyorum ve telefonlardaki b*ktan müziği değiştirin” yazar. Dan’ın hikâyesine döneceğiz.

183 2. “Güvenlik”

a. Neo- Raison D’taat

Atlantik’in öbür yakasında, farklı bir zamanda, bambaşka (gibi görünen) bir hikâyeyi anlatan bir filmle, “Garage Olimpo”591yla devam edelim. Aslında bir hayli bilindik bir hikâye (hele de Türkiye’de yaşayanlar için): Maria Fabian Arjantin’deki askerî diktatörlük rejimine592 karşı yürüttüğü faaliyetleri sebebiyle “gözaltı”na alınır. Bu gözaltı, “gözaltı”dır, zira tamamen müphem ve haliyle istisnai bir işlem mevzubahistir.

Maria ve benzer alıkonulan kişiler bir yargı kararını, savcılık talimatını geçelim, herhangi bir resmî kayıt/tutanak dahi olmadan, polis mi asker mi sivil mi analaşılamayan kişilerce ve karakol gibi (değil gibi) Olimpo Garajı diye bir mekâna götürülürler.

Olimpo Garajı’nda olup bitenlere dair, bolca işkence yapıldığı haricinde pek söylenecek bir şey yok. Esas dikkat çekici kısım dışardaki yakınların asla alıkonulanların kaydına ulaşamaması, yani ne icraat, ne fail ne mağdur ortada, var ve fakat yok, adeta bir hayalet gibi. Tüm bu hayaletimsi vuku buluş içerisinde polis(imsi) şahıslardan, yani işkence faillerinden biri daha önceden Maria’nın aynı evde kaldığı kiracısı Felix’tir ve Felix Maria’ya âşıktır. Felix ve konumu, eyledikleri o kadar müphem, boş ve fakat bir o kadar doludur ki Maria’yı bazı işkencelerden kurtarır, hatta “kural”lara aykırı şekilde Garaj’ın dışına bile çıkartır. Ne de olsa O her şeye kadirdir ve orada Olimpo Garajı’nda ya da analoglarında her şey yapılabilir. Zaten o dönem ölenlerin ölüm kayıtlarına, cesetlerine dahi ulaşılamadığı bilinmektedir.

ABD ve İngiltere’den bahsettikten sonra mevzunun neden Arjantin’e ve Batı demokrasilerinden bir hayli uzak, hatta bu (neo) liberal demokratik yönetimler için son

591 Garage Olimpo, Yönetmen: Marco BECHIS, Senaryo: Marco BECHIS - Lara FREMDER, Oyuncular: Dominique SANDA- Antonella COSTA- Carlos ECHEVERRIA, İtalya- Arjantin- Fransa, 1999.

592 1976-1983 yılları arasında süren askeri diktatörlük rejimi altında baskı mekanizmaları kurumsallaşmış ve insan hakları ihlalleri bu mekanizmalar vasıtasıyla ziyadesiyle yayılmış, sistematikleşmiştir. Söz konusu filmde de görülen “gözaltında kaybetme” olarak nitelenebilecek vakalar bu ihlallerin içerisinde en önde gelenlerdir. Yaklaşık 30.000 kişi bu sırada kaybedilmiştir. SANCAR, Geçmişle Hesaplaşma, s. 217, 218.