• Sonuç bulunamadı

TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU HUKUKU ANA BİLİM DALI MODERN İKTİDAR- SUÇ VE CEZA İLİŞKİSİ BAĞLAMINDA HAPSETME OLGUSU Tezli Yüksek Lisans Tezi EZGİ DUMAN ANKARA 2021

N/A
N/A
Protected

Academic year: 2022

Share "TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU HUKUKU ANA BİLİM DALI MODERN İKTİDAR- SUÇ VE CEZA İLİŞKİSİ BAĞLAMINDA HAPSETME OLGUSU Tezli Yüksek Lisans Tezi EZGİ DUMAN ANKARA 2021"

Copied!
322
0
0

Yükleniyor.... (view fulltext now)

Tam metin

(1)

TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU HUKUKU ANA BİLİM DALI

MODERN İKTİDAR- SUÇ VE CEZA İLİŞKİSİ BAĞLAMINDA HAPSETME OLGUSU

Tezli Yüksek Lisans Tezi

EZGİ DUMAN

ANKARA 2021

(2)

TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU HUKUKU ANA BİLİM DALI

MODERN İKTİDAR- SUÇ VE CEZA İLİŞKİSİ BAĞLAMINDA HAPSETME OLGUSU

Tezli Yüksek Lisans Tezi

EZGİ DUMAN

TEZ DANIŞMANI

DOÇ. DR. BÜLENT ALGAN

ANKARA 2021

(3)

TÜRKİYE CUMHURİYETİ ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU HUKUKU ANA BİLİM DALI GENEL KAMU HUKUKU BİLİM DALI

MODERN İKTİDAR- SUÇ VE CEZA İLİŞKİSİ BAĞLAMINDA HAPSETME OLGUSU

(YÜKSEK LİSANS TEZİ)

Tez Danışmanı

DOÇ. DR. BÜLENT ALGAN

TEZ JÜRİSİ ÜYELERİ

Adı ve Soyadı İmzası

1- Prof. Dr. Türkân Yalçın 2- Doç. Dr. Bülent Algan 3- Dr. Öğr. Üyesi Salim Işık

Tez Savunması Tarihi: 19/01/2021

(4)

T.C.

ANKARA ÜNİVERSİTESİ Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü’ne

Doç. Dr. Bülent Algan danışmanlığında hazırladığım “Modern İktidar- Suç ve Ceza İlişkisi Bağlamında Hapsetme Olgusu (Ankara 2021)” adlı yüksek lisans tezimdeki bütün bilgilerin akademik kurallara ve etik davranış ilkelerine uygun olarak toplanıp sunulduğunu, başka kaynaklardan aldığım bilgileri metinde ve kaynakçada eksiksiz olarak gösterdiğimi, çalışma sürecinde bilimsel araştırma ve etik kurallarına uygun olarak davrandığımı ve aksinin ortaya çıkması durumunda her türlü yasal sonucu kabul edeceğimi beyan ederim.

…/01/2021 Ezgi Duman

(5)

ii İÇİNDEKİLER

KISALTMALAR ... v

GİRİŞ ... 1

BİRİNCİ BÖLÜM MODERN BİR HÜKÜMET ETME/İKTİDAR HALİ OLARAK CEZALANDIRMA I. MODERN CEZALANDIRMANIN DOĞUŞU VE KAVRAMLARI ... 8

A. “UYGARLIĞIN HUZURSUZLUĞU” ... 8

1. “Sapare Aude” ya da “İtaat Edin” ... 8

2. “Uygarlaşma” ya da Bastırma ... 11

3. Modernleşme ya da Otomatizm ... 14

4. “Yasanın Kokusu” ya da “Barbarlık” ... 18

B. “İYİ”- “KÖTÜ”/“MASUM”- “SUÇLU” ... 22

1. Vicdan Azabı ve “Suçluluk” ... 22

2. Taahhüt ve Özne ... 26

3. İtaat ve Hakikat ... 31

C. ŞİDDET TEKELİ VE CEZALANDIRMANIN TARİHSELLİĞİ ... 36

1. Şovalye Yerine Kral ... 36

2. Kilise Yerine Dünyevi İktidar ... 40

3. İlahi Adalet Yerine “Meşru Şiddet Tekeli” ... 44

II. MODERN DEVLET CEZALANDIRMA İLİŞKİSİ ... 49

A. MODERN HUKUK VE/VEYA ŞİDDET ... 49

1. “Otoritenin Mistik Temeli” ... 49

2. “Bir insan nasıl dövülebilir hiç öfkelenmeden?” ... 53

3. “Necessitas legem non habet” ... 56

B. ŞİDDET EDİMİ OLARAK CEZA HUKUKU VE ÖZNESİ ... 63

1. “Yasanın Önündeki Köylü” ... 63

2. Robinson ya da Prospero ... 67

3. Cuma ya da Caliban ... 71

4. Niobe ya da “Çığlık Atmanın Faydasızlığı” ... 76

İKİNCİ BÖLÜM HAPİSHANE: MODERN CEZALANDIRMANIN VAZGEÇİLMEZ BİÇİMİ I. “HAPİSHANENİN DOĞUŞU” ... 82

A. SEYİRLİK GÖSTERİLERDEN HAPİSHANEYE ... 82

(6)

iii

1. “Hükümdarın İntikamı” ya da Ceza ... 82

a. Her Suç Biraz da “Kral Katli” ... 82

b. İnfaz Mıntıkası Bir Sahne ... 86

2. Yoksullar veya “Suçlu”lar ... 89

a. “İlk Günah” ... 89

b. Sonrası Yasa-Para-Kan ... 93

3. Köleleştirme ya da Cezalandırma (Cezalandırma ya da Köleleştirme) ... 100

a. “Hayvan”- “Cadı”- “Köle” ... 100

b. Nihayetinde “Suçlu” ... 106

B. PANOPTİZM ... 109

1. “Islahat” ... 109

2. Panoptikon ... 114

3. Norm(al) ... 119

a. “Hakikat (Rejimi)” ... 119

b. Ve “O”nun Panoptist İlkesi ... 123

II. AKLİ BİR CEZALANDIRMA ÇEŞİDİ OLARAK HAPSETME ... 127

A. İDDİA: ISLAH ... 127

1. Ehlileştirme ... 127

a. “Homo Criminalis” ... 127

b. Ya da “Tehlikeli Birey” ... 132

2. Makine- Beden ... 137

a. Disiplinci İktidarın Tırmığı ... 137

b. Hapishanenin “Evet”i... 140

3. İmalat ... 146

B. OLAN: İMHA ... 153

1. Hapishane Ayırır ve Kapatır ... 153

2. Hapishane Şiddet Uygular ve İmha Eder ... 159

a. Şiddetten… ... 159

b. İmhaya ... 165

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM NEOLİBERAL BİR CEZALANDIRMA BİÇİMİ OLARAK HAPSETME I. NEO-SUÇ VE CEZA ... 171

A. SUÇLULAŞTIRMA ... 171

1. Yoksulluk ... 171

a. Bundan Böyle “Workfare” ... 171

(7)

iv

b. Aynı Zamanda “Prisonfare” ... 177

2. “Güvenlik” ... 183

a. Neo- Raison D’taat ... 183

b. Neo-Homo Criminalis ... 189

B. CEZALANDIRMA ... 195

1. “Cezai Devlet” ... 195

a. “Neoliberal Leviathan”ın Panoptikonu-… ... 195

b. Adliyesi- Polisi ve Elbette Hapishanesi ... 200

2. Prekarlaştırma ... 208

a. “Necropolitics” ... 208

b. “Akışkan Modern İnsanlık Durumu” ... 213

3. Süpürge ... 219

II. NEOHAPİSHANE ... 224

A. “TUĞLA” ... 224

1. “Hapsetme Hiperenflasyonu” ... 224

a. “Kanun ve Nizam” ... 224

b. “Onları Kilitleyin ve Anahtarı Atın.” ... 230

2. Akışkan Hapishaneler ... 237

3. Getto- Hapishane/Hapishane- Getto ... 245

a. Hipergetto ... 245

b. “Adli Getto” ... 251

B. BİTİRMEDEN; İKİ “YASAK” ... 256

1. İşkence ve Kötü Muamele ... 256

a. Cadı Avlarından Guantanamo’ya ... 256

b. Guantanamo’dan Diğer Hapishanelere ... 263

c. Panoptikondan Supermaxa ... 268

2. Angarya ... 275

a. “İçi Altın Dolu Çömlek” ... 275

b. Adeta Kölelik ... 282

SONUÇ ... 288

KAYNAKÇA ... 292

ÖZET ... 311

ABSTRACT ... 312

(8)

v KISALTMALAR

ABD : Amerika Birleşik Devletleri AİHM : Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi AİHS : Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi Akt. : Aktaran

ALEC : The American Legislative Exchange Council AVM : Alış-Veriş Merkezi

Bkz. : Bakınız

BM : Birleşmiş Milletler

C. : Cilt

CCA : Corrections Corporation of America

CGTİHK : Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun CIA : Central Intelligence Agency

CİSST : Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği Çev. : Çeviren

Der. : Derleyen

DEÜHFD : Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi DNA : Deoksiribo Nükleik Asit

Dr. : Doktor

DSÖ : Dünya Sağlık Örgütü GPD : Global Positioning System Haz. : Hazırlayan

HFSA : Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Arkivi ICPR : Institute for Criminal Policy Research ITT : International Telephone & Telegraph

İÜSBFD : İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi

(9)

vi KHK : Kanun Hükmünde Kararname

LGBTİ+ : Lezbiyen- Gay- Biseksüel- Trans- İnterseks- Diğer Cinsel Yönelimler ve Cinsiyet Kimlikleri

MÜHF-HAD : Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Hukuk Araştırmaları Dergisi

MOBESE : Mobil Elektronik Sistem Entegrasyonu OINB : Orange is The New Black

Par. : Paragraph

PRI : Penal Reform International

S. : Sayı

s. : Sayfa

SSCB : Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği STÖ : Sivil Toplum Örgütü

TCK : Türk Ceza Kanunu

UNODC : United Nations Office on Drugs and Cirme UYAP : Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi

TBBD : Türkiye Barolar Birliği Dergisi TCPS : Turkey Center for Prison Studies

v. : Versus

WPB : World Prison Brief

(10)

1

“Uyandığında, kırmızıydı. […] Üstünde sadece kısacık bir kombinezon vardı, ama üşümüyordu. Odanın ısısı tamı tamına rahat edeceği dereceye ayarlanmıştı. Ceza başka şekillerde veriliyordu: Yalnızlığın arttırılmasıyla, tekdüzelikle ve en şiddetlisi de hem mecazi hem de asıl anlamıyla öz yansıtmayla. Daha aynaları görmemişti ama bilincinin kıyısında parladıklarını, ne hale geldiğini göstermek için beklediklerini hissediyordu.

Aynaların ardındaki kameraların varlığını, her bir göz kırpışını, kaslarının her kımıldanışını kaydettiklerini, kameraların ardındaki devlet görevlisi gardiyanları, doktorları ve teknik elemanları, evlerinde ayaklarını sehpalara uzatmış, ellerinde bira ya da gazoz şişeleriyle gözlerini ekrana dikmiş kendisini izleyen milyonlarca insanı da sezebiliyordu.”

(Hilary Jordan, Uyandığında, Çev. Özlem Yüksel

GİRİŞ

Bundan yaklaşık on yıl önce, İstanbul’un Esenler ilçesinde bulunan Metris Hapishanesi’ne yolu düşen az sayıda insan, şayet özel bir aracı yoksa söz konusu mekâna zar zor ulaşır ve dinlenmek, yemek yemek ya da birini, bir şeyi beklemek için hapishanenin karşısındaki birkaç küçük, köhne çay ocağından başka pek bir yer bulamazdı. Neticede daha çok mücrimlerin ve yakınlarının, hapishane personelinin ve avukatların uğrak yeri söz konusuydu.

Şimdilerdeyse hapishanenin civarı farklı bir görünüm arz etmekte ve önüne kadar metroyla kolayca ulaşmak mümkündür. Daha da önemlisi artık hemen karşı tarafta, eski köhne yapıların yerinde, web sitesindeki tanıtım yazısına göre, “ ‘İstanbul’un en şık İtalyanı’ ”, “Venedik rüyasının gerçeğe dönüştüğü” yer olan1 içerisinde türlü kafelerin, restoranların, dünyaca ünlü markalara ait mağazaların, lüks rezidansların ve ofislerin bulunduğu devasa bir yapı bulunmaktadır. Aralarında belki 5 dakikalık bile yürüme mesafesi bulunmayan bu iki yapı, yani hapishane ve AVM kompleksi birbirinden çok

1 http://veneziamegaoutlet.com/tr-TR/kurumsal/hakkimizda (Erişim Tarihi: 20 Ekim 2019).

(11)

2 farklı amaçlar için yapılmış görünseler de aslında bu yapılar aynı zihniyetin üzerine, hatta eni- sonu aynı amaçlarla inşa edilmişlerdir.

AVM, rezidans gibi yapıların inanılmaz hızla çoğaldığı döneme denk gelen kampüs tipi hapishaneler bu ortaklığın en iyi örneklerinden olsa gerek. İçerisinde tüketime dair hemen her şeyin bulunduğu bu AVM kompleksleri yayılırken, mesela İstanbul’un bir hayli uzak bir yerine içerisinde –mahkemesinden, personel lojmanına kadar- hapsetmeye dair her şeyin bulunduğu Silivri Hapishanesi inşa edilmiştir. Söz konusu düşünsel ve mekânsal ortaklıkla, zamansal kesişmenin tesadüfi olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Modern devletle bir cezalandırma biçimi olarak hapsetmenin tecessüm edişinin zamansal karşılaşmasının tesadüfi olmadığını iddia etmenin mümkün olmadığı gibi…

Bir cezalandırma aracı olarak kurumsallaşmış hapishanelerin doğuşu modern devletin ortaya çıkışıyla paralel şekilde gelişmiştir ve bu, modern devletin niteliğiyle yakından ilişkilidir. Modern devletin önceki yönetim biçimlerinden farkının egemenliğin ve merkezileşme, yani şiddet uygulama yetkisinin tek merkezde toplanması olarak izah edilmesi bir hayli karşılaşılmış ve karşılaşılan bir durumdur. Zira feodal, dağınık bir siyasi iktidar rejiminin hâkim olduğu Orta Çağ Avrupasının yerine merkezî krallıklar ikame olmuştur.

Bu siyasetten hiç de bağımsız olmayan hukukun ve haliyle cezalandırma olgusunun da merkezîleşmesi anlamına gelmiştir. Eskisinden farklı olarak, bireyler ya da farklı siyasi iktidar odakları değil, kral ve zamanla yerine gelecek olan merkezî ulus devlet organları sadece yasayı yapmanın değil icraatın da tek yetkilisi haline gelmiştir.

Zaten devletin şiddetinin meşruluk temeli tam bu çerçevede devreye girmektedir; modern hukukun bireysel ilişkilerden şiddeti tasfiye edeceği ya da en azından bunu minimal seviyeye indireceği gerekçesiyle bir devir işleminin söz konusu olduğu fikriyatı üzerine oturmuş olduğunu belirtmek mümkün. Ezcümle, modern hukuk yani devlet ve “O”nun

(12)

3 yine bizzat devlet tarafından icra edilen yasası “kamusal güvenlik” yani nizam için elzemdir. Tam bu noktada Thomas Hobbes’a kulak verilecek olursa: “Kılıcın zoru olmadıkça ahitler sözlerden ibarettir ve insanı güvence altına almaya yetmez.”2

Gerek “kamusal güvenlik” kaygısının ortaya çıktığı tarihsel süreç gerekse modern devletin sonraki tarihi içerisinde yaşanan hadiseler asıl mevzunun başka olduğunu, toplumun ve üyelerinin şiddetten korunmak gibi bir durumla karşı karşıya olmadığını ortaya koymuştur. Aksine devasa bir şiddet uygulayıcı olarak bizzat modern devlet, hukukun da meşrulaştırıcı gücünü kullanarak insanların “güvenliği”ni sarsan bir aktör olarak tecessüm etmiştir. O halde aydınlanma düşüncesiyle/aklilikle, bu minvalde toplum sözleşmesi kuramlarıyla ilişkili olarak tarihe katılan modern hukuk gerçekte iktidar ilişkilerinden bağımsız addedilemez. Aksine öncelleri gibi modern hukuk da iktidar ilişkileriyle belirlenmiş ve haliyle iktidar yapısı değiştikçe değişmiş, siyasi iktidarın eylediklerini meşrulaştıran bir tertibat, eni sonu şiddet tertibatı olarak iş görmüştür.

Hukuk, bu çerçevede, “güvenlik” için bir araçtır, ancak asıl olarak söz konusu olan devletin yani siyasi iktidarın ve onun dayandığı toplumsal, siyasi ekonomik vb. temellerin güvenliği, yani raison d’etaat3tır.

“Suç” - “güvenlik” ve/veya “cezalandırma”- “hapsetme” arası ilişkilerin müsebbibi olduğu bir durum olarak, yukarıda çizilen tablo modern cezalandırma ve onun modern dönemdeki başat bir türü olan hapsetmenin dünya üzerindeki bitmek bilmeyen varlığını da geçirdiği dönüşümleri de açıklamaktadır. Hapishane bir suçla mücadele aracı mı, yoksa tahakküm için mi var sorusunun cevabı artık herkesçe aşikâr olmasına karşın,

2 Thomas HOBBES, Leviathan (Çev. Semih LİM), Yapı Kredi Yay., İstanbul, 2018, s. 133.

3 Fransızcadan Türkçeye genelde “hikmet-i hükümet” şeklinde çevrilen bu mefhum Mithat Sancar tarafından, hem daha doğru çevrilmiş olacağı hem de anlam ve kapsam bakımından mefhumun hakkını daha iyi vereceği gerekçesiyle “raison d’etaat”ı “devlet aklı” olarak çevirmiş ve kullanmıştır. Kısaca

“yönetimin veya yönetmenin kendine özgü aklı” olarak ifade edilebilecek “raison d’etaat”, hem tarihsel çıkışı hem de muhtevası itibariyle illaki modern devlet ve hâliyle devletle beraber anılması gereken bir ifade olmasının yanı sıra, “modernite”, “aydınlanma” ve bu cihetle “aklilik”le de ilişkilidir. Bkz. Mithat SANCAR, “Devlet Aklı” Kıskacında Hukuk Devleti, İletişim Yay., İstanbul, 2016, s. 13, 14.

(13)

4 bugün hâlâ hapsetme cezalandırmanın en önde gelen cüzüdür. Hatta neoliberal politikaların neticesinde gündeme gelen “güvenlik politikaları” sebebiyle ve teknolojinin desteğiyle güvenlik şebekesi derinleşir ve genişlerken hapishaneler de birden fazla manada genişlemektedir.

Kralın ya da Leviathan’ın kılıcını daha açık bir biçimde gördüğümüz seyirlik cezalandırma gösterilerinin yerine ikame edilen hapsetme bilhassa ceza hukuku reformcularının da etkisi altında, “ıslah” düşüncesiyle gelişim göstermiştir. “Suçlu”nun önce ayrıştırılması, sonra kapatılarak toplum dışına çıkartılması ve nihayetinde

“normal”leştirilmesi hedeflenmektedir. Bu nedenle biçim değişikliğinin bir diğer yanı

“azap çektirme”nin geri plana atılması ve disipline etmeye yönelik bir sistemin oluşturulmasıdır. Elbette bu dönüşüm eskinin, cezanın seyirlik yönünün, muktedirin gücünün, yaşama ve ölüme karar vermeye dair yetkisinin açık bir şekilde işaretlendiği ceza anlayışının ve fiziksel azap çektirmenin tamamen ortadan kalktığı anlamına gelmemektedir. Söz konusu olan sadece bir geri plana atma ve aklileştirme halidir, daha işe yarar olanın, diğerinin yarattığı birikimden istifade ederek öne çıkışıdır ve bu, iktidar ilişkileri değiştikçe ortaya çıkan ihtiyaçlarla ilgilidir.

Cezalandırma ve onun en başat hallerinden biri olan hapishane temelde içeriyi ve dışarıyı dizayn etmeye yarayan bir araç olmasına binaen günümüzde de değişen iktidar ilişkilerine, ceza politikasının başından geçen değişimlere ayak uydurmaktadır.

Neoliberal yönetim anlayışının hâlihazırda var olan güvenlik ağlarını son derece genişlettiği, kapatılma mefhumunun da belirsizleşmeye, akışkanlaşmaya ve tam da bu belirsizleşme nedeniyle daha tehlikeli ve yaygın hale geldiği bir dönem içerisinde olunduğunu söylemekte bir beis yoktur. Zira şehirlerde yaşanan dönüşüm, hatta daha uygun tabirle belirtilecek olursa her manada cereyan eden yıkım, yaygın standardizasyon, gözleme ve denetleme ağlarının sıradan ve hayatın her alanına hükmeder pozisyona geçmesi gibi durumlarla karşı karşıya bir yaşam sürülmektedir.

(14)

5 Hukuk, özelde de cezalandırma tertibatına yeni, kendine ve dönemin iktidar anlayışına has bazı kurumlar eklenmiştir. Neticede kapatsa da kapatmasa da “aykırı”,

“sapkın”, “uyumsuz” bireyleri ya da grupları, şedit mahkeme kararları neticesinde toplum dışına atan, aynı zamanda denetim ağının içerisinde tutan, yine kapatarak ya da dışarıda kayıt altına alarak risk hesaplarının konusu haline getiren bir suç ve ceza politikasından bahsetmek mümkündür. Denetimli serbestlik, şartlı tahliye, ev hapsi, kelepçeli takip gibi hapsetmenin alternatifi olarak ele alındığında gayet tercih edilesi ve daha özgürlükçü görünen icraatlar tam da bu genişleyen güvenlik şebekesinin bir parçasıdır. Daha mühimi UYAP, e-devlet gibi ağlar üzerinden tutulan adli sicil kayıtları, MOBESE kameralar, suça ve suça meyyale dair yapılan hesaplamalar, gettolaşmadaki artış, yani mücrimlerin,

“tehlikeli kişiler”in şehirlerin civarına itilmesi gibi etkinliklerdir.

Ancak tüm bu tabloya ve çeşitlendirmeye rağmen hapsetme sadece eskisi gibi varlığını sürdürmekle kalmamakta, her geçen gün daha yaygın bir tatbik halini almaktadır. Bu kuşkusuz modern siyasi iktidarların sürdürülebilirliğinin ve

“meşruiyet”inin teminatı olan kontrol mekanizmalarının, en açık şekilde peyda olduğu yerlerden birinin hâlâ kapatılma mekânları, özeldeyse hapishaneler olmasıyla yakından ilişkilidir. Dahası iktidar ilişkilerinin değişmesiyle seleflerce kullanılan teknolojiler terk edilmemekte hatta ihtiyaca göre, güçlenerek var olmaya devam etmektedir. Bu açıdan siyasi iktidarın sadece maruz kalan bireyi değil, örnek ya da ibret oluşturma suretiyle, tüm toplumu şekillendirmesine hizmet eden bu mekânların günümüzde yaygınlaşarak ve daha müessir hale gelerek varlığını sürdürmesi şaşırtıcı değildir.

Bu şaşırtıcı olmayan durumu sorgulamaya açan düşünürlerden Loïc Wacquant’ın belirttiği üzere, dünyada suç oranlarında ciddi bir artıştan bahsetmek mümkün değildir.

Ancak hapishane sayısını ve hapishane nüfusunu artırmak yükselen bir trenddir.4 Mevzu

4 Bkz. Loïc WACQUANT, Punishing the Poor: The Neoliberal Government of Social Insecurity, Duke University Press, London, 2009.

(15)

6 suç oranlarındaki artış değilse nedir? Neoliberal politikalar ve neticeleri ya da ihtimalî neticeleri nedeniyle “güvenlik” politikalarında ve haliyle hapsetmede değişiklikler yaşanmıştır. Bir yandan refah devleti politikalarının geri plana düşmesi, yani neoliberal politikaların öne çıkmasıyla beraber işsizlik, güvencesizlik, yoksulluk had safhaya çıkmış, yani “tehlikeli sınıflar” nicelik olarak artmıştır. Buna binaen suçlulaştırma ve haliyle hapsetmenin işlevi hem ekonomik hem siyasal açıdan yükselmiştir.

Diğer yandan 24 Aralık 1811 tarihli Napolyon Kararnamesi, ya da 1933 tarihli Nazilerin Halkın ve Devletin Korunması Kanunu’nu yakın tarihimizde, anti- terör yasaları, “olağanüstü hal” ilanları ya da ABD’nin 26 Ekim 2001 tarihli Yurtseverlik Kanunu olarak zuhur etmektedir.5 Başka bir şekilde ifade edilecek olursa, modern devletin tarihsel tecessümünden beri hiçbir vakit tam olarak yok olmamış Niccolò Machiavelli’nin “Prens”i6 ya da Hobbes’un “Leviathan”ı devletle toplumun muğlak bir tarzda birbirine karıştığı günümüzde de kendini sıkça gösterebilmekte ve siyasal hayata sirayet etmektedir. Bu sirayet hali şedit bir edim olan cezalandırmanın ve bu minvalde hapsetmenin muktedirin bir “kılıç” sallama faaliyeti olarak öne çıkışının diğer veçhesi olmaktadır.

Hapishane sistemine karşı eleştirel bir yaklaşım sergilemeyi amaçlayan söz konusu çalışmada hapishanenin siyasi iktidarın ve buna bağlı olarak toplumsal nizamın inşasında oynadığı rolün, kuramsal boyutuyla ve ekonomi- politik arka plan ekseninde nasıl işlediği tartışılacaktır. Bu maksada binaen yukarıda bahsedilen tarihsel ve düşünsel karşılaşmalar üzerine bir sorgulama ortaya konulması hedeflenmektedir. En nihayet hukukun ve onun mühim bir vasıtası olarak lanse edilen hapishanenin esas işlevinin ne olduğuna dair eleştirel bir çerçeve sunulacaktır.

5 Giorgio AGAMBEN, “Olağanüstü Hâl” (Çev. Ferit Burak AYDAR), Şiddetin Eleştirisi Üzerine, Haz.

Aykut ÇELEBİ, Metis Yay., İstanbul, 2010, s. 166, 167.

6 Niccolò MACHIAVELLI, Prens (Çev. Kemal ATAKAY), Can Yay. İstanbul, 2017.

(16)

7 Bu minvalde çalışmada hukukun, özelde cezalandırma olgusunun siyasi iktidarın bir şiddeti olarak zuhur etmesi ve bu zuhur edişin önemli bir parçası ya da göstergesi olan hapsetmenin tarihsel ve -akabinde- güncel tarzda sorgulamaya tabi tutulması amaçlanmaktadır. Böylece ceza hukukunun ve özelde hapishanenin bir “suç”la mücadele aracı mı yoksa suçu yönetme ve bunun vasıtasıyla toplumu dizayn, hatta ehlileştirme, genel olarak raison d’etat aracı mı olduğu sorusuna cevaplar bulunmaya çalışılacaktır.

Haliyle hapsetmenin ekonomik ve siyasi arka planı üzerine –eleştirel yaklaşımlar ortaya atan düşünürlerin kuramlarına atıfla- birtakım saptamaların ortaya konulması çalışmanın hedefleri arasındadır. Bu konuda tarihsel birtakım saptamalarla, hapsetmenin günümüz neo-liberal siyaset anlayışı bakımından siyasi iktidarlar için anlamı ve öneminin tespit edilmesi amaçlanmaktadır.

Hapsetmeye dair birtakım mülahazalar ortaya konulur ve ortaklıklar, karşılaşmalar, değişimler sorgulamaya tabi tutulurken, kuşkusuz tarihsel bir arka plan bilgisi verilecek ve metnin ana inceleme konusu olan hapsetme etrafında cereyan eden tarihsel vakalar hapsetmeyle ilişkilendirilerek izah edilecektir. Ancak tarihsel verilerin sunulması açısından çalışmanın tek yönlü olduğu ve palyatif kaldığını belirtmek mümkündür. Hapishanenin modern ve haliyle Batı menşeli bir kurum olması hasebiyle Batı üzerinden tartışma yapılmış ve bu açıdan tek yönlülük durumu ortaya çıkmıştır.

Zamansal açıdan da hapishanenin tarihi tamamıyla tartışılmamış, hapishanenin “modern”

bir cezalandırma olarak tecessüm edişiyle güncel gidişatına odaklanılmıştır. Kâfi derecede ayrıntı ve derinlikte tarihsel bir bilgi verme ve analiz işlemi yapılması kuşkusuz çalışmanın odak noktası, maksadı ve sınırları sebebiyle mümkün olmamıştır. Benzer sebeplerle, hapsetme üzerine dünya çapında karşılaştırmalı, aynı anda tarihsel bir inceleme yapılmamış, daha çok kuramsal tartışmalar ve günümüz hapsetme fenomenine dair genel eğilimler ortaya konulmuştur. Zira amaç genel bir tablo çizebilmek; başlıkta

(17)

8 da belirtildiği üzere modern iktidarla, suç ve ceza ilişkisini masaya yatırmak suretiyle hapishane olgusunu tarihsel ve güncel boyutlarıyla izah etmektir

(18)

8 BİRİNCİ BÖLÜM

MODERN BİR HÜKÜMET ETME/İKTİDAR HALİ OLARAK CEZALANDIRMA

“Kanunlar Üstüne Kanunlar doğru oldukları için değil, kanun oldukları için yürürlükte kalırlar.

Kendilerini dinletmeleri akıl dışı bir güçten gelir, başka bir şeyden değil. Mistik olmak işlerine gelir. Kanunları koyanlar da çok kez budala ya da eşitlik korkusuyla haksızlığa düşen kimselerdir. Nasıl olursa olsunlar, insandırlar nihayet, her yaptıkları şey sudan ve değişkendir. Kanunlardan daha çok, daha ağır, daha geniş haksızlıklara yol açan ne vardır?

Kitap III, Bölüm XIII”

(Montaigne, Denemeler, Çev. Sabahattin Eyüboğlu)

I. MODERN CEZALANDIRMANIN DOĞUŞU VE KAVRAMLARI A. “UYGARLIĞIN HUZURSUZLUĞU”

1. “Sapare Aude” ya da “İtaat Edin”

Montaigne “Yamyamlar Üstüne” adlı denemesinde şöyle yazmıştır:

“Aklın kurallarına uyarak barbar diyebiliriz Yamyamlara, ama bize benzemiyorlar diye barbar diyemeyiz onlara; çünkü barbarlıktan yana onları her bakımdan aşmaktayız.”7

Oysa 17. ve 18. yüzyıl burjuva siyaset teorisinde “uygarlık”, tam da Montaigne’e karşıt bir iddia olarak zuhur etmiş ve “barbarlığın”, şiddetin tasfiyesini sağlayacak bir proje olduğu iddiasıyla gündeme gelmişti. Bu iyimser ve ilerlemeci projeye göre “akıl ve akılcılık yerleştikçe, akıl dışının ve akılsızlığın bir yansıması olan şiddet de, toplumsal

7 MONTAIGNE, Denemeler (Çev. Sabahattin EYÜBOĞLU), Türkiye İş Bankası Yay., İstanbul, 2019, s. 148.

(19)

9 ilişkilere damgasını vuran olmaktan çıkacak; aklın ışığıyla aydınlanan toplumlar, böylece karanlıkla eş anlamlı olan şiddet ve barbarlıktan kurtulacak.”8

Decartes insanı düşündüğü sürece mevcut olan, düşünen bir varlık olarak işaretlemiştir.9 Düşünmenin vazgeçilmez ve böylece merkezî hâle gelmesiyle, özne de merkezileşmiş, nesne öznenin üzerine düşündüğü ve müdahalede bulunduğu bir hedef haline gelmiştir. Kartezyen bireyin, her şeyden menkul, kendine, bilincine kapanan öznenin menşei buradadır. Decartes’ta bulunan bu telakki Kant’ta öznenin dış dünyadaki temsilleri ve algıları düzenleyen ve böylece görünür kılmaya ehil olması olarak başka bir boyut kazanmış ve “hakikat” insandan yola çıkılarak, insanda toplaşmış bir mefhuma indirgenmiştir. Kant’a göre “iyi”nin ne olduğunu bize gösteren ahlak yasası evvelce/zaten orada mevcuttur, ancak bunu, söz konusu evrensel, her durumu kesen yasayı akıl yoluyla,

“özgür özne” keşfetmekle yükümlüdür.10

“Uygarlaşamamış” yani erginleşememiş insan Kant’ın belirttiği çerçevede aklını kullan(a)mayan insandır.11 Akıl sayesinde insan eleştirme gücüne sahip ve böylece tahakkümü reddetmeye de ehildir. Burada kuşkusuz mevcut ve teokratik olana bir eleştiri ve başkaldırıdan bahsetmek mümkündür. Ancak eleştirmeyi ve böylece “özgürleşmeyi”

salık veren aydınlanma düşüncesi metamorfik bir niteliği haizdir ve “özgürlüğü” bastıran bir konuma gelecek, akılcı ve bu bahisle eleştirel birey, liberal ve itaatkâr bireye doğru evrilecektir. Aydınlanma düşüncesi aynı zamanda anamorfiktir; Kant’ın Sapare Aude dediği metinde bir de “itaat edin”12 dediğinin unutulmaması ve modern hukukun özgür

8 Mithat SANCAR, “Şiddet Tekeli ve Demokratik Hukuk Devleti”, Doğu-Batı Dergisi, Hak ve Adalet Üstüne, S. 13, 2001, s. 30, 32.

9 Rene DESCARTES, Meditations on First Philosophy- with Selections from the Objections and Replies (Çev. John COTTINGA), Cambridge University Press, Cambridge, 2003, s. 18.

10 Costas DOUZINAS, İnsan Haklarının Sonu (Çev. Kasım AKBAŞ- Umre Deniz TUNA), Dipnot Yay., Ankara, 2018, s. 214, 215, 218.

11 Immanuel KANT, “Aydınlanma Nedir?”.

https://www.istabip.org.tr/site_icerik/2017/haberler/kasim/aydinlanma_nedir_kant.pdf (Erişim tarihi: 14 Aralık 2018).

12 KANT.

(20)

10 irade sahibi bireyin hukuku mu, “vaaz edilmiş hukuk”mu olduğunun sorulması icap etmektedir.

Sapare Aude ve “itaat edin” arasındaki salınımda toplumsal sözleşme kurgusu mühim bir yer edinmiştir. Farklı veçhelerden ele alınan “toplumsal sözleşme”

mülahazalarının ortak noktası bu sözleşmenin, haliyle devletin, akıl sahibi bireyin özgür iradesinin neticesi olduğuna dair söylemdir. Bu Costas Douzinas’ın da belirttiği gibi devletin ve ister istemez hukukunun özünün akıl olduğunun bir ilanıdır.13 Hobbes’dan John Locke’a, Jean-Jacques Rousseau’ya kadar toplum sözleşmecileri gün sonunda müştereken akıl sahibi bireye, bu bireylerin özgür iradeleri vasıtasıyla icra ettikleri seçimlere, bahsi geçen akli seçimlerin üzerinde oturan toplum ve onun da üstünde oturan devlet anlayışına ulaşmışlardır.14

Bu akliliğe, öbür tarafından bakıldığında ekonomik fayda karşımıza çıkmakta ve bu faydanın azami seviyeye çıkarılabilmesi kaygısıyla hukuki öngörülebilirlik gayreti örtüşmektedir. Burjuvazinin, ekonomik hayatını güvenceye almak için önünü görmesini sağlamak ve bunun için de merkezi, genel, soyut ve muayyen birtakım kurallar lazım gelmiştir. Kant’tan yıllar sonra ve sıklıkla neo- kantçı olarak addedilen Max Weber

“Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” kitabında kapitalist üretimin aklileşmesinin verimlilik esaslı bir örgütlenme biçimine sebep olduğunu belirtmiştir. Yani –Weber’e kalırsa- sınırsız kazanma isteği gibi akıldışı görülen unsurlar devre dışı bırakılırken, gelir- gider hesabı, hesaplanabilirlik gibi akılcı faktörler öne çıkmış ve bunlar sayesinde

“barışçıl kazanç fırsatları” gündeme gelebilmiştir.15 Bu öyle bir “barışçıl kazanma

13 DOUZINAS, İnsan Haklarının Sonu, s. 81, 82.

14 Ferda KESKİN, “Tekillik” dersi.

15 Max WEBER, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu (Çev. Zeynep AUROBA), Hil Yay., İstanbul, 1997, s. 16- 20.

(21)

11 fırsatı”dır ki; 16 ve 17. yüzyıllarda dini reformların neticesinde ve “protestan ahlakı” icabı aziz günleri bir tatil olmaktan çıkacak ve işçinin yıllık çalışma süresi iki kat artacaktır.16

İntizam burada esaslı bir temel olma niteliğini haizdir. Zira kapitalist verimlilik için hesaplanabilirlik ve öngörülebilirlik lazımdır ve bu bahisle Weber’e göre “usdışı mistik temaşa[...] ussallaştırıl[malıdır]”17. Bu nedenle sadece iş yerlerinin akılcı örgütlenmesinden bahsedilmez. Devlet aygıtı, hukuk, yasalar da iktisadi çerçeveye uyumlulaştırılır. “Temel siyasal, teknik ve ekonomik koşulların, özel olarak eğitimli bir görevliler örgütü tarafından yürütülmesi”18 yani devlet görevlileri zuhur etmiştir. Bu çerçevede Weber’in modernizm tefekküründe iktisadi ilişkilerin akli örgütlenmesinin yanı sıra, bürokratik devlet aygıtı ve sosyal ilişkilerin düzenlenişi de temel fenomenlerdendir. Nitekim Weber din ve mezhep faktörünü de benzer bir neticeye vardırmış ve iktisadi akılla ilişkilendirmiştir. Kalvenizm “özel bir ethos” meydana getirir ve bu ethos sayesinde kazanmak bir yaşam hedefi olarak idrak edilmiştir. Bireylerin meslekleriyle ilgili yükümlülükleri toplumsal ahlakın önemli bir bileşenidir. Kapitalist ekonomik ilişkiler devam ettiği müddetçe de bu ahlakî yapıya uygun davranmak mecburidir.19

2. “Uygarlaşma” ya da Bastırma

Toplumsal dönüşüm ve bireysel gelişim arasında analoji kurduğu eserinde Sigmund Freud daha mevzunun başlarında şu soruyu sormuştur:

“Kökensel olanın, kendisinden gelişmiş olan daha sonraki aşamanın yanı sıra varlığını sürdürdüğü savında bulunmaya hakkımız var mıdır?”

Ve cevap:

16 Silvia FEDERICI, Caliban ve Cadı- Kadınlar, Beden ve İlksel Birikim (Çev. Öznur KARAKAŞ), Otonom Yay., İstanbul, 2011, s. 107.

17 WEBER, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, s. 24.

18 WEBER, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, s. 16.

19 Peter IMBUSCH, “Uygarlık Kuramları ve Şiddet sorunu” (Çev. Ender ATEŞMEN), Toplum ve Bilim, Uygarlık Süreci, S. 84, İstanbul, 2000, s. 98; WEBER, Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, s. 32, 40, 46- 48.

(22)

12

“Kuşkusuz evet. … Ruhsal alanda ise, ilkel olanın, kendisinden kaynaklanan değişiklik geçirmiş halin varlığını sürdürmesi o denli sık görülür ki bunu örneklerle ispatlamak gereksizdir.”20

Freud’un bu sorusuna bir de Montaigne’den esinlenerek cevap verilecek olursa;

“uygarlaşanlar”ın “barbarlığı” aştığını değil, kimi zaman barbarlık açısından “uygar”

olmayanları aştığını iddia etmek mümkündür.

Hem geniş anlamda hem de Batı modernleşmesi bağlamındaki dar anlamıyla

“uygarlaşma” bir şeylerin ortadan kaldırılışı ve yeni yeni şeylerin inşa edilişinden ziyade bir bastırma sürecine tekabül etmektedir. Nitekim Freud modernleşmeyi bedenle, itkilerle mücadeleyle ve geniş anlamda suçlulukla ilişkilendirmiştir. En azından aşırıya kaçmayacak kadar bu güdüleri geri plana atabilen insan “uygarlaşmış” insan olarak değerlendirilmektedir. Bu bahisle “uygarlaşmış” insan aynı zamanda ağır bir bedel ödeyen, artan suçluluk duygusu nedeniyle mutluluğu azalan insanken, “uygarlık” daimi bir “huzursuzluk”la yaşamaktadır.21

Freud “Uygarlığın Huzursuzluğu” kitabında, “uygarlığın” insanların faydasına olan şeylerin yapılıyor ve etkili biçimde kullanılıyor olmasının yanı sıra “güzellik”,

“temizlik” ve “düzen”le ilgili olduğunu belirtmiştir.22 Buradaki düzen ve temizlik

“uygarlaşma”nın bağlantılı iki veçhesidir ve bunlar vasıtasıyla benliğin kopması, içgüdülerin tatmini üzerinde kontrol artmaktadır.23 Düzen nerede, ne zaman, ne yapılmasını göstermesi anlamında tekrarlama takıntısını ifade eder, yani alışkanlık teşkil etmeyi.24 Ancak bu alışkanlık teşkil etme dışsal bir mekanizmanın tesiriyle icra edilir.

20 Sigmund FREUD, Uygarlığın Huzursuzluğu (Çev. Haluk BARIŞCAN), Metis Yay., İstanbul, 2011, s. 29.

21 FREUD, s. 91, 92.

22 FREUD, s. 43, 51.

23 Zygmunt BAUMAN, “The Phenomenon of Norbert ELIAS”, Sociology, S. 1, C. 13, London, 1979, s.

122.

24 FREUD, s. 52.

(23)

13 Freud’a göre, “bireyin gücünün yerine topluluğun gücünün geçirilmesi uygarlık açısından belirleyici adımdır.”25

Topluluğun gücü de herkesin faydasını gözeten bir hukuk düzenine, tabulara dayanır ve bireyler içgüdülerinden -temel olarak cinsel yaşam ve saldırganlığa dair içgüdülerinden-taviz vererek bu sisteme dâhil olurlar. İçgüdülere gem vurulması ise

“kültür kodları”nın birey tarafından içselleştirilmesiyle olur. Böylece “uygarlık” tehlikeli yanlarının üstesinden bireyi zayıf düşürerek, “iç gözetim” yoluyla gelir. Yani dışardan dayatılan düzen bireyin üst-beninin içsel bir unsuru haline getirilir.26

Bahsi geçen, mutluluk ve özgürlük getirmeyen bastırma Freud tarafından savunulmaktadır. Zira Freud uygarlaşmayı bir yandan libido gelişimi bağlamında açıklasa da esasında Hobbes’un argümanlarını da kullanarak “insan insanın kurdudur”

anlayışı çerçevesinde bir izah gerçekleştirir. Buradaki haliyle “uygarlaşma”yı, bir başka deyişle içgüdülerle sürekli bir bastırma mücadelesi içerisine girilmesini kaçınılmaz görmekte, bu kaçınılmazlığı da insanın tabii ve değişmez özelliği olduğunu iddia ettiği saldırganlık potansiyeline dayandırmaktadır. Neticede söz konusu olan biraz mutluluk ihtimaliyle biraz güvenliğin mübadelesidir.27 Bu güvenlik kimin güvenliğidir ve feda edilen biraz mutluluk mudur ya da bahsi geçen mutluluk biraz mıdır, eni sonu insanın tabii ve müstekar bir hasleti var mıdır soruları çalışma boyunca, yeri geldikçe tartışılacaktır.

Jacques Lacan bilinçdışını ve bu bahisle bastırmayı ve özneliği dille kurulan bir şey olarak izah etmektedir.28 Varlığın ortasından fışkıran gerçeğe çözüm olarak sembolik düzen lüzumludur, zira o düzen düğüm atma işlevi görmekte ve sınır dışı olanı tesis

25 FREUD, s. 53.

26 FREUD, s. 61, 62, 69, 54,58, 82, 83.

27 FREUD, s. 55, 69 72; ayrıca bkz. DOUZINAS, İnsan Haklarının Sonu, s. 328, 359.

28 Jacques LACAN, Benim Öğrettiklerim (Çev. Murat ERŞEN), MonoKL Yay., İstanbul, 2012, s. 47;

ayrıca bkz. DOUZINAS, İnsan Haklarının Sonu, s. 331.

(24)

14 etmektedir.29 Sembolik düzene dahli sırasında özne toplumun bir üyesi olurken, bu üyelikle bağdaşmayacak şeyleri bastırır ve böylece bilinçdışı da kurulmuş olur. Bir başka ifadeyle topluma dâhil olmanın koşulu olarak özne yasaklanmış arzularını bastırmıştır.

Lacan arzunun önüne geçenin yasa olduğunu ve fakat yasanın arzunun, bastırılmış arzunun bizzat kendisi olduğunu belirtmiştir. Zaten yasanın arzunun önüne geçebilmesinin müsebbibi de bu aynılıktır.30 “O (arzu) yasası her zaman için onu amacına ulaşmadan geri döndürmek olan hazza boyun eğerek ortaya konur. Kendisi yoluyla varlığını sürdürdüğü en alt düzeydeki gerilim eşiğinde yaşayan varlık tarafından her zaman çok çabuk geri getirilen iç denge. Kanadın kopuşu her zaman vaktinden önce gelişmişliğin bir işareti olmakla birlikte aynı zamanda onun yeni bir biçiminin yeniden üretilmesine işaret eder.”31

3. Modernleşme ya da Otomatizm

Mevzuya biraz da Batı/modernizmine odaklanmak suretiyle bakalım. Bu bakış bizi Freud’un sıkı bir takipçisi olan Norbert Elias’a götürecektir. Elias “uygarlaşma”

sürecini psiko- sosyal oluşumlar vasıtasıyla teferruatlı şekilde gözlemlemiş, Orta Çağ’dan modern Avrupa’ya geçişi somut emsaller üzerinden tetkik etmiş, insanın ve toplumun davranışları bağlamında saf ve basit, yani detaylı kuralların olmadığı bir halden, sıkı ve teferruatlı toplumsal kurallara geçişi resmetmiştir. Bu dönemde sofra adabından, kadeh kullanımına, yataktaki adaba kadar birçok konuda “nezaket kuralları” getirilmiştir.32 Nitekim bahsi geçen nezaket kuralları beden fonksiyonları üzerindeki kontrolün artmasının müsebbibi olmuştur. Yemek ve cinsellik mevzularında içgüdülerin doğal tatmini görgüsüzlük sayılır ve bu yüzden kurallara bağlanıp, sosyal ritüellere

29 Mehmet MANSUR, “Felsefe ve Psikanaliz Seminerleri”.

30 Jacques LACAN, “Sade ile Kant” (Çev. Kamuran GÖDELEK), MonoKL Mono Kurgusuz Labirent- Lacan, S. 6-7, İstanbul, 2009, s. 805.

31 LACAN, “Sade ile Kant”, s. 798.

32 Ayrıntılı bilgi için bkz. Norbert ELIAS, Uygarlık Süreci- C. 1 (Çev. Ender ATEŞMEN), İletişim Yay., İstanbul, 2004, s. 175 vd.

(25)

15 dönüştürülür. Bu noktada başarı da sağlanmıştır; “uygarlaşma” öncesi Avrupa insanının tahayyül etmekte belki zorlandığı birtakım kuralları, modern çağda, insanlar daha çocukken öğrenmiş olur.33

Elias Avrupa’nın “uygarlaşma” sürecini anlatırken söz konusu davranış kurallarına atıfla, saflığın ve duyguların geri planda kaldığından bahsetmiştir. İnsanları günahkâr olan ve olmayan diye ayırmak yetersiz hâle gelirken, ayrımlar yapmak için başka kıstaslara ihtiyaç hâsıl olmuştur.34 Bunlar üzerinden ve ilk etapta saraylılar, Protestanlar özelinde yanı sıra üniversiteler aracılığıyla “uygar” insana dair modeller oluşturulmuştur.35 Böylece Orta Çağ Avrupasının “güvenlikten yoksun, sürekli tehdit altındaki bir hayatın zorunlu neticesi olan kaba alışkanlıkları, vahşi ve dizginsiz adetleri burada ‘ılımlılaştırıldı’, ‘cilalandı’ ve ‘uygarlaştırıldı’.” 36 Bunların gerçekleşmesi için de Freud’da da bulunabilen “fevriliklerin gemlenmesi” ve “öz-disiplin” lüzumludur.

Dışarıdan dayatılan buyruğun insan tarafından içselleştirilmesi ve bunun

“uygarlaşma”yla hemhal olmuş bir süreç olarak ele alınışını Elias’da da bulmak mümkündür. Evvela toplumsal bir buyruk zuhur etmekte ve bir hareket nahoş görülmekte, bunların akabindeyse toplumsal referanslar bilinçten geri çekilmekte, gizlenmektedir. İnsan kendi kendisini bastırır, yani artık itaati, davranış kuralını toplumun bir dayatması gibi değil kendi içsel komutu gibi görür. Elias buna “otomatizm” der, zira bahsi geçen süreç bireyde alışkanlıklar üzerinden zamanla oturur ve farkına varılmaz, görülmez hale gelir. Harici koşullar, intizam, her bireyin kendini bu sürece eklemlemesi üzerine kuruludur. Bir kere kişi eklemlendikten sonra artık dış baskıdan bağımsız bir dâhili teftiş gündeme gelir, aksi halde yani özdenetimini kaybederek dürtülerine ve

33 Michael W. JACKSON, “Norbert Elias’ın Medenileşme Süreci Teorisi” (Çev. Engin TOPUZKANAMIŞ), DEÜHFD, C. 11, 2010, s. 1602, 1603.

34 ELIAS, Uygarlık Süreci- C. 1, s. 157.

35 Norbert ELIAS, Uygarlık Süreci- C. 2 (Çev. Erol ÖZBEK), İletişim Yay., İstanbul 2017, s. 13.

36 ELIAS, Uygarlık Süreci- C. 2, s. 16.

(26)

16 tutkularına göre hareket etmeye başlarsa tehlike zuhur etmektedir. Haliyle insan

“toplumsal standartların aktarıcı istasyonu” niteliğine bürünür ve bundan dolayı hayatı daha güvenli ama daha duygusuz ve daha az haz vericidir.37 Bu sebeplerle Michael W.

Jackson’a göre, Elias’ın temel tezi “uygarlığın” hakikatte iktidar olduğudur.38

Mithat Sancar’a göre, Max Weber, Herbert Spencer, Augusto Comte gibi ilerlemeci düşünürlerin aksine, Elias modernizmi ilerleme/gelişme gibi müspet değil, bastırma- şiddetin ve saldırganlığın bastırılması- gibi menfi açıdan izah etmiştir, yani mesele toplumsal işlev sistemleri kapsamındaki ilerleme değil, bir nevi dışarı atma çabasıdır.39 Böylece oluşan kültürel kodlar ya da tabular kişilerin belli davranışlarının anormal olmasına ve bu nedenle icra edildiğinde utanç ve suçluluk hissetmesine sebep olmuştur. Bu hisleri yaşamamak adına bireyler duygu ve dürtülerine gem vururlar/gizlilik kazandırırlar; itidalli ve münasip/makul davranışlar gösterirler. Bireyleri ani duygusal dışavurumlar değil, kesin kurallar yönetir.40

Hem psiko-oluşum hem de sosyo-oluşum bakımından “muayyen bir yönelim ve yapısal bir gelişme” söz konusudur. Bir başka ifadeyle psiko ve sosyal- oluşum eş güdümlü ilerlemektedir.41 Elias değişen ihtiyaçları eş güdümün gerekçesi olarak tartışmıştır. Zira bireylerin tekil iradesinden daha güçlü bir toplumsal norm ya da hukuka olan ihtiyaç mevzubahistir. Bu ihtiyacı açığa çıkaran şeyse temelde toplumsal işlevlerin farklılaşmasıdır. Bunun neticesinde insanların bağımlı olduğu “işlev yapıları” ve insan sayısı artmıştır. Hâliyle insanın eylediği tekil olsa da toplumsal işlevini yerine getirmesi

37 ELIAS, Uygarlık Süreci- C. 2, s. 305, 307, 317; ayrıca bkz. Heike HAMMER, “Norbert Elias’ın Uygarlık Kuramı: Eleştiriler ve Gelişmeler” (Çev. Ender ATEŞMEN), Toplum ve Bilim, Uygarlık Süreci, 84 Bahar, İstanbul, 2000, s. 81; BAUMAN, “The Phenomenon of Norbert Elias”, s. 123.

38 JACKSON, s. 1617.

39 Mithat SANCAR, “Şiddet Tekeli ve Demokratik Hukuk Devleti”, Doğu-Batı Dergisi, Hak ve Adalet Üstüne, S. 13, 2001, s. 32.

40 ELIAS, Uygarlık Süreci- C. 2, s. 310; benzer görüşler için bkz. Ayşe ÖNCÜ, “Elias ve Medeniyetin Öyküsü”,Toplum ve Bilim, Uygarlık Süreci, 84 Bahar, İstanbul 2000, s. 12.

41 HAMMER, s. 79.

(27)

17 için diğer insanların davranışlarına daha fazla uyarlanmak ve “eylemler dokusu gittikçe daha hassas ve sıkı bir şekilde örgütlenmek zorundadır.”42

Elias’ta da “uygarlaşma”nın bu biçimininin, yani içgüdülerin bastırılmasının ve bundan neşet eden yabancılaşmanın mecburi bir süreç olduğunu görmek mümkündür.

Ancak burada esas tartışılmak istenen mevzu bastırmanın kendisidir. Freud “kökensel olanın, kendisinden gelişmiş olan daha sonraki aşamanın yanı sıra varlığını sürdürdüğü savında bulunmaya hakkımız olduğunu” iddia etmişti. O halde “uygarlaşma”yla bastırılan içgüdüler – baskılanmış haliyle de olsa- hâlihazırda tam orada durmaktadır. Lacan’dan duyduğumuz zaten arzunun ve yasanın örtüşüyor oluşuydu. O halde ne “uygarlık” ne

“barbarlık” sabitlenebilir, birbirinden ya da başkaca birtakım şeylerden ayrıştırılabilir, aşikâr ve net mefhumlar değildir. “Barbarlık” (o her neyse) hala orada durmaktadır;

“uygarlık” ( o her neyse) o’nu istemese, berhava etmeye, mekânsal ve/veya zamansal olarak uzaklaştırmaya çalışsa da, bilincinden görece silmeyi başarsa bile o oradadır ve kendini hatırlatmaktan imtina etmeyecektir.

Bu çalışmada çok genel hatlarıyla ve kısaca paylaşılabilen “uygarlaşma”ya dair psikanalizci yaklaşımı Douzinas şu şekilde özetlemiştir:

“İyi irade ahlakî iradedir ve erdem, doğal yeteneklerin mükemmelleştirilmesi değil, doğal eğilimlere ve ilgilere karşı bir mücadeledir. Freud da, uygarlığın seksüel arzuları ve güdüleri yadsıma çabası olduğunu ileri sürmüş ve hem O hem takipçisi Lacan, Kant’ın sadistçe bedenden vazgeçişinde modernitenin tipik ifadesini bulmuşlardır.”43

Haliyle özneye başka taraftan bakınca gördüğümüz, Decartes’ın düşünen, bilinçli öznesi değil, aksine yine konuşan ve fakat bu kez düşünmediği için, “aptal aptal” konuşan ve bu bahisle bilinçdışıyla var ola(maya)n öznedir.44 Nihayetinde “sembolikte reddedilen/gün ışığına çıkmayan gerçekte yeniden belirir”.45

42 ELIAS, Uygarlık Süreci- C. 2, s. 305.

43 DOUZINAS, İnsan Haklarının Sonu, s. 222.

44 Jacques LACAN, Yine/Hâlâ (Çev. Murat ERŞEN), Metis Yay., İstanbul, 2019, s. 29.

45 MANSUR, “Psikanaliz ve Felsefe Seminerleri”.

(28)

18 4. “Yasanın Kokusu” ya da “Barbarlık”

Tekrar Freud’a dönülecek olursa, “uygarlaşma” sürecinde cinselliğin bastırılması sürecinin bir paraçası olarak cinsel uyaran konumundaki kokunun gerileyişinden bahsedilmektedir. Ayağa dikilen insanın cinsel organları görünür hale gelmiş, örtünme, özelde de kadınların regl dönemlerinin mahrem kılınması kaygısına sebep olmuştur.

Benzer şekilde dışkıyı gizlemek de adet olmuş, hatta aksi, yani dışkıyı ortada bırakmak bir hakarete dönüşmüştür. Son derece manidardır ki Freud buna insanın cinsel hedeften uzaklaş(tırıl)ması demeyecek, “yüceltilmesi” diyecektir; insanın özne oluşu aynı zamanda cinsel hedeften yücelmeye tekabül etmiştir.46

Jacques Derrida, Kafka’nın –çalışmanın devamında başkaca vesilelerle tekrar gündeme gelecek olan- “Yasa Önünde” hikâyesindeki “aşkın ve üstün”, bu bahisle tekillikleri içerisinde kabul etmeyen yasayı tartıştığı yazısında Freud’u ve kokuların geri çekilişi meselesini anma gereği duymuştur. Hikâyedeki Yasa’nın köylüden uzak ve yukarıda, yani yücede duruşuyla çizilmiş olan “yükselme şeması”, “kötü” kokulardan, kirlilikten, haliyle dokunulması “sakıncalı” bölgelerden uzak ve yukarıda/yücede olunmasıyla çizilmiş olan “uygarlığın yükselme şeması”yla bir hayli benzerdir.

Derrida’ya kalırsa Freud adeta yasanın menşeinin kokusunu almıştır.47

Freud’un yasanın kokusunu aldığı mıntıkada bir yüceltme ve yücelmenin bahsi geçen şema(lar)ın esaslı bir unsurunu oluşturduğu aşikârdır. Zira aşkın/yüce bir irade ve ondan neşet eden hukuk anlayışı bastırdığı, kendini aşkınlaştırdığı kokuyu –ki o zaten haddizatında kendi kokusudur- bir sıfır noktasının/kendisinin evveli, tabii hâl olarak addetmiştir. Hukukun sıfır noktasının önceli olarak görülen, yani tabii hal olarak ele alınan döneme dair mülahaza sadece modern Batı’nın kendi evveli için değil, hâlihazırda modern döneme geçilmiş olmasına rağmen “uygarlaşamamış”, “geri kalmış” toplumlarda

46 FREUD, s. 57, 64.

47 Jacques DERRIDA, Edebiyat Edimleri (Çev. Mukadder ERKAN- Ali UTKU), Otonom Yay., İstanbul, 2010, s. 209.

(29)

19 süregiden yapıyı ifade etmenin ve daha da fenası bu yapıya müdahale etmenin vasıtası olmuştur. Bunun sömürge tarihinde nasıl cereyan ettiğini Cemal Bali Akal şöyle ifade etmiştir:

“Modern varsayım klasik tabii hukukçu görüşü taklit ediyor, olması gereken tabii hukuk insanî her şeye nasıl üstünse, modern hukuk da ezberin sürdürülmesiyle farklı hukukların üstünde görülüyordu. Bu yönüyle modern kurgu sömürge tarihinde gerçeğe dönüştü ve farklı hukuki düzenler, onlara uygun yapılanma ve zihniyetler, tek ve doğru olduğu iddia edilen modern hukuki düzen karşısında yok sayıldı, sömürgeci yok ediş böylece meşrulaştırıldı.”48

Devam edersek: Bu farklı hukuki düzenler/“egzotik kalıntılar” maddi üretim bakımından “geri” olarak addedildi, zira “köle gibi çalışmak” yerine, miskinlik yapıyorlardı, ta ki Batılı beyaz adam gelip kendisini işe koşturana kadar. Bu söylemler iktisadi bağlamla sınırlı kalmadı ve modern dünya, devletsiz toplumları hem kendisinden farklı hem de devletsiz olması hasebiyle “anakronik” olarak ele aldı. Başlangıç toplumlarının siyaset öncesi olduğu iddiası, kendisinden olmayanı ya despot/tiran ya da siyaset dışı/evveli olarak işaretleyen hegemonik Batı’nın/“yüce olan”ın düşüncesinin bir ürünüdür.49

Kendisini, kendi yönetim anlayışını tek/biricik doğru farzeden “uygar” Batı başlangıç toplumlarını kendi farklılaşmış yönetim biçimine ne kadar uzaksa o derecede

“barbar” ilan etmiştir. Bir başka ifadeyle evrimci anlayış ve onun selefi etnosantrizm toplumları ve onların yetişkinliklerini iktidar tiplerinin Batı’ya yakınlığı nispetinde sınıflandırmış ve aksi istikamette görülen toplumlar adeta “yetişkinlik düzeyine ulaşamayan toplumsal ucubeler” sayılmıştır.50 Tabii bu noktada yetişkinlik, erginlik ya da tam tersi mefhumlar ister istemez aydınlanma ve akliliği çağrıştırmaktadır. “Rasyonel,

48 Cemal Bali AKAL, Hukuk Nedir?, Dost Kitabevi Yay., Ankara, 2017, s. 67.

49 Pierre CLASTRES, Devlete Karşı Toplum (Çev. Mehmet SERT- Nedim DEMİRTAŞ), Ayrıntı Yay., İstanbul, 2016, s. 17, 27,28, 174, 176, 177.

50 CLASTRES, s. 15, 17, 18, 48- 49.

(30)

20 Batılı beyefendi” tipolojisi olmasa “ucube”/“barbar”, “ilkel”, “geri (kalmış)”lardan bahsedebilir miydik?

“Uygar”la “barbar”ın hem karşıt hem de adeta birbirinin arka yüzü oluşunu, yani Yasa’nın kokusunun menşeinde “barbar”lığın bulunduğunu en iyi anlatan metinlerden (daha doğrusu oyunlardan) biri olan “Fırtına”dan bahsetmeden geçmek eksiklik yaratacaktır. Zira “Fırtına sömürgecilik sonrası kritisizm için önemli bir materyaldir”51.

12 yıl öncesine kadar Milano Dükü’yken “uygarlık”tan uzak bir adaya düşmüş olan Prospero 52 ve kızı Miranda’nın adanın yerlisi Caliban’a sarf ettiği sözler53 o dönemde başlangıç toplumlarına (ve günümüzde farklı olana) hâkim bakışı gösteren ifadelerle bezelidir. Daha oyun kişilerinin tanıtıldığı bölümde “vahşi ve şekli bozuk köle”54 olarak anılan Caliban ve annesi Sycorax’ın insan olmadıklarına, insanla hayvan arası, belirsiz, muğlak, vahşi, erginleşmemiş canlılar olduklarına, “kötülük”le eş tutulduklarına ve bu bahisle cadılıkla, şeytanla ilişkili olduklarına dair ifadeler, oyunu neredeyse baştan sona kat etmektedir. Caliban, annesi Sycorax’tan yadigâr adasında yaşarken, kendisini büyü işine vermesini fırsat bilen kardeşi Antonio tarafından kurulan hain bir tuzak neticesinde denizin ortasına bırakılan Prospero ve Miranda gelmiştir.

Prospero Caliban’dan kâfi bilgiyi öğrendikten sonra, Caliban’ı ahıra kapatır gibi, adeta bir “hayvan” gibi kapatmıştır.55

Şayet sömürgecilik bağlamında bir okuma yapılacak olursa oyundaki karakterlerden Prospero ve yer yer kızı Miranda gerek Caliban’ın bilgisini ve akabinde

51 Emine AYHAN, “Shakespare’de İktidarın Maskeleri” semineri.

52 Hikâyenin bu kısmının tamamı için bkz. William SHAKESPEARE, Fırtına (Çev. Emine AYHAN), Alfa Yay., İstanbul, 2018, s. 103- 111/52- 168.

53Misalen bkz. “Galiz köle, /İyilikten zerre nasiplenmemişsin sen,/Her türlü kötülük beklenir senden;

acıdım da,/Konuşasın diye bin türlü zahmete girip, /Saat başı yeni şeyler öğrettim sana. Vahşi herif,/Daha kendi dediğini anlamazken,/Yabani hayvanlar gibi uğuldayıp duruken sen, /Meramını anlatabilesin diye kelimeler bahşettim sana./Ama (her ne kadar öğrenebilsen de)/Öyle aşağılık bir soyki seninki,/İmkân yok hiçbir maya tutmasına;/Haliyle hak ettiğin gibi,/Bu kayalığa kapatıldın, /Ki hapisten kat kat ağır bir cezaydı layığın.” SHAKESPEARE, s. 127/353- 362.

54 SHAKESPEARE, s. 91.

55 SHAKESPEARE, s. 126, 127/333- 344.

(31)

21 de hizmetini sömürmeleri, gerekse işgalcilikleriyle Avrupalı sömürgecilere benzemektedirler. Üstelik bu karakterler – yine sömürgeciler gibi- Caliban’ın “insan”

sayılamayacağı ve olamayacağı mülahazasına sahiptirler. Neticede dili “hayvani”, inanç ve ayinleri “şeytani” bu varlık yüce eşref- i mahlûkata erişemez.56

Burada William Shakespeare Avrupa’nın sömürgecilerini eleştirmiş ve/veya bize böyle bir eleştiri için kapı açmış olsa da insanları ilişkisellikleri dahiliyetinde ele almıştır.57 Bu manada “Fırtına” sadece “uygar” olanın “barbar”a bakışının çarpıcı bir emsali olarak karşımıza çıkmamaktadır. Aynı zamanda bu oyun “uygarlaşma”yla bastırılan taraflarımızın, üzerine başka şeyler bina edilse de hâlâ orada, daha doğrusu burada/bizimle olduğunu, zaman zaman dışarıya fırladığını, bu anlamda sınır hattını göstermektedir. Nihayetinde “uygar insan” kendini “pis”, “kötü” olandan yüceltse de burada bir infilak edişten değil, bastırmadan söz edilmektedir.

Birhan Keskin “Öteki” isimli şiirinde “uygarlar”a/Batı’ya şöyle seslenmiştir:

“Ama siz yükseleceksiniz hep bembeyaz,/Onlar aşağıda siyah kalacak!/Sizin başınız bulutlarda dursun onlar balçıkta bacak!”58

Nitekim “uygarlaşma” -tam da şairin dediği gibi- birilerinin yükselmesi olmuştur.

Birileri yükselirken de elbette aşağıda kalanlar vardır ve onlar ancak “balçık”ta ilerleyebilirler. Zira bir dışarda kalan yaratmadıkça ne tatlı rüya görmenin ne de genişlemenin koşulu vardır. Zaten “uygar” olana göre “öteki” ya da “barbar” daha az insandır; onlar kenarda kirliler; onlar atık, onlar sası”dır. Ancak “insanın hası”yla “sası”,

56 Emine AYHAN, “Sunuş”, William SHAKESPEARE, Fırtına (Çev. Emine AYHAN), Alfa Yay., İstanbul, 2018, s. 30, 31.

57 AYHAN, “Sunuş”, s. 32, 33.

58 Şiirin devamı şöyledir: “…Siz tatlı rüyalarınızı görün, onlar kalkıp sıçrayacak!/Kavunun kabuğuna bıçağı indirin siz, onlar kaçışacak./Genişleyin siz merkezde onlar kenarda daralacak!/Onlar seyrek bir fotoğrafta uzağa bakanlar./Onlar bir ömür taşlara su tutanlar./Onlar bir hatırada donmuş duranlar./Onlar bu dünyada yanmış da külde uyuyanlar./Siz nasıl da menekşe gözlüsünüz onlarsa hep açgözlü!/Ah siz ölümsüzsünüz dünya üstünde, onlar ölümlü./Ve siz nasıl da güzel kokuyorsunuz, insanın hası/Onlar kenarda kirliler; onlar atık, onlar sası./Ah siz, nasıl da ‘Siz’siniz buram buram, onlar avam./Bu cahilin, yoksulun, barbarın ışık neyine, onlar ziyan!/Siz ‘It was very amazing’ derken ‘and Fun’/Onlar özür dileyenlerdi ağacın ruhundan./Balkonunuz çok yüksek sizin baş döndürüyor./Dünya pek alçak bir yer olacak yakında öyle görünüyor.” Birhan KESKİN, “Öteki”, Yo’l, Metis Yay., İstanbul, 2016, s. 73.

(32)

22

“yüksek”le “alçak”, “siyah”la “beyaz”, “güzel” kokanla, “kötü” kokan, haliyle “uygar”

ve “barbar” derken muammalı birtakım sınır noktalarında hemhal olmuş, birbirinin arka yüzü niteliğinde mefhumların söz konusu olduğunu tekrar vurgulamak icap etmektedir.

Nihayetinde şairin başka bir şiirinde belirttiği gibi:

“İz bırakmaz insanı./Hiçbir iz beni bırakmadı./Hiçbir iz onu bırakmadı./Ve biz bu izlerle eskisi (gibi) olamıyoruz./Eskisi gibi olunamayınca/ne öncesi gibi, ne de sonrası gibi/OLUNAMIYOR./HİÇBİR ZAMANDA OLAMAMAK/BUNU ANLAMAK!”59

B. “İYİ”- “KÖTÜ”/“MASUM”- “SUÇLU”

1. Vicdan Azabı ve “Suçluluk”

Pierre Clastres’e göre cebre değil consensus omniuma dayalı bir iktidarın mevcut olduğu başlangıç toplumlarında şef cezalandırıcı, bu manada yargılayıcı bir misyonu haiz değildir ve uyuşmazlıklara müdahalesi ancak sınırlı şekilde zuhur eder. Bu uzlaştırıcı müdahale fayda etmezse netice kan davasıdır, yani nihai hükmü veren şef değildir. Şefin

“iktidar”sız “iktidar” olmasının sebebi tabiatın yadsınması manasında kültürü, mübadele ilişkilerini kuran ya da onun bir parçası olan unsur değil tam da onu bozan, delen, olumsuzlayan unsur olmasıyla alakalıdır. Zira topluluk O’na en kıymetli “şey”ini,

“kadınlarını” sunarken O’nun payına hep borçluluk düşmektedir.60 “Zenginlik ve sözlerin borçlusu olarak şef, topluluğa karşı bağımlılığından ve işlevinin masumiyetini her an ortaya koymak yükümlülüğünden başka bir şey ifade etmez.”61 Çalışmanın kapsam ve maksadı gereği uzun uzadıya tartışılamayacak bu nazarda “iktidarsız” “iktidar” oluşun, yani olamayışın tam da borçla, yani geniş anlamıyla suçla ve suçlulukla ilgili olduğu neticesine varılmıştır. Şef daimi bir “suçlu”dur ve daimi olarak borç ödemeye çalışmakta, yani geniş anlamda ceza çekmekte; sadakatini ve masumiyetini her an ispatlama gayreti içerisinde olmaktadır.

59 Birhan KESKİN, “İz”, Kim Bağışlayacak Beni, Metis Yay., İstanbul, 2016, s. 100.

60 CLASTRES, s. 30, 42, 43, 189; Cemal Bali AKAL, İktidarın Üç Yüzü, Dost Kitabevi Yay., Ankara, 2014, s. 123, 124.

61 CLASTRES, s. 44.

(33)

23

“Suçluluk”, “sorumluluk” bağlamındaki bir diğer bakış açısını soruşturmak için bir de Antik Yunan’a, tragedyaların da evveline bakacak olursak: Tanrılar, özelde de Zeus kahramanlık çağında yargıcı temsil eder. Yeri geldiğinde Zeus bir “altın terazi” kurar ve Baba’nın bu terazisi hükmünü verir.62 Fakat tanrılar sadece yargıç değil aynı zamanda suçludurlar; “İlyada”da ölümlüler tanrı buyruğuyla hareket ederler, ölümlüleri kışkırtan tanrılardır. Mesela savaşan ölümlüleri Ares, Athena ya da Korku, Kızgınlık ve Kavga kışkırtır ve ölümlüler için sorumluluk değil, “kader payı” mevzubahistir.63

Friedrich Nietzsche bu bakış açısından yola çıkarak Antik Yunan ve Hristiyanlıktaki çileci ideal arasında bir mukayese icra etmiştir. Vardığı netice Antik Yunan’da insanların “vicdan azabı”ndan, böylece sorumluluktan uzak durmak ve ruhun

“özgür” kalması için tanrılarını sorumlu tutmuş olduklarıdır. Bir ölümlü kimse eğer yoldan ya da normdan sapıp, hatalı davranışlarda bulunuyorsa bu kişi için bedel ödetme, kin gütme değil, olsa olsa onu ahmak olarak addetme söz konusudur. Zira esas sorumluluk tanrıdadır; kötülüğün sebebi ölümlüler değildir. Haliyle insan için günah ya da suç değil, aptallık mevcuttur.64

Bu Hristiyanlıktaki inanışın tam tersidir. Tanrı öz öğlunu bizim için, bize duyduğu sevgi için feda etmiş ve bu sonsuz sevginin daimi koruyuculuğu sübuta ermiştir. Ancak bu aynı zamanda günah için ödenecek bedel, yani daimi bir borç manasına da gelmektedir: Durmaksızın kendisine minnettarlığımızı göstermemiz gereken Mesih'in

62 HOMEROS, İlyada (Çev. Azra ERHAT- A. KADİR), Türkiye İş Bankası Kültür Yay., İstanbul, 2019, s. 159/VIII. Bölüm 69- 74.

63 HOMEROS, s. 83/IV. Bölüm 437- 440, 178/IX. Bölüm 49, 407/ XVIII. Bölüm 329, 330, 432/XIX.

Bölüm 408- 410.

64 Friedrich NIETZSCHE, On the Genealogy of Morality (Çev. Carol DIETHE), Cambridge University Press, New York, 2007, s. 45, 65.

Tragedya’lar dönemindeyse sınırlı/kısmi sorumluluğun mevcudiyetinden bahsedilebilir, zira hayatın temel paradoksuna dair bir farkındalık mevcut: Bir tarafta Prometheus'un ateşi insana yaşamı ve medeniyeti getirirken, diğer yandan doğmaya, acı çekmeye, çalışmaya ve nihayetinde de ölmeye mahkûm etme söz konusudur. Yani ölümlüler tragedyaların mıntıkasında harmoniayı bulmakla yükümlü kılınır ve bu sınırları aşmaksızın mevcut olamaz ve fakat sınırın öte tarafı ölümdür. Bu çerçevede tragedyalar döneminde “kader” ve daimon, yani insanı iyiyi ya da kötüyü eylemeye teşvik eden ilahi kuvvet, muğlak bir pozisyonda da olsa hâlihazırda etkindir. Bkz. Oğuz ARICI, “Antik Yunan Tregadyasının Metafiziği”, Cogito, Tragedya., S. 54, İstanbul, 2008, s. 71, 72.

Referanslar

Benzer Belgeler

571 Doktrinde, failin organ veya doku almak için mağdura narkoz verdikten sonra, organ alma işlemine başlamadan yakalanması durumunda kişiden organ veya doku alma

Kutadgu Bilig’in siyaset ve yönetim bilimi için araştırılmaya değer olduğu pek çok bilim insanı tarafından görülmüş; Kutadgu Bilig’deki devlet yönetimi, hukuk

para, mal ve çalışma yükümlülüğü yoluyla sağlanır. Bu durumda alınacak tedbirler 9. maddede sayılmıştır: Bölgenin belirli yerlerinde yerleşimi yasaklamak, belirli yerleşim

hasta insanlar olarak yaptığı sınıflandırmayı toplumdaki “ikincil kayıplar” olarak adlandırır ve yirmi birinci yüzyılda toplumsal siyasal sorunlar arasında

Bunlar, sürece başvurma, süreci devam ettirme ve süreci sona erdirme aşamasında gönüllü olmaktır [Çiğdem YAZICI TIKTIK, Ticari Davalarda Dava Şartı Olarak

Bildirge 5. Maddesinde 380 genetik verilerin hangi amaçlarla elde edilebileceğine yönelik bazı sınırlamalar getirmiştir. Özetle genetik verilerin kullanımı tıbbi ve bilimsel

7 İlhan AKİPEK: Devletlerarası Hukuk Bakımından Meşru Müdafaanın Mahiyeti ve Benzeri Müesseselerle Mukayesesi, Ankara, 1955, s. 8 Funda KESKİN: Uluslararası Hukukta

Bununla beraber, bazı durumlarda yatırım yapılmak istenen az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülke yatırımın getirisi açısından olumlu sinyaller verse de