• Sonuç bulunamadı

A. SEYİRLİK GÖSTERİLERDEN HAPİSHANEYE

3. Köleleştirme ya da Cezalandırma (Cezalandırma ya da Köleleştirme)

100 sınıflara örnek teşkil etmeseydi bunun önemi olmazdı.’ Daha açık olması imkânsız:

Yasalar iyidir, yoksullar için iyidir; ne yazık ki yoksullar yasalardan kaçarlar ki bu sahiden tiksinti vericidir. Zenginler de yasalardan kaçar, ne var ki bunun hiç önemi yoktur; çünkü yasalar onlar için yapılmamıştır.”348

3. Köleleştirme ya da Cezalandırma (Cezalandırma ya da Köleleştirme)

101

“Tabiat, sık sık söylediğimiz gibi, nafile yere hiçbir şey yapmaz ve insan [/köle olmayan erkek], konuşma ihsanına sahip olan tek hayvandır.”350

Bu ihsana ya da “kabiliyet”e sahip olması filozofa göre “insan”ı (/köle olmayan erkeği) hayvandan üstün kılandır. Bu niteliksel bir üstünlüktür ve “insan” (/köle olmayan erkek) bu kabiliyeti sayesinde adil olanı ve olmayanı yani iyiyi ve kötüyü ayırt edebilir.

Hayvana kalansa zevk ve acıdan neşet eden sestir ve hayvanda olduğu gibi “insan”da da olan ses adalete, haliyle politikaya dair bir şey söylemeyecektir. Buradan mevzu beden-ruh ikiliğine ve bu ikilikten neşet eden erkek- kadın, efendi- köle gibi başkaca hiyerarşik ikiliklere bağlanmakadır. Arsitoteles’in politikasında bir hükümdar ve tebaanın mevcudiyeti mecburidir ve akıldan yeterince pay alamayan ve bu bahisle ruhu tarafından bedeni yeterince örselenemeyenler mesela kadın, köle, hayvan logosu temsil eden efendi erkek karşısında ancak itaat eden konumunda olabilir. İşin tabiatı budur.351 Taaa Antik çağlara kadar giden bu dikatomik bakış açısının modern Batı düşüncesinin esası olduğunu belirtmiştik.

Tabii mevzu modernizm ve onun dikatomik temeli, bedenin ve bedenle eşleştirilen, yani “akıldan yoksun” ya da “akıl dışı” olarak addedilenlerin aşağı derecelere düşürülmesi olunca ister istemez Descartes’a tekrar uğramak icap etmektedir.

Descartes’ın Kartezyen bireyinden ve bunun akıl mefhumuyla ilişkisinden bahsetmiştik.

İşte buradan devamla Descartes hayvanlarla insanlar değil ancak makineler arasında bir analoji yapılabileceğini iddia etmektedir. Bu iddiasının menşei –Aristoteles’e benzer şekilde- akıldan ve bu bahisle konuşma kabiliyetinden yoksun olmaya dayanmaktadır.

“Hayvan” işte; ancak bir makine gibi ses çıkartabiliyor.352 Bu sesleri çıkarma sebebinin, mesela acı çekmesinin ya da haz almasının da bir ehemmiyeti yok; bu düşünceye göre.

350 ARISTOTLE, “Politics” (Çev. B. JOWETT), ARISTOTLE, The Complete Works of ARISTOTLE Volume II, Ed. Jonathan Barnes, Princeton University Press, New Jersey, 1996, 1253a.

351 ARISTOTLE, “Politics”, 1253a-1253a, 1254a24-1255a.

352 René DESCARTES, Yöntem Üzerine Konuşma (Çev. Çiğdem DÜRÜŞKEN), Kabalcı Yay., İstanbul, 2013, s. 147- 153.

102

“Hayvan” işte; evcilleştirebildiği kadar evcilleştirilir, elverişliyse bir “mal” olarak alınıp satılır. Evcilleşemiyorsa, vahşiyse, gizemli bir yanı kalmışsa, yani lazım geldiğinde eşref-i mahlûkatı sırtında taşımıyorsa bir tehlikedir; icap ederse öldürülür, icap ederse uzaklaştırılır, icap ederse kapatılır. Köle ya da suçlunun bedeni gibi… Tüm “habis mahlûk”lar gibi… “Uygar insan”a göre tüm kötü kokanlar gibi… Bu hem Tanrı’nın emri hem kartezyen birey olmanın gereğidir. Şairin dediği gibi:

“[…]/Ne kırmızı ne kara kutsal/Cezayir’in atları böyledir/Siyah atlar ölür/Al atlar ölür/Cezayir’de atlar ölür”353

“Atlar ölür”, bilhassa “Cezayir’de atlar ölür”.

Batı modernleşmesinin dikatomik ve “insan merkezci”, yani logosantrik esasını en aşikâr şekilde görebileceğimiz hat sömürgeciliktir. Batı modernleşmesinin tarihi aynı zamanda sömürgecilik ve/veya köleleştirmenin tarihidir zira. 16. yüzyılda Avrupalılar Aztek ve İnkaların kıymetli madenlerine el koyarlar, 18. yüzyılda Antillerin şeker kamışı öne çıkar, Avrupa ülkeleri arasında sömürgecilik savaşları sürüp giderken değişmeyen tek şey, yerlilere yapılan muameledir. Bu öyle bir muameledir ki ilk yerleşimcilerin katliamları ve yayılan bulaşıcı hastalıklar nedeniyle emek kıtlığı açığa çıkmış ve bu sebeple 17 ve 19. yüzyıllar arasında 12 milyon Afrikalı köle olarak çalıştırılmak üzere gemilerle taşınmış, sadece yolda kölelerin 1,5 milyonu hayatını kaybetmiştir.354 Bu öyle bir muameledir ki sömürge topraklarına ilk kez ayak basıldığında milyonlarla ifade edilen insan nüfusu sömürgecilik sebebiyle yüzlerle ifade edilir hale gelmiştir. Elbette bu katliamlara korkunç işkenceler de eşlik etmiştir.355

353 Sezai KARAKOÇ, “Kutsal At”, Gün Doğmadan, Diriliş Yay., İstanbul, 2016, s. 85.

354 FAULKNER, s. 158, 159.

355 Bkz. Bartolomeo de LAS CASAS, Yerlilerin Gözyaşları- Yerlilerin Yok Edilişinin Kısa Tarihi (Çev. Oktay ETİMAN), İmge Kitabevi Yay., İstanbul, 2011.

Bartolomeo de las Casas bu işkence ve katletme vakalarından birini şöyle anlatmaktadır:

“Bu Hristiyanlar, uzun bir direk ve bunun iki ucuna dik olarak tutturdukları kalaslardan oluşan idam düzeneklerine yerlileri on üçerli gruplar halinde astılar. Sonra astıkları yerlilerin altına yerleştirdikleri odunları tutuşturup hepsini diri diri yaktılar. On üçerli gruplar halinde asmalarının nedeninin, İsa ve on iki havarisini anmak oldugunu söylediler, ama aslında bu yaptıkları Tanrı'ya küfür etmekten başka bir şey degildi.” LAS CASAS, s. 38.

103 Yenidünyaya atanan ilk papaz olan las Casas tam aksini düşünüyor olsa da sömürgelerdeki katliamlar rahiplere göre “yerlilerin ‘hayvani’ davranışları yüzünden Tanrı’nın verdiği bir cezaydı ve bu yüzden gayet meşru ve hatta lüzumluydu”.356 Yani onlar birer suçluydu; “suçlu”, “şeytan(i)” olduğu kadar da “hayvan(i)”.

Bu bakış açısının neticesi olarak Orta Çağ’dan erken modern döneme aktarılan bir icraat olan cadı avı –hem gerçek hem de mecaz anlamıyla- sömürge topraklara taşındı.

Erken modern dönemde “serserilik” “suç” olurken cadıların “suçlu” olarak addedilip cezalandırılması devam etmişti. Hatta cadılık en alçak “suç”tu ve tüm alakadar otoriteler –avukatlar, devlet adamları, feslefeciler, elbette bilim adamları ve ilahiyatçılar da- bu fikir etrafında birleşmişlerdi. Her ne kadar Kilise’nin katliamlarda düşünsel ve pratik payı büyük olsa da cadı avı sadece Orta Çağ karanlığının ürünü olan ve modern dönemde tarihe gömülen bir teşebbüs değildi. Bilakis çoğu infaz/idam kararını veren kurum

“seküler” ve de “medeni”/reforme edilmiş mahkemelerdi. Çitlemelerle/köylülerin mülkünden kopartılmasıyla cadı avı kolkola gitmişti. Haliyle sömürgeleştirilen coğrafyalardaki insanları köleleştirmek, katletmek ve asimilasyona maruz bırakmak için

“cadı avı” gayet münasip bir emsal olacaktı. Avrupalı Cadı’nın taptığı iddia edilen Şeytan, 17. yüzyıl boyunca sömürgelerdeki siyahiler oldu.357 Hayvanilik, cadılık, siyahilik ve elbette kadınlar; her birini bu topraklarda bulmak Avrupalı için mümkün olmuştu.

Silvia Federici bu tabloyu açıklamak adına sömürge coğrafyalardaki baskı politikalarıyla Avrupa’dakiler arası ilişkiyi “daimi bir çapraz döllenme” olarak nitelendirmektedir. Haliyle Avrupa’dan sömürgelere taşan cadı avı gibi o coğrafyalardan da Avrupa’ya taşınan birtakım pratikler olmuştur. Plantasyon sistemi sadece artı emek üretme mekanizması niteliğini haiz değildir; bu sistem ayrıca emek idaresi ve başka

356 FEDERICI, Caliban ve Cadı, s. 127.

357 FEDERICI, Caliban ve Cadı, s. 238, 241, 245, 281.

104 açılardan da emsal teşkil etmektedir. Burada emeğin maliyetinin – göç ve küreselleşmeden faydalanmak suretiyle- son derece kısıldığı fabrikanın, yani esir ve de ucuz emek gücünün inşasının ilk nüvelerini bulmak mümkündür.358

Modern cezalandırma özelde hapsetme pratiği bakımından da benzer bir feyz almadan bahsedebiliriz. Zaten günümüz üretim teknolojisinin çok uzağında olunan tarihlerden beri cezalandırma, insanları köleleştirmenin en önde gelen yollarındandır.

Hatta bazı dönemlerde ve/veya toplumlarda “cezai köleleştirme” köleleştirmenin esas parçasıydı.359 16. yüzyılda sömürgecilikle beraber sözde bir “ihtiyacın” neticesi olarak tekrar zuhur eden kölecilik de hem köleleştirmenin bir cezalandırma biçimi olması hem de köleleştirilmiş olan üzerinde korkunç cezaların tatbik edilmesi manasında cezalandırmayla iç içe geçmişti.

Haiti’den, Amerika’ya modern kölelik aynı zamanda köleleştirilmiş insanlara her türlü muamelenin yapılabilmesi demekti. Köleliğin zaten bir ceza şeklinde cereyan ediyor olması kâfi gelmemiş ve efendilik aynı zamanda ceza içinde ceza yetkisini simgelemiştir ve ne hukuki ne de başka bir sınırın çekil(e)mediği bu mıntıkada her şey celladın ve/veya efendinin hayal gücüne ve bu gücün sınırlarına kalmıştır. Şimdilerde “demokrasinin beşiği” olarak ifade edilen ülkelerdeki muktedirlerin seleflerinin sömürgeleştirdikleri topraklardaki icraatlarını yazmaya kuvvet bulmak zordur. Sadece şu kadarını söyleyebiliriz ki tarihteki ilk gaz odası pratiği köle plantasyonlarında tatbik edilmiştir.360

Yakın zamanda gösterime girmiş olan Arjantinli yönetmen Lucrecia Martel’in

“Zama” filminde İspanyol sömürgecilerin –hem mallarının hem kendilerinin- köleleştirilmiş yerli halkın üyeleri tarafından sürekli sırtta taşınıyor olması “medeni”

Batılılar için “hayvanlar”ın ve de “hayvani” olarak nitelendirilen sömürgelerdeki yerli

358 FEDERICI, Caliban ve Cadı, s. 153, 306.

359 ROTH, s. 68, 69.

360 ROTH, s. 305- 312.

105 halkların nasıl bir mana ifade ettiğini çarpıcı bir biçimde ortaya koyuyordu.361 las Casas da zaten -bölgeye İspanya Devleti adına atanmış sulh yargıcı Zama gibi sömürgecilerin yerlilere “binek hayvanı”larına verdikleri “kıymet”i dahi vermediğini belirtiyordu.

Sömürgeciye kalırsa “ilkeller”le kendisi arasında hiçbir müşterek nokta söz konusu değildir. Zira O’na göre köle, sömürülen ya da “ilkel” kendisine, yani “insan”,

“uygar” veya sömürgeci olana külliyen yabancıdır. Caliban gibi sömürülenler Prospero gibi sömürgeciler için “hayvani bir yaşam” sürenlerdir. Haliyle “yabancılık”, farklı daha doğrusu “aşağıda” görmenin müsebbibi deri renginden ziyade “ilkel insan”ın bir nevi

“hayvanlar” gibi vahşi tabiatla ilişki kurmasıdır. Bir kez daha o “meşum tabii hâl” ve işte mutlak hukuksuzluk. Hukukun askıya alınışı bu “yabancı”/“hayvani” olana dair görüşten neşet etmektedir ve o hukuksuzluk da öyle mutlaktır ki köle efendi tarafından her an öldürülebilir; buna hukuki bir gerekçe ya da sebep göstermek de asla lüzumlu değildir, zira ortada hukuki bir fiil yoktur.362

Hukuki bir fiilden bahsedilemediği gibi hukuk özneliğinin de bu mıntıkada esamesi okunmamaktadır. Köle plantasyonlarının istisna hâlinin mükemmel bir emsali olarak işaret edilebilmesi bu noktayla alakalıdır. Bahsi geçen mıntıkada daimi bir savaş hali hüküm sürmekte ve muktedirlik tamamen hukuk dışı bir şekilde cereyan etmektedir.

Plantasyonlarda, bu askıya alınmış haklar mekânlarında savaş ve düzensizlik, iç ve dış birbirinin yerini almıştır.363 Yani Rousseau’nun ve haleflerinin ceza “ıslahat”ını müdafa ederken öne sürdükleri “toplum sözleşmesinin tarafı olan” ancak sonradan bile isteye bu sözleşmeyi ihlal etmiş eskinin hukuk öznesi, şimdinin “düşman”ı olan “suçlu”ya yapılacak muamele tüm köleler için mübah görülmekteydi. Zira köle doğuştan “suçlu”,

361 Zama, Yönetmen: Lucrecia MARTEl, Senaryo: Lucrecia MARTEL, Oyuncular: Daniel Giménez CACHO- Lola DUEÑAS- Juan MINUJIN, Arjantin, İspanya, 2017.

362 MBEMBE, s. 243.

363 MBEMBE, s. 237- 239, 241- 243.

106

“günahkâr”, “sözleşme dışı”, “uygarlaşmamış” ve hatta “insan olmayan”, adeta “suçlu olmaktan suçlu”dur364.

b. Nihayetinde “Suçlu”

Kendi topraklarında “yoksul”, “serseri”, “aylak”, “ahlaksız” kişileri idam ederken, yoksulları “mücrim” ilan edip yurtlara, ıslah evlerine, hastanelere ve esas olarak 19. yüzyılda hapishanelere kapatırken aynı Avrupalı köleleri de öldürmüş ya da bir nevi kapatmış, bu bahisle cezalandırmıştır. Doğuştan ya da yerli olduğu için “insan olmayan”la, “suç” işlediği için “insanlık”tan ihraç edilmiş olana yapılan muamelenin belli müştereklerinin olması elbette şaşırtıcı değildir.

Esas olarak 17. ve 18. yüzyıl itibariyle olmak üzere, sadece sömürgelerdeki insanların misliyle suçlanmasıyla yetinilmeyecek, bir de Avrupa ülkelerinin kendi vatandaşlarının kapatıldığı “ceza sömürgeleri” pratik edilecektir. 16. yüzyılda cezalandırma sistemlerini de sömürgeleştirdikleri toplumlara dayatan İspanyollar, sadece insanları kötü koşullarda çalıştırmamış, mesela “avarelik suçu” diye bir suç nevinin sömürgelerde gündeme gelmesinin ve bu tür “suç”lar için verilen korkunç cezaların müsebbibi olmuşlardır. Bu pratik İspanyollarla ve 16. yüzyılla sınırlı kalmayacak, İngiltere’nin 18 ve 19. yüzyıllardaki sömürge macerası, aynı zamanda bir sürgün, yani cezalandırma macerası olarak zuhur edecektir. Avustralya’nın sömürüsü/cezalandırılması daha da öteye varmış ve iskân politikası “yapay hapishane” inşası niteliğinde cereyan etmiştir. İngiltere kadar muvaffak bir sömürgeci olamasa da Fransa’ya da bu mevzuda hakkı verilmelidir, zira ceza sömürgesi deyince ilk akla gelen meşhur “Şeytan Adası”

Fransa devletinin icraatıdır. Menşei Fransız olan ve ceza sömürgeleriyle ağırlaştırılmış cezaların infaz ediliği bagne adlı mekânlar İspanya ve İtalya’ya yayılarak evvela kölelerin

364 İfade için bkz. Jacques DERRIDA, Glas (Çev. John P. LEAVEY- Richard RAND), University of Nebraska Press, Lincoln- London, 1986, s. 246.

107 akabinde mahkûmların tutulduğu yerler olmuştur. Bu bagneler zamanla Cezayir, Yeni Kaledonya, Gine, Madagaskar gibi yerlerde zorunlu hizmet cezası halini almıştır.365

Avrupalı işçi sınıfının “ceza sömürgeleri”nin oluşturulduğu bu yüzyıllarda nasıl görüldüğünü tekrar hatırlayacak olursak Linebaugh Colquhoun gibi dönemin “ileri gelenleri”nin tefekkürlerini şöyle aktarıyordu:

“İşçi sınıfı henüz uygarlaşmamıştı, ‘ele avuca sığmaz tutkulara,’ ‘doymak bilmez arzulara,’ ‘kötücül eğilimlere,’ ‘tehlikeli özelliklere,’ ‘ahlaksız ve kötü alışkanlıklara’

sahipti ve onun ahlakî düşkünlüğü polis tarafından ‘insani bir iyileştirmeyle’

düzeltilmeliydi. Zenginlik için ‘yoksulluk’ gereklidir (‘Zenginliğin kaynağı, birçok yoksul insandır’). Oysa ‘sefalet’ ‘şeytanidir.’ ‘Ahlakî ve cezai suçlara yatkınlığı’ üreten tüm sorunların kökeninde ‘aylaklık’ durumu vardır. ‘Aylaklık’ hem ahlakî hem de ekonomik bir kategoridir: Sömürüyü kabul etmenin reddidir.”366

Bu tablo göz önüne alındığında “eşref-i mahlûkat” seviyesine çıkamamış, muhtemelen de çıkamayacak olan, “medeniyet”ten uzak, “şeytani”, “kötü ahlaklı ya da eğilimli”, içgüdülerinin esiri olmuş insanların bir cezalandırma biçimi olarak, sömürgelere, benzerlerinin yani calibanvari/“habis mahlûk”ların/“sası”ların yanına taşınmasından daha tabii ne olabilirdi ki? Sömürge topraklardaki insanlar doğrudan ya da dolaylı olarak “suçlu” varsayılırken, Avrupa’daki “suç” işlemiş olanların sadece düşünsel manada değil, fiziksel manada da sömürge topraklara taşınmaya başlamasından daha tabii ne olabilir ki? Haliyle Durkheim’ın devletin en asli misyonu dediği “hijyen çalışması”nın bir parçası olarak, yani “serseri”lerden, “aykırı tipler”den, mahkumlardan temizlenmek için “suçlular”, bu bahisle cezalandırma tesisleri sömürgelere doğru genişletildi.367

365 ROTH, s. 199- 202.

Ayrıca o dönemler Osmanlı İmparatorluğu, Rusya gibi devletlerin de sürgün ve zorla çalıştırma cezasını yaygın şekilde icra ettiği zamanlara tekabül etmektedir. Maksat hapishaneye giden süreci izah etmek olduğu için bu coğrafyalaradaki sürgün pratiklerine girilmemiştir. Bkz. ROTH, s. 199, 200, 203- 206.

366 LINEBAUGH, s. 489.

367 FEDERICI, Caliban ve Cadı, s. 156.

108 Bu genişlemeyi en çarpıcı şekilde gördüğümüz yapıtlardan biri 1973 tarihli

“Papillon”368 filmi olsa gerek. Film kölelikle, “suçluluğ”un hem düşünsel hem de mekânsal kesişmesine takebül eden ceza sömürgelerinin belki en meşhuru olan Şeytan Adası’nı anlatmaktadır. Önce bu adadaki hapishanede, sonra da adanın kendisinde kapatılan bir mahkûm olan nam-ı diğer Papillon’un mahpusluk zamanları üzerinden aşikar kılınan, aynı zamanda, Durkheim’ın bahsettiği “hijyen çalışması”nda ceza sömürgelerine biçilen payedir. Bu payeyi daha filmin ilk sahnesinde -illaki dinleyicilerin yani mahpusların konumuna göre üstte olan- bir platformdan seslenen “yetkili kişi”nin şu ifadeleri gayet sarih bir şekilde izah etmektedir:

“Şu andan itibaren Fransız Guayanası Cezaevleri İdaresi’nin malısınız.

Aldıkları cezalar sekiz yıl ve üstü olanlar mahkûmiyet sürelerini tamamlayıp tahliye olduklarında asıl ceza süreleri kadar bir süreyi Guayana’da işçi ve koloni vatandaşı statüsünde kalarak geçireceklerdir. Fransa’ya gelince ülke sizi başından attı! Fransa hepinizi buraya gönderip sizden kurtuldu! Fransa’yı unutun ve mahkûm kıyafetlerinizi giyin.”

Fransa Devleti Şeytan Adası’na kapatılan mahkumları başından atmış, bunlardan kurtulmuş, artık daha “hijyenik” olmuştur. En azından muradı budur. Bu mahkûmlar artık olsa olsa hapishane idaresinin malı, yani kölesi, evcilleştirmeye çalıştığı

“binek hayvanı”dır. Neticede Antik Yunan’dan ceza sömürgelerine “köle aynı zamanda yaşayan mülktür”369.

Hemen bu bahsi kapamadan şunu da belirtmek lazımdır: Emsal gösterilen iki filmde de (Zama ve Papillon) –tesadüf mü bilinmez- ikili karşıtlığın olduğu birer sahneyle açılmaktadır. “Zama”da sulh yargıcı Zama tepelik bir yerden su kenarında çırılçıplak yıkanmakta ve eğlenmekte olan yerli kadınları gözetlemektedir. “Papillon”daysa

368 Papillon, Yönetmen: Franklin J. SCHAFFNER, Senaryo: Dalton TRUMBO- Lorenzo SEMPLE JR., Oyuncular: Steve MCQUEEN- Dustin HOFFMAN- Victor Jory, Fransa, ABD, 1973.

369 ARISTOTLE, “Politics”, 1253b.

109 hapishane yetkilisinin konuşmasını dinleyen mahkûmlar aşağıda ve çırılçıplaktır. Bir taraf alabildiğine giyinik, öbür taraf alabildiğine çıplak… Tıpkı bir “hayvan” gibi…

B. PANOPTİZM370