• Sonuç bulunamadı

Pierre Clastres’e göre cebre değil consensus omniuma dayalı bir iktidarın mevcut olduğu başlangıç toplumlarında şef cezalandırıcı, bu manada yargılayıcı bir misyonu haiz değildir ve uyuşmazlıklara müdahalesi ancak sınırlı şekilde zuhur eder. Bu uzlaştırıcı müdahale fayda etmezse netice kan davasıdır, yani nihai hükmü veren şef değildir. Şefin

“iktidar”sız “iktidar” olmasının sebebi tabiatın yadsınması manasında kültürü, mübadele ilişkilerini kuran ya da onun bir parçası olan unsur değil tam da onu bozan, delen, olumsuzlayan unsur olmasıyla alakalıdır. Zira topluluk O’na en kıymetli “şey”ini,

“kadınlarını” sunarken O’nun payına hep borçluluk düşmektedir.60 “Zenginlik ve sözlerin borçlusu olarak şef, topluluğa karşı bağımlılığından ve işlevinin masumiyetini her an ortaya koymak yükümlülüğünden başka bir şey ifade etmez.”61 Çalışmanın kapsam ve maksadı gereği uzun uzadıya tartışılamayacak bu nazarda “iktidarsız” “iktidar” oluşun, yani olamayışın tam da borçla, yani geniş anlamıyla suçla ve suçlulukla ilgili olduğu neticesine varılmıştır. Şef daimi bir “suçlu”dur ve daimi olarak borç ödemeye çalışmakta, yani geniş anlamda ceza çekmekte; sadakatini ve masumiyetini her an ispatlama gayreti içerisinde olmaktadır.

59 Birhan KESKİN, “İz”, Kim Bağışlayacak Beni, Metis Yay., İstanbul, 2016, s. 100.

60 CLASTRES, s. 30, 42, 43, 189; Cemal Bali AKAL, İktidarın Üç Yüzü, Dost Kitabevi Yay., Ankara, 2014, s. 123, 124.

61 CLASTRES, s. 44.

23

“Suçluluk”, “sorumluluk” bağlamındaki bir diğer bakış açısını soruşturmak için bir de Antik Yunan’a, tragedyaların da evveline bakacak olursak: Tanrılar, özelde de Zeus kahramanlık çağında yargıcı temsil eder. Yeri geldiğinde Zeus bir “altın terazi” kurar ve Baba’nın bu terazisi hükmünü verir.62 Fakat tanrılar sadece yargıç değil aynı zamanda suçludurlar; “İlyada”da ölümlüler tanrı buyruğuyla hareket ederler, ölümlüleri kışkırtan tanrılardır. Mesela savaşan ölümlüleri Ares, Athena ya da Korku, Kızgınlık ve Kavga kışkırtır ve ölümlüler için sorumluluk değil, “kader payı” mevzubahistir.63

Friedrich Nietzsche bu bakış açısından yola çıkarak Antik Yunan ve Hristiyanlıktaki çileci ideal arasında bir mukayese icra etmiştir. Vardığı netice Antik Yunan’da insanların “vicdan azabı”ndan, böylece sorumluluktan uzak durmak ve ruhun

“özgür” kalması için tanrılarını sorumlu tutmuş olduklarıdır. Bir ölümlü kimse eğer yoldan ya da normdan sapıp, hatalı davranışlarda bulunuyorsa bu kişi için bedel ödetme, kin gütme değil, olsa olsa onu ahmak olarak addetme söz konusudur. Zira esas sorumluluk tanrıdadır; kötülüğün sebebi ölümlüler değildir. Haliyle insan için günah ya da suç değil, aptallık mevcuttur.64

Bu Hristiyanlıktaki inanışın tam tersidir. Tanrı öz öğlunu bizim için, bize duyduğu sevgi için feda etmiş ve bu sonsuz sevginin daimi koruyuculuğu sübuta ermiştir. Ancak bu aynı zamanda günah için ödenecek bedel, yani daimi bir borç manasına da gelmektedir: Durmaksızın kendisine minnettarlığımızı göstermemiz gereken Mesih'in

62 HOMEROS, İlyada (Çev. Azra ERHAT- A. KADİR), Türkiye İş Bankası Kültür Yay., İstanbul, 2019, s. 159/VIII. Bölüm 69- 74.

63 HOMEROS, s. 83/IV. Bölüm 437- 440, 178/IX. Bölüm 49, 407/ XVIII. Bölüm 329, 330, 432/XIX.

Bölüm 408- 410.

64 Friedrich NIETZSCHE, On the Genealogy of Morality (Çev. Carol DIETHE), Cambridge University Press, New York, 2007, s. 45, 65.

Tragedya’lar dönemindeyse sınırlı/kısmi sorumluluğun mevcudiyetinden bahsedilebilir, zira hayatın temel paradoksuna dair bir farkındalık mevcut: Bir tarafta Prometheus'un ateşi insana yaşamı ve medeniyeti getirirken, diğer yandan doğmaya, acı çekmeye, çalışmaya ve nihayetinde de ölmeye mahkûm etme söz konusudur. Yani ölümlüler tragedyaların mıntıkasında harmoniayı bulmakla yükümlü kılınır ve bu sınırları aşmaksızın mevcut olamaz ve fakat sınırın öte tarafı ölümdür. Bu çerçevede tragedyalar döneminde “kader” ve daimon, yani insanı iyiyi ya da kötüyü eylemeye teşvik eden ilahi kuvvet, muğlak bir pozisyonda da olsa hâlihazırda etkindir. Bkz. Oğuz ARICI, “Antik Yunan Tregadyasının Metafiziği”, Cogito, Tragedya., S. 54, İstanbul, 2008, s. 71, 72.

24 ölümünü/o fedayı sürekli hatırlamamız ve bu hatıratın etkisiyle ahlaklı bir hayat sürmemiz icap etmektedir.65 İnsanların payına çileci idealle birlikte düşen “kara kader”

değil, “vicdan azabıdır” ve bununla ilişkili olarak taahhüttür. Mevzunun günaha ve daha sonra suça bağlandığı yer bu noktada düğümlenmektedir. Clastres’in anlattığı, bölünmüş bir iktidar ilişkisinden bahsedilemeyen toplumlarda nasıl ki şefin boynunda asılı bir borç duruyorsa, bu kez karşı tarafta, boyunlarda asılı ve ödenmesi bir türlü mümkün olmayan bir borç mevcuttur. Bu borç “Nietzsche’ye göre inancın özü, ama aynı zamanda yaratılmış Hakikat olarak hukuk diye sunulan şey” 66.

Freud bu bağlamda İsrail halkıyla başlangıç toplumlarını mukayese etmektedir:

“İsrail halkı kendini Tanrı’nın gözde evladı sayıyordu. Ulu Baba kendi halkı olan bu insanların üzerine birbiri ardına uğursuzluk yağdırdığında, halkın bu ilişkiye güveni ya da Tanrı’nın gücü ve adaletine inancı sarsılmadı; bunun yerine kendisine günahkârlığını gösterecek peygamberler çıkardı ve suçluluk duygusundan, rahip dininin aşırı katı kurallarını yarattı. İlkel insanın davranışı ise şaşılacak derecede farklıdır. Bir talihsizliğe uğradığında suçu kendisinde değil açıkça üzerine düşeni yapmamış olan fetişte bulur ve kendisini cezalandırmak yerine onu döver.”67 Freud insanların bir zamanlar kendilerine yasak ettikleri ya da ulaşamadıkları her şeyi tanrılarına atfettiklerini belirtmiştir. Aynı insan artık kendisi bir nevi tanrı ve fakat “protezli Tanrı” olmuştur, pek mutlu olduğu söylenemez.68 Edip Cansever belki de “Hepimiz tanrı kaldık, kimse mutluyum demesin.”69 diye yazarken Freud’un bu iddialarından esinlenmiştir. Freud ve O’nunla birlikte Nietzsche’den bahsedilince akla bir de şu dizeler gelmektedir: “Durmadan

65Slavoj ŽİŽEK, “Ölümün Acımasız Aşkı” (Çev. E. Efe ÇAKMAK), Cogito, Ölüm: Bir Topografya, S.

40, İstanbul, 2004, s. 79.

66 AKAL, Hukuk Nedir?, s. 115.

67 FREUD, s. 84.

68 FREUD, s. 50.

69 Edip CANSEVER, “Tragedyalar I”, Sonrası Kalır I- Bütün Şiirleri, Yapı Kredi Yay., İstanbul, 2011, s. 281.

25 suçlusunuz ve artık kendinizi/Gücünüz yok ödemeye.” Zira söz konusu olan daimi bir borç, yani geniş anlamda suçluluk ve cezaladırmadır.

Freud özne oluşu suçluluk-agresivite ve cinsellikle alakadar suçluluk- yani bastırma üzerinden ele almaktadır. Freud’un bahsettiği bu suçun menşei düşünmekle, hesap yapmakla alakası olmayan, yani tabiatı gereği aklileş(e)meyen bilinçdışıdır.

Öznenin hakikati temelde bedenin hakikatidir, ancak özne bilişsel mıntıkada bedenin eyleyişini kabul etmezse bastırma gündeme gelmektedir. Buradaki yargıç jouissance’tır.70 Bu bağlamda Freud’a göre vicdanın ve buna bağlı olarak suçluluğun menşeinde içgüdülerin bastırılması, buna sebep olarak da sevgi kaybına dair korku söz konusudur. Saldırganlık “ben”den bastırılmakta, bu vesileyle kaynağına geri gönderilmektedir. Geri dönüş yolunda bu içgüdü vicdan halini alacak ve üstbenle benin arasına yerleşecektir. Artık söz konusu olan sürekli bir suçluluk hissi ve bitmeyen cezalandırmadır, üstelik suçlu da, yargıç da, infaz eden de hep aynı kişidir; öznenin kendisi. Mevzu artık sevgi kaybına dair duyulan korkunun ötesine geçmiştir. Asıl otorite, bireyi sevgi kaybıyla yüzyüze bırakmaya ehil toplum değil, üst bendir.71 Ancak, nihayetinde “[v]icdanın saldırganlığı otoritenin saldırganlığını içinde barındırır.”72

Nietzsche “iyi”, “kötü” mefhumlarını tartıştığı kitabının “ ‘ Suç’, ‘Vicdan Azabı’

ve İlgili Meseleler” başlıklı bölümüne şu soruyla başlamıştır:

“Söz verme kabiliyeti olan bir hayvan yetiştirmek- bu tam da tabiatın insanlık hususunda kendine verdiği paradoksal görev değil mi?”73

Devamında Nietzsche bu cevabı belli soruyu sorumluluğa ve bu anlamda taahhütte bulunmaya, ehil insan yaratma görevini de “elzem”, “yeknesak”, “akranlarına benzer”,

“uysal”, “tahmin edilmesi mümkün” insan yaratma görevine bağlamıştır. Bu görevin

70 Mehmet MANSUR, “Psikanaliz ve Felsefe Seminerleri”.

71 FREUD, s. 80- 82.

72 FREUD, s. 85.

73 NIETZSCHE, s. 35.

26 icrası için gerekli vasıtalar ahlak ve “toplumsal deli gömleği”dir.74 İşte nasıl ki suç taahhüt veren/sorumlu insan anlayışıyla yakından ilişkiliyse, ceza politikası da “toplumsal deli gömleği”, bu anlamda güç ilişkileriyle yakından ilişkilidir.

Bunun hukuk kuramına yansımasıyla ilgili olarak kısaca Thomas Aquinas’tan bahsetmek yerinde olacaktır. Zira Douzinas’a göre Aquinas, tabii hukukla “On Emir”i hemhal etmek suretiyle, yasayı ve devleti ilahi düzen içinde birleştirdi. Günah, karşılığında devreye giren ceza ve bunun icracısı olan devlet anlayışı Aquinas’ta gündeme gelmişti. Böylece tabii hukuk ve “adalet” muktedirin, yani kilisenin ve feodal soyluların lehine, günahı bastırmak ve suçun bedelini ödetmek vesilesiyle hiyerarşik ve pozitif bir bağlama oturtuldu. Tabii hukukun, pozitif hukuka, muktedirin beşeri hukukuna karşı geliştirilebilecek eleştirel veçhesi zayıflatıldı. Tanrı mutlak yasa koyucuydu ve buyrukları kesindi.75 “Stoacı cennet çağına özgürlük, komünal mülkiyet ve refah hâkimdir ancak Hristiyan Papaz için doğal hukuk, insanın düşüşünden sonra, zorunlu olarak mahkemelerin, cezalandırmaların ve kılıcın otoritesinin eşlik ettiği ceza hukuku haline gelmiştir.”76 Suç ve cezanın küresel tarihini ortaya koyduğu kitabında Mitchel P. Roth benzer bir geçişten/ikameden bahsetmiş ve tek tanrılı inançlara ait kutsal kitapların günah ve bununla yakından ilişkili olarak suç mefhumunun gelişimindeki payını bir “dönüm noktası” olarak ifade etmeiştir. Nihayetinde günah da suç da kabul edilemez fiillerdir ve bu yüzden dinî otoriteden modern devlete, papazdan polise bir geçiş gerçekleşebilmiştir.77