• Sonuç bulunamadı

İbn Acîbe’ye göre, Hakk’ın zâtını tevhid etmek için iki yöntem vardır: Birincisi, Hakk’ı, fiillerde, sıfatlarda ve Zât’ta, akıl yürütme yoluyla bir kılmak demek olan burhânî tevhid; diğeri ise Hakk’ı ezeli ve ebedi olarak, varlıkta bir kılmak demek olan apaçık müşâhedeyle ulaşılan has tevhiddir.824

820 İbn Acîbe, Mi’râcu’t-Teşevvuf, ss. 56-57. 821 İbn Acîbe, Şerhu Nûniyyeti’ş-Şüşterî, s. 68. 822 İbn Acîbe, el-Fütûhâtü’l-İlâhiyye, s. 465. 823 İbn Acîbe, el-Fütûhâtü’l-İlâhiyye, s. 523. 824 İbn Acîbe, el-Bahru’l-Medîd, c. I, s. 192.

İbn Acîbe, tasavvufî kavramları açıkladığı Mi’râcu’t-Teşevvuf, adlı eserinde tevhid bahsini Cüneyd-i Bağdâdî’nin tevhid hakkındaki görüşlerini merkeze alarak inşa etmektedir.825 Cüneyd-i Bağdâdî, “Tevhid öyle bir mânâdır ki, onda resim ve şekiller yok olur, ilimler kaybolur, Allah ezeldeki haliyle kalır” der ve sahih bir tevhidin şartlarını şöyle sayar:

1. Sonradan yaratılanları gönülden çıkarmak (onları ölü saymak), 2. (Kalpte) sadece ezeli olan Zatı bırakmak,

3. (O’na gidişte yardımcı olmayan) dostları terk etmek, 4. (Gaflet ve isyan sebebi olan) yerden yurttan ayrılmak,

5. Bildiği ve bilmediği her şeyi unutmak (kendinde hiçbir varlık görmeyip gönlü sadece Cenab-ı Hakk’a bağlamak).”826

İbn Acîbe, “şekillerin kendisinden silindiği mânâ”yı, “Zât’ın sırlarının ortaya çıkışı” şeklinde yorumlar. Ona göre, bu mânâların kapları olan varlıkların gözden kaybolması müşâhede ile mümkün olduğu vakit, varlıkta sadece Hak kalır. Hak ezelde nasılsa hâlâ öyledir. Zira ezelde sadece Allah vardı ve onunla birlikte başka bir şey yoktu. Dolayısıyla şu anda da öyledir. Bu durumda sonradan olmaklık ortadan kalkar ve ezelilik bir başına kalır.827

Tevhidin yakînle irtibatını kuran İbn Acîbe, yakîn kavramını “Kalbin, değişmeyen, dönüşmeyen ve bazı etkenlerin baş gösterdiği sırada da yok olmayan bir bilgiyle Allah’a dayanması, gaybi müşâhedesinde şüphenin kalkması” şeklinde tarif eder.828 Müellif, yakîn ehlinin tevhidini üçe ayırır: Bunlar avâm, havâs ve havâssu’l- havâssın tevhididir. İbn Acîbe’ye göre, avâmın tevhidi, Allah’ın fiillerini birlemekten (tevhid-i ef’âl) ibarettir. Nitekim bu aşamadaki kimseler bir ikram ya da mahrumiyet durumunda Allah’a dayanırlar. Çünkü bu kimseler fail olarak sadece Allah’ı görmekte, sebepleri atmakta ve diğer mal mülk sahiplerini terk etmektedir. Havâssın tevhidi, Hakk’ın sıfatlarını birlemek (tevhîd-i sıfât) iledir. Bu derecedeki tevhide ulaşan kimseler, insanları hareket etmeleri ya da etmemeleri kendi ellerinde olmayan

825 İbn Acîbe, Mi’râcu’t-Teşevvuf, ss. 51-52.

826 Bkz. İbn Acîbe, el-Bahru’l-Medîd, trc. Dilaver selvi, c. I, s. 494. 827 İbn Acîbe, Mi’râcu’t-Teşevvuf, s. 51.

ölüler olarak görürler. Havâssu’l-havâssın tevhidi ise Allah’ın zâtını birlemekten (tevhîd-i zât) ibarettir. Bu zümredeki insanlar Allah’ı her şeyde görür, her şeyde tanır, O’nunla birlikte başka bir şey görmezler.829 Başka bir deyişle, bu derecedeki tevhide ulaşan kul, varlık âleminde sadece Allah’ı görür, O’nunla birlikte başka birini müşâhede etmez, yüce Yaratıcının müşâhedesi içinde yaratılmış varlıklara nazar etmekten fâni olur.830 İbn Acîbe’nin izahına göre, tevhid aşamalarının tahkik edilmesiyle yani tevhid-i ef’âl, tevhîd-i sıfât ve tevhîd-i zât mertebelerinin aşılmasıyla yakinin kademeli olarak güçlenmesi sağlanmış ve nihayetinde fenâ hâliyle de amacına ulaşılmış olur.

Dolayısıyla İbn Acîbe, tevhid aşamalarının manevi seyr ile tahkik edileceğini düşünür. Ona göre, Allah’a yolculuk, mecazi bir ifâdedir. Bununla anlatılmak istenen, nurlara ve hakikatlere ulaşmak için kalpten dünyevî alakaları kesmek, kalbi perdeleyen şehvetlerden ve alışkanlıklardan çıkmaktır. Burada konu edilen yolculuk, bir manevî makamdan diğerine geçmektir. Söz gelimi “tevhid-i ef’âl”den “tevhîd-i sıfât”a, sonra “tevhîd-i zât”a yükselmek831 buna örnek teşkil eder. Bunun için, “insan maddî engellerden uzaklaşır, nefsinden, parasından ve insanlardan gönlünü çekerse, kudsî huzura yükselme yolunda idraki açılmaya ve parlamaya başlar. Fiillerin tevhidinde yürümeye devam eder, sonra kişiye sıfatların tevhidi gözükür, ardından Zât’ın tevhidi gerçekleşir.”832

Bu ifâdelere göre İbn Acîbe, tevhidi ruhen yaşanan bir zevk hâli gördüğü için, bu hâlin onu yaşayan kişinin durumuna göre değişebileceğini düşünmektedir. Burada söz konusu tevhid mârifetle ilişkilidir. Ona göre, tevhid ilmi salik için bir defada gerçekleşmez. Zira tevhid-i hâs ilmi, zevk ve keşf yöntemiyle ve mârifette terakkiyle gerçekleşir.833

Tevhid-i hâs ilmi zevke dayalı bir ilim olduğu için bir mürşid-i kâmile ihtiyaç vardır. Mürşid-i kâmil müride önce fiillerin tevhidini yani her işin sahibinin gerçekte Allah olduğunu öğretmelidir. Böylece mürid, her şeyi yoktan var eden ve varlıklara

829 İbn Acîbe, Mi’râcu’t-Teşevvuf, s. 31-32. 830 İbn Acîbe, el-Bahru’l-Medîd, c. I, s. 192. 831 İbn Acîbe, el-Fütûhâtü’l-İlâhiyye, s. 185. 832 İbn Acîbe, el-Fütûhâtü’l-İlâhiyye, s. 469. 833 İbn Acîbe, el-Bahru’l-Medîd, c. III, s. 497.

dilediği gibi şekil veren yüce Allah’ın hüküm ve tedbirde tek olduğunu yakinen anlar. Neticede içindeki rızık kaygısı, geçim endişesi, ne olacak korkusu, mal hırsı ve tamah geçip gider. Kalbi yüce Mevla’ya güvenir ve masivaya ihtiyacı kalmaz. Bu durum kulun basîretinin açılıp içinde ilâhî nurun şuasının parlamasıyla Cenâb-ı Hakk’ın ona ne kadar yakın olduğunu görmesini sağlar. Ardından mürşid, müridin kalp gözünü ilâhî sıfatların tevhidiyle parlatıp açar. Kalp, ilâhî nuru müşâhede etmeye güç kazanınca, kulun mârifeti ilerler, fakat bu yeterli olmaz. Kalp her şeyi saran ilâhî nura ulaşınca, mürşid müridin kalp gözünü zatın tevhidine yöneltir. Böylece basîret nuru Ceberût nuruna ulaşır ve o zaman basîret (kalp gözü) tam mânâsıyla açılmış olur.834 Buna göre, tevhid mertebelerinin her biri diğerini tanımaya bir aşamadır. Bir başka ifâdeyle bir önceki aşama sonrakini tanımaya sevkeder. Fiilerin tevhidi, sıfatların tevhidine, o da zatın mârifetine meyletmeye hazırlar.

Öte yandan İbn Acîbe’ye göre tevhid, kulun sadece Cenab-ı Hakk’ın hiçbir ortağı, dengi, eşi, çocuğu, benzeri ve zıddı olmadığını bilmesi ve söylemesiyle sınırlı değildir. Bu, avâmın (halkın) tevhididir. İbn Acîbe, Enbiya suresinin 92-94. âyetlerinin tasavvufî işâretlerinde tevhid-i hassı yani müşâhede ehlinin sahip olduğu tevhid anlayışından bahseder. Söz konusu âyetlerin tasavvufî işâretlerinde şöyle der: “Manevî yolda seyreden sûfîlerin nihayet hâli, Cenab-ı Hakk’ı müşâhede, hakikati görme ve ihsan makamı olan irfan güneşinin kalplerinde parlamasıdır. Sûfîler bu hâle, fenâ ve bekâ derler ki, o has tevhittir.”835

Dolayısıyla İbn Acîbe’nin tevhid-i has ile fenâ ve bekâ arasında kurduğu bu ilişki önemlidir. Her şeyden önce burada fenâ denilen hâlin, yerilmiş olan sıfatlardan fâni olma ve övülmüş sıfatlarla donanma anlanımda olmadığı açıktır.836 Onun düşüncesinde fenâ terimi, Zât’ta fâni olmak anlamında kullanılmaktadır. “Fenâ”nın hakikati, “el-Kebîr ve el-Müteâl olan Allah’ın müşâhedesiyle zahiri şekillerin yok olması, diğer bir ifadeyle mânânın zuhuru içinde maddiyatın ortadan kalkmasıdır.”837

834 Bk. İbn Acîbe, el-Fütûhâtü’l-İlâhiyye/ İlâhî Fetihler, trc. Dilaver Selvi, s. 220. 835 İbn Acîbe, el-Bahru’l-Medîd, c. III, s. 497.

836 İbn Acîbe, Mi’râcu’t-Teşevvuf, ss. 56-57. 837 İbn Acîbe, Mi’râcu’t-Teşevvuf, s. 55.

Ayrıca İbn Acîbe, fenâ kavramının, bazen ilâhî fiillerde fenâ bulmak için kullanıldığını ve bu durumdaki kişinin Allah’tan başka fail görmediğini belirtir. Ona göre, “fenâ” kavramı bazen ilâhî sıfatlarda fenâ bulmak için de kullanılır. Bu durumda bulunan kimse mahlûkatı, gücü/kuvveti, görmesi ve duyması ancak Allah’la olabilen ölüler olarak görür. Böylece sâlik için Zât’ta fenâ hâli gerçekleşir. Söz konusu bu hususla ilgili şu şiir söylenmiştir:

“Fâni oldu, sonra fâni oldu, sonra fâni oldu. Böylece sonra fenâsı bekânın kendisi oldu”838

Yine İbn Acîbe, tevhidle ilişkili gördüğü bekâ kavramını, “Varlıktan kesildikten sonra yeniden onu müşâhede etmek” başka bir deyişle “Mânânın müşâhedesi yoluyla kopmuş hissi olanın müşâhedesine yeniden dönmek” şeklinde tanımlar. Bekâ makamında/halinde olan kişi artık varlığı Allah’la kaim olarak ve O’nun tecellilerinin nurlarından bir nur olarak görür.839 Burada fenâ ve bekâ aşamaları/halleri tevhid-i hassı idrak etmek için aşılması gereken merhalelerdir. Bu durumda seyr u sülûkun amacı mârifettir, mârifetin doruk noktasının da has tevhid olduğu söylenebilir.

İbn Acîbe’ye göre, Allah’ı varlıkta tevhid eden, başka bir deyişle Allah’ı zatında bir bilen ve O’nunla birlikte başka bir varlık görmeyen fenâ ehlinden başkası gizli veya açık şirkten tamamen kurtulamaz. Allah’ı varlıkta tevhid edenler, sadece O’nu müşâhede ederler. Nitekim bu mertebeye yükselen bir ârif şöyle demiştir: “Allah'la birlikte başka bir varlığı müşâhede etmen (onu gerçek vücut sahibi görmen) imkânsızdır.”840

Tevhid ile muhabbet arasında çok yakın bir ilişkinin varlığından bahseden İbn Acîbe, Allah’tan başka herhangi bir şeyi sevmenin ve onunla huzur bulmanın şirk olduğunu belirtir. Ona göre, insanın Allah dışında kendisiyle huzur bulduğu ve kendisine muhabbet ve aşkla yöneldiği her şey, o insanın putu olmaktadır. İnsan,

838 Ahmad ibn ‘Ajîba, The Book of Ascension to the Essential Truths of sûfîsm Mi’râj al-Tashawwuf ilâ Haqâ’iq al-Tasawwuf, A Lexion of sûfîc Terminology by Ahmad ibn ‘Ajîba, çev. Mohamed Fouad Aresmouk-Michael Abdurrahman Fitzgerald, Fons Vitae, Louisville 2012, ss. 33-34. 839 İbn Acîbe, Mi’râcu’t-Teşevvuf, ss. 56-57.

kalbindeki o şeyin muhabbetini ve onunla huzur bulmayı söküp atmadığı takdirde, o şey tevhidin sırlarını müşâhede etmesine engel olan bir hicâb olur. Nitekim İbn Ataullah-ı İskenderî’nin, “Sevdiğin hiçbir şey yoktur ki, onun kulu olmayasın. Hâlbuki Allah, başka bir şeye kul olmanı asla istemez”841 seklindeki sözü bu minvalde söylenmiştir. Hz. Peygamber de şöyle buyurmaktadır:

“Dinara, dirheme ve kadifeye kul olan kişi helak olsun.”842

Müellife göre tevhidin makamları sonsuzdur. Başka bir deyişle tevhidin sırlarına doğru yapılan miraçta yükselmenin nihâyeti yoktur. Çünkü insanlar, keşf ve terakkinin artışıyla manevî makamlarına göre tevhid basamaklarında yükselirler.843 Tevhidin üstünde tefrîd makamı vardır.844 İbn Acîbe, “tefrîd” kavramını şöyle açıklar: “Tefrîd, tevhidden daha hassas ve daha üstündür. Çünkü tevhid, [zâhirî] ilim ehlinin benimsediği tevhide işâret eder. Tefrîd ise zevk ehline özgüdür.”845

Ayrıca İbn Acîbe, tefrîd makamının üzerinde önem derecelerine göre, ehadiyyet, îhâd, ferdâniyyet, vahdâniyyet ve infirâd makamlarının varlığından bahseder. Ona göre, ehadiyyet vahdetin vurgulu biçimidir. Îhâd, bir şeyi bir kılma (evhade) fiilinin mastarıdır. Ferdâniyyet, vahdâniyyet ve infirâdın mânâsı ise Allah’tan başka hiçbir şeyin kesin olarak varlığı kalmayarak, ehâdiyet denizinin her şeyi kaplamasından sonra, varlığı sadece Hakk’a has kılmaktır. Bunu gerçek mânâda tadan ve gerçek anlamda ona dalan makam sahiplerine de münferidler (efrad) ve yalnızlar (âhâd) denilmektedir.846

Netice itibariyle İbn Acîbe, müşâhede ehli sûfîlerin gerçek varlık olarak Allah Teâlâ’yı gördüklerini, O’nun dışındaki bütün varlıkların aslen yok olup yüce Allah ile vücut ve hayat bulduklarını sıkça işlemektedir. İbn Acîbe’nin el-Bahru’l-Medîd adlı tefsirinde ve diğer eserlerinde tevhid konusundaki açıklamaları kendisinin vahdet-i vücûd görüşünü benimsediği hissini uyandırmaktadır. Fakat onun açıkça

841 İbn Acîbe’nin, bu hikmet üzerine yaptığı açıklama için bkz. İbn Acîbe, Îkâzu’l-Himem, ss. 337- 339.

842 Buhârî, “Rikâk”, 10; İbn Mâce, “Zühd”, 8. 843 İbn Acîbe, el-Bahru’l-Medîd, c. I, s. 525. 844 İbn Acîbe, Mi’râcu’t-Teşevvuf, s. 52. 845 İbn Acîbe, Mi’râcu’t-Teşevvuf, s. 52. 846 İbn Acîbe, Mi’râcu’t-Teşevvuf, s. 52.

zikrettiği ve hedef gösterdiği tevhid, fenâ ve bekâ hâllerinden sonra müşâhedeye dayalı has tevhittir.847

IV. İnsan Anlayışı