• Sonuç bulunamadı

Sûfîlere göre, tasavvufî mârifet olan irfan, diğer delil ve burhan neticesinde elde edilen mârifetten yöntem olarak farklıdır. Sûfînin elde ettiği mârifetin özelliği, ilâhî mevhibe veya basîrete bağlı olması ve hakîkî varlığı tanımaya götürmesidir. Başka bir ifâde ile tasavvufî mârifet, basîret ve ilhamla oluşur. Hakîkî varlığı tanımak olan bu mârifet, ilimlerin en şereflisi ve en üstünüdür.632

İbn Acîbe’nin epistemoloji anlayışında irfanî bilgi, birçok özelliği ile zâhirî bilgiden farklı ve daha üstündür. Tasavvufî mârifetin özellikleri açısından diğerlerinden farkı, ilahî zât ile O’nu tanıma konusu arasında güçlü bir bağın olmasıdır. Ona göre mârifetullah konusu, sûfî için en büyük hedefi temsil eder.633 O, mârifetin gayesi, konusu ve metodu hakkında şunları söyler: “Bâtın ilmi, içi/kalbi, rezaletten temizlemek ve faziletlerle süslemektir. Kalbi rezaletten temizleyip faziletlerle süsledikten sonra üzerinde nurlar doğar ve onda sırlar parlar, irfanî hakikatler ve rabbanî sırlar keşf olur ve sahibine Iyanî mârifetler verir. Böylece kişi ihsan mertebesine vasıl olur.”634

Öte yandan İbn Acîbe, sâlikin mârifete ulaşması için aşabileceği “fenâ” makamını üç kısımda inceler. Ona göre, sâlik ya fiillerde ya sıfatlarda ya da zâtta fâni olur, sonunda bekâ makamına vasıl olur ve sürekli terakki eder.635 İbn Acîbe’ye göre mürid “tevhid’i-ef‘âl” sırrı kendisine keşf olduğunda onun tadını alıp himmeti bu makamda kalmak istediğinde, sıfatlardaki hakikat habercileri kendisine,“Burada durma; istediğin ileridedir” der. Sıfatlarda fenâ makamına yükseldiğinde “tevhid’i- sıfât” sırrı kendisine keşf olduğunda himmeti bu makamda kalmak istese, “fenâ fiz- zat” varidleri “istediğin önündedir” diye nida eder. “Fenâ fîz-zat”a terakki ettiğinde ve “tevhid’i-zât” sırrı kendisine keşf olduğunda himmeti bu makamda kalmak istese, “bekâ” varidleri müride, “aradığın ileridedir”, der. Sâlik “bekâ” makamına vasıl olsa gaybî ilimler varidleri ona “İstediğin ilerdedir” diye çağırır. Terakki ettiği makamda durmak istese ve ilerlemek istemezse bir ileriki makam, “istediğin ilerdedir!” diye

632 İbn Acîbe, el-Fütûhâtü’l-İlâhiyye, s. 145. 633 İbn Acîbe, el-Fütûhâtü’l-İlâhiyye, s. 144. 634 İbn Acîbe, el-Fehrese, ss. 45-45.

onu çağırır”636 Buna göre fenâ hâlleri birbiri ardına ve birbiriyle bağlantılı olarak gelir ve bir alt mertebe diğer üst mertebeye sâliki hazırlamaktadır.

Dolayısıyla burada sûfînin himmeti onu duraksamadan kurtarır; sıfatlarda fenâ makamına yükseltir. Ona “tevhid’i-sıfât”ı keşfettirir. “Fenâ fiz-zat”a terakki ettiğinde “tevhid’i-zât” sırrı ona açılır. Bu makamda kalmak istediğinde “fenâ fî fenâ” hakikatleri onu bekâ makamına çağırır. Bu yükselme sürekli bu şekilde devam eder.637 O hâlde burada sûfînin mârifetinin nihayeti yoktur. Önceki tecrübe/makam/fenâ hâli bir sonrakine hazırlar ve böylece bu durum sûfîyi yeni bir hâle/tecrübeye veya makama götürür. Her tecrübe bir sonraki makama hazırlar ve terakki ettirir. Elde edilen mârifetler bir üst makama geçişini sağlar. İbn Acîbe bu yorumunda İbn Atâullah el-İskenderî’den etkilenmiş gibidir. Zira İbn Atâullah el- İskenderî’nin el-Hikem’inde: “Sâlikin himmeti kendisine keşfolan makamda durmak isteyince, hakikat habercileri, ‘istediğin ileridedir (devam et)!’ derler. Varlıkların zâhirî süsleri salike görününce onların hakikati, ‘bizler ancak birer fitneyiz, bize aldanıp inkâra düşme!’ derler” şeklinde ifâde edilmektedir.638

Bütün bu bilgilerden sonra şunu söyleyebiliriz: Sûfînin mârifetiyle âmeli/uygulaması arasında sıkı bir bağ vardır. Mârifetin bu özelliği İbn Acîbe’ye göre tahkik neticesinde zevke dayalı, bir başka ifâde ile tahkik etme nevinden tecrübî olmasıdır.639 Sûfîlere göre tahkik, kulun hakikatı bulması ve Hakk’a ermesi için olanca gücüyle çabalamasıdır.640 Bu bağlamda sûfîler, inanç, amel ve hâlde en yüksek erdem ve güzellikleri elde ettiklerini belirten İbn Acîbe, sûfîlerin iman ettikleri inanç esaslarında müşâhedeye yükseldiğini, yapılması emredilen şeylerin en güzelini ve en ihtiyatlısını alıp yaptıklarını ve hâllerinin zevke dayalı hâller olduğunu ifâde etmektedir.641

636 İbn Acîbe, Îkâzu’l-Himem, s. 70.

637 İbn Acîbe, Şerhu Nûniyyeti’ş-Şüşterî, s. 86. 638 İbn Acîbe, Şerhu Nûniyyeti’ş-Şüşterî, s. 86. 639 İbn Acîbe, el-Fehrese, s. 42.

640 Ebu Nasr Abdullah b. Ali et-Tusi Serrac, Lüma’/İslâm Tasavvufu, Tasavvufla ilgili sorular- cevaplar, çev. Hasan Kamil Yılmaz, Altınoluk, İstanbul, 1996, s. 330.

İbn Acîbe’ye göre tasavvufî mârifetin özelliklerinden biri de, zâhir âlimleri olarak görülen kimselerin (mütekellim, fâkih ve filozofların) fikirleri, sözleri veya uygulamaları ve itikadları arasında ihtilaf var iken, muhakkık sûfîlerin sözleri, fikirleri ile amelleri arasında ittifak hâkimdir. Sûfîler, terbiye usullerinde farklılık içinde olsalar bile, hedefte ve amelde ortaktırlar. Onların ortak hedefi, Allah’nın razı olduğu şeyle, O’nun razı olduğu şekilde O’na yönelmektir.642 Bu konuda İbn Acîbe, “Kim, tasavvuf yoluna girer fakat fıkhı öğrenmezse zındık olur. Kim de fıkıh öğrenir fakat tasavvufun hedefe aldığı şeyleri (mârifet, ihlas ve edebi) öğrenmezse fasık olur. Kim de tasavvuf ve fıkhı birlikte öğrenirse hakikati bulur”643 şeklindeki sözü aktarır. Bu durumda birincisi zındık olur, çünkü o hikmeti ve ilâhî hükümleri bir kenara atar. İkincisi fasık olur, zira o yaptığı işlerde Allah’a samimiyetle yönelmez. Üçüncüsü de, her iki durumun hakkını yerine getirdiği için hakikati bulur, mârifet sahibi ârif olur.644

Tasavvufun ilim, amel ve hâl olarak kemalatı elde etmek için konulduğunu belirten İbn Acîbe,645 mârifete ulaşmak için zâhiri ilmin, amelin ve hâlin tahkik edilmesinin gerekli olduğunu düşünür. Ona göre “Amel ilmin sonucudur. Hâl amelin neticesi, hâlin semeresi zevk ve zevkin neticesi de içmek (şürb) tir. Sonra sarhoşluk (sekr) ve ardından ayıklık (sahv) gelir. “Sahv”dan sonra tam bir vuslat gerçekleşir. Bu da müşâhede makamında derinleşme ve temkin hâlidir.”646 Buna göre, mârifet için aşılması gereken hâller ve makamların her birinin bir düzen içerisinde tahkik edilmesi elzemdir.

Dolayısıyla, ilim, amel ve hâl/tecrübe, sûfînin sülûkunda veya tüm mârifetinde temel şarttır. Bu durumda sûfînin mârifeti, sadece ilim tahsiliyle tamamlanmaz. sûfînin hâlleri de boş vakitlerde düşünmek veya araştırmakla gerçekleşmez. Ancak bu hâller İbn Acîbe’nin dediği gibi, “Zevk ehlinin sohbetinde bulunan zevk sahibi kimseler tarafından anlaşılır.”647

642 İbn Acîbe, el-Fütûhâtü’l-İlâhiyye, s. 149.

643 Sözün sahibiyle ilgili açıklama bu bölümde yukarda geçti bkz. s. 102. 644 İbn Acîbe, el-Fütûhâtü’l-İlâhiyye, s. 150; a. mlf., Îkâzu’l-Himem, s. 13. 645 İbn Acîbe, el-Fütûhâtü’l-İlâhiyye, s.145.

646 İbn Acîbe, el-Fehrese, s. 40. 647 İbn Acîbe, el-Fehrese, s. 40.

Tabii ki burada belirtilen tecrübe ve zevkler, sûfînin şahsi tecrübelerinin neticesinden ibarettir. Sûfînin amelî yaşantısı ve şahsî tecrübesi, nazarî sahadan çıkıp amelî ve gerçek alanda yaşamakla olur. Bu durum tasavvufî mârifetin esasını teşkil eder. Nitekim İbn Acîbe’nin belirttiği gibi, “Şayet zevk ilminde ilerlemek istiyorsan, evrak maddesinden kesil, başkasının hazinesine dayanmaya devam edersen kendi hazinenin kilidini hiç açmamış olursun. Maddiyattan kesil, ihtiyacını Allah’a götür ki, O’ndan sana gelen bağışları görebilesin.648 Zira ayette, “Sadakalar ancak fakirler ve miskinler içindir”649 buyurulur.

İbn Acîbe’ye göre tasavvufî mârifetin özelliklerinden bir diğeri, sûfîlerin elinde hârikulâde işlerin gerçekleşmesidir.650 Hârikulâde şeylerle kastettiği, manevî ilimler, derin anlayışlar, harika işler ve kerâmetlerdir. Yani bu ilimler, idrakler ve harika işlere güç yetirme kabiliyetine sûfîllerin sahip olmasıdır.651 Bu hususla ilgili Ebû’l-Hasan eş-Şâzilî’nin: “İki kerâmet var ki, bütün kerâmetleri içinde toplar: Biri, yakin ve müşâhede hâlinin artmasıyla elde edilen iman kerâmeti, diğeri de boş davaları ve aldatıcı şeyleri terk ederek sünnet üzere güzel amel etme kerâmetidir” şeklindeki sözünü delil getirir.652

Yine müellife göre, tasavvufî mârifetin özelliklerinden ve sûfilerin zâhir ehlinden üstünlüğünü gösteren bir durum da, zâhir ulemanın vücut azalarını günahlardan korur iken, sûfîlerin vücut azalarını günahlardan korudukları gibi kalplerini de ayıp ve kusurlardan temizlemeleridir. Onların kalplerini günah ve ayıplardan temizlemelerinin sebebi, kalplerini günahın aslı ve başı olan şeylerden temiz tutmalarıdır. Günahların aslı, gafil ve cahil kimselerle içli dışlı olmak, günahların başı da kalbe yerleşen dünya sevgisidir.653 Dolayısıyla sûfîler, bedenlerini günah ve ayıplardan uzak tuttukları gibi, kalplerini de kötülük ve ayıplardan temizlerler. Kalplerinde bu temizlik gerçekleşince, üzerlerine tevhid nuru parlar ve

648 İbn Acîbe, Îkâzu’l-Himem, s. 82. 649 Tevbe, 9/60. 650 İbn Acîbe, el-Fütûhâtü’l-İlâhiyye, s. 151. 651 İbn Acîbe, el-Fütûhâtü’l-İlâhiyye, s. 117. 652 İbn Acîbe, el-Fütûhâtü’l-İlâhiyye, s. 152.

böylece kalplerin temizliği ile dinî bilgilerin yanı sıra, mârifet bilgisine de sahip olurlar.

Şu hâlde sûfînin hakikatlere sahip olması, delil ve burhan yöntemiyle değildir. Bilakis sûfî bu hakikatleri seyrinde manevî tecrübesi ile elde eder. Aslında zayıf gereksiz evhamlar dışında bu hakikatlere engel olacak bir şey de yoktur. Sûfî bu hakikatlere dehşet merhalelerini, şüphe ve endişe durumunu geçtikten sonra ulaşır. Başka bir ifâde ile bu hakikatler dehşet ve hayret makamında sûfîye keşf olur.654

İbn Acîbe, sâlikin seyr u sülûk yolunda endişe ve şüphe durumunu veya “sûfînin hayretiyle”, “vakfe” ve “fetret” kavramları arasındaki farkı belirtir. Ona göre, “vakfe” sâlikin yolun doğruluğu hakkında şüpheye düşmesidir. “Fetret” ise gittiği yolun doğru olmasıyla birlikte şüphenin azalarak devam etmesidir. Buna göre, vakfe makamı mârifet konusunda yolun doğru olup olmadığında şüpheye düşmek değildir. Mutlak olarak sûfînin şüpheye düşmesidir. İbn Acîbe, bu konuda “vakfe”nin “fetret” makamından daha kötü olduğunu düşünür. Bu durumu, bulunduğu makamdan düşüş ve geri dönme olarak niteler.655

Netice itibariyle tasavvufî mârifet, aklî idrak alanından, farklı olarak müşâhede alanına intikali kapsamaktadır. Nitekim el-Arabî ed-Derkâvi’nin şeyhi Ali b. Abdurrahman el-Umrânî (ö. 1194/1780) bunu: “Büyük karanlıktan büyük aydınlığa”, mutlak gafletten mutlak bilince çıkış veya intikal olarak tanımlar. Bu durum, tasavvufî mârifet ile zıtlıklar mefhumu arasında güçlü bir ilişkinin olduğunu göstermektedir.656 Esas itibariyle ister ahlâkî boyutuyla olsun, ister genel varlık boyutuyla olsun, bu durumda sûfinin tecrübesiyle gerçekleşen mârifetinde Hakk ile mahlûk, kadim ile hâdis, ebedî ile fâni arasında bir mütekabiliyet/zıtlık ortaya çıkmaktadır.

654 Abdulmecid Suğayr, et-Tasavvuf Keva’yin ve Mümârase, Casablanca: Dâru’s-Sekâfeh 1999, s. 33. 655 İbn Acîbe, Şerhu Nûniyyeti’ş-Şüşterî, s. 71.