• Sonuç bulunamadı

Mârifet-Kalp/Basîret İlişkisi

D. Mârifeti Elde Etme Yöntemi

2. Mârifet-Kalp/Basîret İlişkisi

Tasavvufta bilginin kaynağı kalbdir. Ancak kalb aklın karşıtı değildir. Bir yere kadar akılla iç içedir. Akletme kalbin bir işlevidir, düşünceyi üreten aklın kaynağı da kalbdir. Metafizik konularda kalbin aklı aştığını söyleyen sûfîler bu konuda kalbin sezgisini esas almışlardır.583

İbn Acîbe’ye göre, mârifet sahibi olmak, sûfînin seyr u sülûktaki yegâne gayesidir. O, aklın metafizik konulardaki hakikatleri ihata edemeyeceğini ve bu konularda yetersiz kalışını açıkladığı gibi, hakikatleri elde etmek için başka idrak kuvvetlerini kullanmak gerektiğini ifâde eder. Söz konusu bu idrak kuvvetlerinden biri de kalpte bulunan basîrettir.

Bu sebeple İbn Acîbe, kalp hakkında konuşurken, onun etten ibaret bir organ olarak görmez. Ona göre kalp, mârifet mahalli ve basîretin kaynağıdır. Ayrıca mârifete ulaştıran nurun bulunduğu yer de kalptir. Bu nurla salik keşf eder ve hakikatlere nail olur. Filozoflar, fukaha ve mütekellimler mârifetin akılla idrak edildiğini savunsalar da, İbn Acîbe ve diğer sûfî müellifler aklın kullanılmasının yanında mârifet için kalbin önemini ısrarla vurgular. Zira kalp sûfînin keşfine vesiledir. Salik kalbini zikir, fikir, mücâhede ve benzeri şeylerle harekete geçirince içinde gizli olan manevî ilimler ortaya çıkar. Onlardan da mârifet ilmi elde edilir.584 Başka bir ifâde ile kalbi çirkin huylardan temizleyip onu faziletli ahlâkla süsleme ameliyesi, Cenab-ı Hakk’ı gerçek bir mârifetle tanımaya hazırlamak içindir. Bu mârifet, bizzat tadarak elde edilen manevî keşif ve müşâhedeye dayalı olan mârifettir.585 Dolayısıyla salik nefsini tezkiye ve kalbini tasfiye ettikten sonra mârifete ulaşabilir. Bu durumda kalp idrak ve bilgi vasıtsı olmaktadır.

Atâullah İskenderî de bu konuda benzer bir düşünceye sahipitir. Ona göre, temizlenen ve arınan kalp mârifete hazır hâle gelir. “Belki nurlar sana vârid olur da kalbini eserlerin suretleriyle dolu bulur, bundan dolayı kalbinden uzaklaşır. Kalbini

583 Uludağ, “Kalb”, DİA, İstanbul 2001, c. XXIV, s. 232. 584 İbn Acîbe, el-Fütûhâtü’l-İlâhiyye, s. 119.

başka şeylerden temizle ki mârifet ve sırlarla dolsun.”586 Görüldüğü gibi, bu ifadelere göre mârifete ulaşabilmek için kalbin tasfiye edilmesi şarttır.

Öte yandan İbn Acîbe, şuhûdî/Iyânî yöntemin dayanağı olan basîretin açılması için kalbin büyük bir öneme sahip olduğunu vurgular. Bu çerçevede onun mârifeti, sûfî mârifeti ve ulema mârifeti olarak ikiye ayırdığını görürüz. Ona göre, sûfînin mârifeti, kalbin Allah’a yönelmesiyle olur. Şayet kalp Allah’a yönelirse kalbin temizlenmesi ölçüsünde onda mârifet nuru artar.587 Nur kalpten çıkar ve sadrı aydınlatır, basîret gözünün açılmasını sağlar. Böylece bu nur kalbin istikrarını ve gördüğüyle tatmin olmasını sağlar. Buna da “yakîn” denir. Basîret gözü açılmadığı takdirde, fikir lisanda tereddütlü, zihinde bulanık olur ve kalp bu durumda tatmin olmaz. Buna “ilm-i zâhir”denir.588 Mârifet, kalpte bir nurdur, ondan şua olarak doğar ve sadra yayılır. Böylece dünyaya karşı zühd gerçekleşir. Bu durumda dünyaya önem verilmemesi neticesinde yakîn, rızâ ve teslîmiyetle göğüs genişler.589

İbn Acîbe’ye göre basîreti tamamen açılan kimsenin nuru, basar/göz nurunu ihâta eder. Böylece kişi ezelî mânâların sırlarını görür. Aksi durumda yani basar/göz basîrete şâmil olursa kişi sadece hissî şeyleri/maddi alanı idrak edebilir.590 Şu hâlde göz (basar) maddî, cismanî olan şeyleri görürken, basîret latîf olan unsurları görür ve kâdimi idrak eder. Allah kulun basîretini açmayı dilerse, onu zâhirde hizmetiyle, bâtında ise muhabbetiyle meşgul eder. Böylece kalpteki muhabbet ve zâhirdeki hizmetin artışına göre basîret nuru artar. Basîret nurunun fazla güçlenmesiyle gözün görmesine baskın gelir, hatta göz de basîret gibi kâdim nurları ve ince/latîf mânâları gören olur.591 Dolayısıyla basîret, bâtınî kuvvettir. İşlerin hakikatini doğrudan görür (ayan) ve yakînen idrak eder.

İbn Acîbe, basîreti şu şekilde tanımlar: “Basar kalıbın bakışı olduğu gibi, basîret de kalbin bakışıdır. Dolayısıyla basîret nuranî ve latîf mânâları görür,

586 İbn Atâullah İskenderî, Tâcu’l-Ârûs, el-Hâvî li Tehzibi’n-Nufûs, haz. Ahmed Ferîd el-Mezîdî, Dârû’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 2008, s. 32. 587 İbn Acîbe, Îkâzu’l-Himem, s. 332. 588 İbn Acîbe, Îkâzu’l-Himem, s. 89. 589 İbn Acîbe, Îkâzu’l-Himem, s. 332 vd. 590 İbn Acîbe, Îkâzu’l-Himem, ss. 29-30. 591 İbn Acîbe, Îkâzu’l-Himem, s. 29.

basar/göz ise vehmî, zulmanî ve kesafetli maddiyatı görür.”592 Yine bir başka yerde basîret ile serireyi aynı yerde açıklar: “Basîret; mânâları idrake hazırlayıcı kuvvettir. Serire ise mârifetin ve ilmin temkini/yerleşmesi için hazırlayıcı kuvvettir.”593

Öte yandan İbn Acîbe’ye göre, aslında nefis, akıl, kalp, ruh ve sır tek şeydir. İnsan bedeninde tek bir Rabbânî latîfe vardır. Bu latîfe değişik durum, tavır ve terakkisine göre farklı isimler almıştır.594 Bu latîfelerin her birinin ilim ve idrakte bir sınırı vardır ki, onu ileri geçemez.595 Nefsin ilim ve idrakte ulaştığı nokta, varlıkların dışındaki süs ve şekillere aldanarak onların zâhirinde kalmak, onlardaki tecellilerden ibret almamak, sadece hazlarını ve kötü arzularını tatminle meşgul olmaktır. Aklın ilim ve idrakte ulaştığı nokta, kâinattaki bütün varlıkların bir yaratıcıya (sanatkâra) muhtaç olduğunu bilmektir. Akıl, kâinattaki sanatı kabul eder ve onu sanatkârına nispet eder. Bunun dışında, akılla bilinecek şeyler de aklın ilim ve idrak sahasına girer. Kalbin ilim ve idrakte ulaştığı zirve, ağyarı terk ederek ve nurları talep ederek yüce Yaratıcı’sına yönelmesidir. Kalp, bağlardan kurtulunca yüce Mevlâ’sını talep eder ve bütün gücüyle ona yönelir. Ruhun ilim ve idrakte ulaştığı nokta, ceberût âleminin sırlarını elde etmek için melekût âleminin nurlarına yönelmesidir. Bu noktada ruh, manevî seyrin yorgunluğundan kurtulmakta fakat asıl sırrı elde edememektedir.596 Sırrın ilim ve idrakte ulaştığı son sınır, ceberût âleminin sırlarını müşâhede etmesidir. Basîreti de, melekûtun nurlarına takılıp kalmadan ileri geçmesidir. Bu durum, manevî seyrin sonudur. Bundan sonra, manevî keşifler, müşâhedeler, ilimler ve sırlar içinde terakki devam eder. Zira manevî yükselişin bir sonu yoktur.597 İbn Acîbe, bu minvalde “Resûlüm de ki: Rabbim (mârifet ve yakin) ilmimi artır”598 meâlindeki âyeti aktarır.

Dolayısıyla her bir latîfenin ilim ve idrakte ulaştığı nokta farklıdır. Bu durum şu şekildedir: Bu idrak kuvveti, şehvet ve isyan karanlığı içinde kaldığı sürece, ona

592 İbn Acîbe, Îkâzu’l-Himem, s. 88. 593 İbn Acîbe, Îkâzu’l-Himem, s. 32

594 İbn Acîbe, el-Fütûhâtü’l-İlâhiyye, s. 111; a. mlf., Îkâzu’l-Himem, s. 113, 262. 595 İbn Acîbe, el-Fütûhâtü’l-İlâhiyye, s. 510.

596 İbn Acîbe, el-Fütûhâtü’l-İlâhiyye, s. 113. 597 İbn Acîbe, el-Fütûhâtü’l-İlâhiyye, s. 511. 598 Tâhâ, 20/114.

“nefis”; günahlardan sakınıp uzaklaştığında, “akıl”; taatlere alışıp ısındığında fakat kendi tedbiri, tercihi ve bedenin işleri içinde dönüp durduğunda, “kalp”; Allah ile huzur bulup O’na razı olduğunda ve aslının nurunu müşâhede edip basîreti açıldığında, “ruh”; maddiyattan arınıp sadece manevî bir cevher olduğunda ona, “sır” denir.599 Buna göre basîret, ruh ve sırdaki idraki hazırlayıcı kuvvet olduğu ortaya çıkar.

İbn Acîbe, basîreti beş kısma ayırır:

İnkâr ehlinin basîreti: Hakikati görme ve idrak kabiliyetinden yoksun basîrettir.

b- Umum müslümanların basîreti: Manevî hastalıklardan dolayı basîretlerinin zayıflığı söz konusudur. Bu durumdaki insanlar nuru ve mânâyı idrak eder, ancak onu müşâhede etmeye, güç yetiremez.600

Delil ve burhan ehlinin basîreti. Bu, Hakk’a yönelen kimselerin basîreti olup nazarları-bakışları sahihtir. Bu basîret, kişiye hakikat şualarını, idrak etmesini mümkün kılar, ancak o nurun bizzat kendisini veya hakikatini idrak edemez. Ona yaklaşarak bu ışığı idrak etmeyle yetinir. Çünkü nurdan gelen yoğun şuadan dolayı ona bakma gücüne sahip değildir. İbn Acîbe’ye göre bu durumdaki kimseler“Şuâu’l- basîret” makamındadırlar. Bunların nuru, iman nurudur.601

c- Keşf ve beyan ehlinin basîreti

Hakk’a yönelmişlerin basîretidir. Bunların basîreti güçlüdür. Bunlar sadece şuâları değil nurları da idrak ederler. Bu basîret sahipleri Hakk’ın nurlarını idrak ederler. Bu nurun müşâhedesi ile kişi kendisinden bile kaybolur. Dolayısıyla bu makama “ayne’l-basîre” denilir. Başkalarının gözleriyle göremediği mânâları bunlar basîretleri ile görmüştür.602

d- Şuhûd ve Iyan ehlinin basîreti

599 İbn Acîbe, el-Fütûhâtü’l-İlâhiyye, ss. 111-112; a. mlf., Îkâzu’l-Himem, s. 262. 600 İbn Acîbe, Îkâzu’l-Himem, s. 88.

601 İbn Acîbe, Îkâzu’l-Himem, s. 88. 602 İbn Acîbe, Îkâzu’l-Himem, ss. 88-89.

Bu, nurun kuvveti ile basîreti açılmış kimseye aittir. Söz konusu basîret, sahibini ancak asli nuru gören kimse kılar. Böylece kişi, asli nur dışında müstakil bir varlığı kabul etmez ve diğer varlıkları inkâra gider. Başka bir ifâde ile bu nurun dışında başka bir varlık olmayacağını söyler. Bu durumdakiler “Hakka’l-basîre” makamındadırlar. Ayrıca İbn Acîbe, “şuau’l-basîre”nin, (basîret ışığı) ilme’l-yakîn nurundan, “ayne’l-basîre”nin ayne’l-yakîn nurundan ve “hakka’l-basîre”nin ise hakka’l-yakîn nurundan doğduğunu belirtir.603

Dolayısıyla burada düzenli bir terakki söz konusudur. Önce “ilme’l-yakîn”e sonra “ayne’l-yakîn”e ulaşılır, son olarak “hakka’l-yakîne terakki edilir. Buna göre “ilme’l-yakîn”, burhan ve delil ehli için, “ayne’l yakîn” keşf ve beyan ehli için, “Hakka’l-yakîn” de şuhud ve ıyan ehli içindir.604

İbn Acîbe, İbn Ataullah İskenderî’nin apaçık görme (Iyanî) yöntemini belirttiği “Keşif nura, hüküm basîrete, yönelme ve çevirme kalbe aittir” hikmetini: “Nur işleri açığa çıkarır ve açıklar, işlerin iyi ve kötü olanlarını ortaya çıkarır. Basîret ise iyilerine iyi ve kötü olanlarına da kötü hükmünü verir. Kalp de iyi olanlara yönelir ve kötü olarak kabul edilenlerden yüz çevirir.”605 şeklinde açıklar.

İbn Acîbe, mârifeti başka bir açıdan yükseliş/terakki ve iniş/tedellî şeklinde ikiye ayırır. Söz konusu bu iki yöntem İskenderî’nin Hikem’inde de geçmektedir.606 İbn Acîbe, ayrıca bu iki yönteme üçüncü bir yöntem eklemektedir. Son yöntemi, ikisini toplayan anlamında “farkta cem‘” diye isimlendirir.607 Bu üçüncü yöntemi, ahlâkî uygulamaları ve irfânî bilgileri bir araya getirerek oluşturur. Bu konuda der ki:

“Yönelenlerin avâm olanları, ilk önce eseri müşâhede ederler sonra müessiri şuhûda yükselirler. Önce şerîatı’ın ritüellerini icra ederler, sonra hakikate yükselirler, önce islâm makamının gereklerini yerine getirirler, sonra ihsan

603 İbn Acîbe, Îkâzu’l-Himem, s. 89. 604 İbn Acîbe, Îkâzu’l-Himem, s. 89. 605 İbn Acîbe, Îkâzu’l-Himem, s. 114

606 İskenderî, Hikem-i Atâiyye, çev. Yahya Pakiş, Semerkand Yay., İstanbul 2009, s. 224. 607 İbn Acîbe, Şerhu Salâti’l-Kutb İbn Meşîş, s. 150.

makamına yükselirler, önce şehadet âlemini, sonra gayb âlemini, önce hikmeti, sonra kudreti müşâhede ederler.”608

Müellifimiz mârifette yükselişi/terakki tevhid kavramı ile ilişkilendirerek açıklar. Mârifet ile tevhid ilişkisi konusunda İbn Acîbe’nin dikkat çektiği husus, sâlikin seyrindeki yükselişini fenâ tecrübesi/hâli ile açıklıyor olmasıdır. Ona göre, sâlikler önce “tevhid-i ef’al”de fâni olurlar, böylece Allah’tan başka fâil görmezler. Bu hâl, salihlerin gayesi ve hedefidir. Ardından “tevhid-i sıfat”ta fâni olurlar. Bu hâl sahibine göre, hakikatte Allah’tan başka Basîr, Mütekellim, Sem’i, Mürid, Kadir ve Hay yoktur. Sonra “tevhid-i zat” makamına ulaşır. Bu makam sahibi, Allah’tan başka bir varlık görmez.609 Terakki yolunda yükselme bu şekilde son bulur. Bu yöntem insanı fenâ makamına vasıl eder. Ancak sûfî bu şekilde kâmil bir insan olamaz. Kemalâtı elde etmek, başka bir ifâde ile tam bir mârifet sahibi olmak için sâlikin, ilk başladığı yere tekrar dönmesi/tedellî gerekir. Bu da bekâ makamıdır. Dolayısıyla bekâ makamına yükselmesi için bir kez daha mülk veya his âlemine inzal/intikal/tedellî etmelidir. Nitekim İbn Acîbe, önceki söylediklerine şunu ilave eder: “Sonra (hakikî/kâmil sûfîler) bekâ makamına dönerler.”610

İbn Acîbe, Abdusselâm b. Meşîş’in(ö. 625/1228) “Sırlar ondan çıkmış, nurlar ondan doğmuştur” sözünün şerhinde, ilk önce zâtın sırları ondan (el-kabda) çıkmış, sonra sıfatın nurları ondan doğmuştur, der. Ona göre, fark ehli, hicap ehlidir. Bu kimseler sadece sıfatları yani Allah’ın eserlerini müşâhede ederler. Dolayısıyla fark ehli olan kimseler zât’ı müşâhededen perdelidirler. Cem’ ehli ise cezbe ve fenâ ehlidirler. Söz konusu bu kimseler sadece zât’ı müşâhede ederler. “Sıfatların eserlerinden (yani his âleminden) kaybolmuşlardır.”611 Bekâ makamında olanlar ise Hakk’ın eserlerinde zât’ı müşâhede eden kemâlat ehli kimselerdir. Söz konusu bu kimselerin cem‘ hâli yani Hakk’ı müşâhede etmesi kendisini, fark hâlinden (varlıkları görmekten) engellemediği gibi; fark hâli de cem‘ hâlinden engellemez. Aksine “Her hak sahibine hakkını verirler ve her pay sahibine de payını öderler.”612

608 İbn Acîbe, Şerhu Salâti’l-Kutb İbn Meşîş, s. 151. 609 İbn Acîbe, Şerhu Salâti’l-Kutb İbn Meşîş, s. 151. 610 İbn Acîbe, Şerhu Salâti’l-Kutb İbn Meşîş, s. 151. 611 İbn Acîbe, Şerhu Salâti’l-Kutb İbn Meşîş, ss. 149-150. 612 İbn Acîbe, Şerhu Salâti’l-Kutb İbn Meşîş, s. 150.

Başka bir deyişle bekâ makamında sâlik, manevî sarhoşluktan uyanıp kendine geldiğinde bedenlerle ruhları, madde ile mânâyı ve kudret ile hikmeti birbirinden ayırır, hepsine hakkını verir, her biri için gereken vazifeyi hakkı ile yerine getirir.

Ardından İbn Acîbe, insanın gayb ve hissî/maddî âlemin idrak edilmesi için kullandığı tedellî yöntemini açıklar. Bu konuda şunları söyler: “Şeyhin kelâmı (Şeyh İbn Meşiş’in sırların yarılması ve nurların ortaya çıkması) tedellî babındandır. ‘Sırların yarılması’ ifâdesi, zatta fâni olan kimseler içindir.” Söz konusu bu kimseler cezbe ve sekr ehlidir. ‘Nurların ortaya çıkması’ ifâdesi ise bekâ ehli içindir. Onlar Allah’ın yardımıyla eseri şuhûda dönerler. Bu kimseler sahv ehlidir. Bunlar fenâ ve cezbeden sonra sülûk eden kimselerdir.613

Netice itibariyle İbn Acîbe, Hakk’ı bilme konusunda, en kısa yolun burhan ve delil yöntemi değil, müşâhede ve apaçık görme/Iyânî yöntemi olduğunu savunur. Müellife göre, seyr u sülûk yolunda, önce aklî metodu takip etmek ve sonra da bu metodu terk etmek gerekir. Zira İbn Acîbe, aklî-nazarî yolda hakikatleri idrak için yeterince aklın gücünden yararlanmanın gerekli olduğunu belirtir. Fakat aklın tıkandığı ve yetmediği yerde, mârifet alanı olan tecellilerde kalbe ve basîrete geçilmesi gerektiğinin altını çizer. Ayrıca İbn Acîbe, bu iki yöntem olan aklî/burhanî ve şuhudî/Iyanî metodun semeresi için ilim ve ameli şart görür. Ona göre, bu metodlar arasında bir kopukluk yoktur, biri diğerine hazırlık görevi görmektedir.