• Sonuç bulunamadı

Mârifet Hakkındaki Görüşleri

Mârifet, tasavvufî literatürün en temel kavramlarından biridir. Tasavvuf terminolojisinde ilim kavramının yanında çoğu zaman kullanılan mârifet kavramı, lügatta mastar olarak “bilmek, tanımak, ikrar etmek” anlamlarına gelir. Mârifet kelimesi “ilim” ile eş anlamlı gibi kullanılmakla beraber, aralarında bazı farklılıklar da vardır. İlim, genel ve tümel nitelikli bilgileri, mârifet tikel, özel ve ayrıntılı bilgileri ifâde eder. İlmin karşıtı cehl; mârifetin karşıtı inkârdır.512 Mârifet ile aynı anlamda olan “İrfan” kelimesi eserleri idrak edilip kendisi idrak olunamayan varlık hakkındaki bilgi anlamında kullanılır. Bu sebeple Allah’ı bilmekle ilgili olarak “alime” fiili yerine “arefe” fiili tercih edilmiştir.513

İlk dönemlerden itibaren sûfîler, sûfî olmayan âlimlerin ulaştıkları bilgilerden farklı ve kendilerine has bir bilgiye sahip olduklarına inanmışlar, bu bilgiyi mârifet, irfan, yakîn gibi yine kendilerine has terimlerle ifâde edip bunun için bazen ilim kelimesini de kullanmışlardır. Ancak ilim terimini mârifet anlamında

509 İbn Acîbe, Îkâzu’l-Himem s. 88

510 İbn Acîbe, el-Fütûhâtü’l-İlâhiyye, s. 368. 511 İbn Acîbe, el-Fütûhâtü’l-İlâhiyye, s.508.

512 Uludağ, “Mârifet”, DİA,İstanbul 2003, c. XXVIII, s. 54.

513 Necip Taylan, “Bilgi”, DİA, İstanbul 1992, c. VI, s. 158. Sûfîlerin epistemoloji anlayışları hakkında detaylı bilgi için bkz. Naci Hüseyin Cevdet, el-Mârifetu’s-Sûfîyye Dirâse Felsefiyye fî Müşkilâti’l- Mârife, Dâru’l-Cîl, Beyrut, ts. Ramazan Ertürk, Sûfî Tecrübenin Epistemolojisi, Fecr Yay., Ankara 2004.

kullandıklarında bunu tasavvufî terminolojiye ait bazı sıfatlarla niteleyerek, ledün ilmi, bâtın ilmi, esrâr ilmi, hâl ilmi, makam ilmi, fenâ-bekâ ilmi, mükâşefe ve müşâhede ilmi gibi tabirler oluşturmuşlardır. Sûfîler söz konusu tabirlerle mârifet dedikleri ilâhî esrâr ve hakikatlere, nefsin niteliklerine, varlıkların durumuna ve gayb niteliğindeki bazı hususlara ilişkin bilgiyi kastetmişlerdir. Mârifetin mukaddimesinin ilim, ilimsiz mârifetin muhal, mârifetsiz ilmin vebal olduğuna inanan sûfîler mârifetin ledünnî bir ilim sayıldığı görüşündedir. Onlara göre, bu ilimde vehmin tesiri bulunmadığından ismet vardır. Ancak diğer ilimler vehmin etkisi altında oldukları için saf ve masum değildir.514

Tasavvufî bilginin niteliği, ancak sûfîlerin mârifetle neyi kasdettikleri anlaşılarak idrak edilebilir. Sûfî müellifler, mârifetin aslı ve mahiyeti ile mârifet ve ilim arasındaki farkın neden ibâret olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Cüneyd-i Bağdâdî, “Hakk’ın ilminin var olduğu yerde senin bilgisizliğinin mevcut olmasıdır” demiş, “Biraz daha izah eder misiniz?” diyen zata, “Aslında ârif de O’dur, ma’rûf da” şeklinde cevap vermiştir. Bu sözün manası şudur: Sen, sen olman itibariyle Allah hakkında cahilsin, bilgin yoktur. O tanıttığı için kendisini tanımaktasın. Aynı manaya gelmek üzere Sehl b. Abdullah : “Mârifet, bilgisizlik hakkındaki bilgidir” demiştir.515

İlim ile mârifet arasında kaynağı bakımından farklılık bulunmaktadır. Aklın verdiği bilgiye ilim; kalbin verdiği bilgiye mârifet denilir. İlmin kaynağı akıl, his organları ve nakil iken, mârifetin kaynağı sezgidir. Dolayısıyla kaynağı akıl, duyu organları ve nakil olan zâhirî ilimler hakkında aklın verdiği bilgiye sahip olan kimseye “âlim” denir. Kaynağı kalp, ruh, sır, ilham ve keşif olan mârifet ise bir şeyi müşâhede ederek, tadarak, yaşayarak ve tecrübe ederek elde edilen tasavvufî bilgidir. Söz konusu bu bilgiye sahip kimseye de “ârif” denir.516 Tasavvuf geleneğinde özellikle de Ekberiye ekolünün anlayışında mârifetle kasdedilen Bir, Sonsuz ve Mutlak Hakk’ın bilgisinden başka bir şey değildir.517

514 Uludağ, “Mârifet”, DİA, c. XXVIII, s. 54.

515 Kelâbâzî, Doğuş Devrinde Tasavvuf, haz. Süleyman Uludağ, Dergah Yay., İstanbul 1979, s. 97. 516 Hucvirî, Keşfu’l-Mahcûb Hakikat Bilgisi, çev. Süleyman Uludağ, Dergah Yay., İstanbul 1982, s.

397, (2. dipnot).

İbn Acîbe mârifeti, müşâhedenin yerleşmesi ve sürekli hâle gelmesi ya da kendinden geçmiş bir kalple daimi bir müşâhede hâli olarak tarif eder.518 Ayrıca mârifeti, yüce Allah’ın insana verdiği en büyük nimet olarak519 gören İbn Acîbe, onu ihsan makamının son derecesi ve ulaşılması gereken en yüksek aşama ve hayret sarhoşluğundan mârifet safasına ya da ayne’l-yakînden hakka’l-yakîne terakki olduğunu ifâde eder.520 Sûfîmize göre, mârifete ulaşmak için murâkabe ve müşâhede menzillerini aşmak gerekir. Buna göre, aslında mârifet teorik değil pratik bir hadisedir. Bu bağlamda İbn Acîbe şöyle söyler:

“Murâkabe, mârifete yükselmek için önemli bir menzil olduğu gibi, müşâhede makamına geçmek için de kalbi ve sırrı kötü düşüncelerden korumak, kalp içinde bulunan kötü ve boş düşüncelerden temizlemeye ve perdeleri kaldırmaya vesile bir aşama olarak da görülür. Müşâhede makamında ise Cenab-ı Hakk’ın nurlarını müşâhede ile bütün şekil ve resimler gönülden silinir. Böylece kul, müşâhede kapısından girip orada yerleşince, karşısına mârifet kapısı çıkar.” 521

Müellife göre mârifet, manevî hâlde derinleşme, temkin sahibi olma, istenen hedef ve ulaşılmak istenen son noktadır. Mârifet, hakikat evi, Rabbânî huzur mescididir. Mârifet derecesine ulaşan kimse için sadece ebediyen manevî makamlarda yükselme ile mârifet ve keşiflerin artışı vardır.522 Yine İbn Acîbe’ye göre mârifet makâmındaki sâlik Mevlâ’sından başka hiçbir şey müşâhede etmez. Zira Rabbi onun yegâne gâyesi hâline geldiği için hiçbir şeyi O’na tercih etmez ve şerîat amellerini tam olarak yerine getirir.523

Ayrıca İbn Acîbe’ye göre, mârifetin kaynağı ilim, amel ve hâldir.524 Yani mârifet nazarî değil, amelî ve tecrübî bir bilgidir. Yüce Allah’ı tanımanın yolu söz konusu bu tecrübî bilgidir. Zira mârifet mahallî olan kalp mücâhede neticesinde ağyardan temizlenir, mârifet ve sırlarla dolar. Burada mârifetler, gerçek ilim; sırlar 518 İbn Acîbe, Mirâcu’t-Teşevvuf, s. 17. 519 İbn Acîbe, Îkâzu’l-Himem, s. 199. 520 İbn Acîbe, Tefsîru’l-Fâtiha, s. 547. 521 İbn Acîbe, el-Fütûhâtü’l-İlâhiyye, s. 331. 522 İbn Acîbe, el-Bahru’l-Medîd, c. I, s. 221. 523 İbn Acîbe, Mirâcu’t-Teşevvuf, s. 17. 524 İbn Acîbe, el-Fehrese, s. 40.

da manevî zevklerdir. Bu gerçek ilimleri görüp tadana “ârif”, bu makama ulaşmayan delil ehli kimseye de “âlim” denir.525

Müellifimiz bâtın/mârifet ilminin zâhirî ilimle irtibatını ve ondan üstünlüğünü belirtiği gibi, âlim ile ârif arasındaki farktan da uzunca bahseder. Bunlardan bir kısmını şöyle sayabiliriz:

a. Âlim, hâl olarak söylediklerinin altındadır; ârif ise söylediklerinin üzerindedir.

b. Âlim, hak yolunu vasıflarıyla târif eder; ârif ise bizzat göstererek târif eder. Çünkü ârif o yolda gitmiş onu yakinen tanımıştır; âlim ise onu ancak vasıflarıyla tanır ve tanıtır.

c. Âlim ile ârif arasındaki farkı anlatan bir başka örnek de şudur: Âlim, delil ehlidendir; ârif ise müşâhede ehlindendir.

d. Âlim kişiyi sebeplere yönlendirirken, ârif bütün sebepleri yaratan Allah’a yöneltir.526 Bu ifâdelerden anlaşılacağı üzere âlim ile ârif arasındaki en belirgin fark, kısaca âlimin Allah’ın hükümleri ile meşgul olması, ârifin ise Allah’ın zâtına yönelmesidir.

Dolayısıyla gerçek mârifet sahibi ârif nefsinden fâni ve Rabbi ile bâki olan, kalbinde Allah ile zengin olma hâli kemâle eren, cem’527 hâli kendini fark hâlinden, fark hâli de cem’ hâlinden perdelemeyen, hepsine hakkını veren ve her şeyin gereğini hakkı ile yerine getiren kimsedir.528

Mârifet, İbn Acîbe’nin fikriyatı içerisinde merkezi bir yer tutar. Ona göre Mârifet umumî anlamlı bir kelime olup kendisi olması bakımından (her türlü) ilim için kullanılması sahih olmakla birlikte, bu kelimenin içerdiği en özel mana Allah’ı, isimlerinin ve sıfatlarının mânâlarıyla birlikte, sıfatlarla zat arasında tefrik yapmadan

525 İbn Acîbe, el-Fütûhâtü’l-İlâhiyye, s. 516. 526 İbn Acîbe, el-Fütûhâtü’l-İlâhiyye, ss. 516-517.

527 İbn Acîbe, Mirâcu’t-Teşevvuf’ta cem’ ve fark kavramlarını birlikte zikreder. Ona göre, “fark”, varlıkların duyusal yönünü görmek ve bu görmeye özgü ibadet ve kulluğu dair ahkâmı ve edepleri yerine getirmek, demektir. “Cem‘” ise, eşyanın tabiatında bulunan ve ceberrûtî okyonusla süregiden-muttasıl mânâyı müşâhede etmektir. Şöyle de denilebilir: Fark, kalıpları /şekilleri görmektir; cem‘ mazharları görmektir. Kalıplar/ şekiller şer’i kuralların mahallidir; mazharlarsa hakikatlerin kaynağıdır. (bkz. İbn Acîbe, Mirâcu’t-Teşevvuf, s. 17)

bilmektir. Bu, cem’ pınarından kaynaklanan, tam bir ihlasla elde edilen, devamlı Allah ile beraber olmanın sırrıyla gerçekleşen mârifettir. Mevzu bahis olan bu mârifet sâliklerin gayesi, Allah’a doğru yolculuk yapanların son menzilidir. Fıkıh ehline göre mârifet ise hükümleri bilmektir.529

İbn Acîbe mârifeti iki kısma ayırır: 1- Zâhirî kısma bağlı mârifet. 2- Zâhirî mârifete bağlı olmakla birlikte bunu aşan mârifet. Birinci kısımdaki mârifete yönelen kimselerin özelliği, fark ehli olmaları başka bir ifâde ile zâhirî ilimlere bağlı kalmalarıdır.530 Mârifetin ikinci kısmına yönelenler de ikiye ayrılır: Bunlardan birinci grup, seyr u sülûk yoluna girmeden cezbe ile mârifete ulaştırılan cezbe ehli kimseler, diğer grup da önce seyr u sülûk yoluna girmiş, sonra cezbeye ulaştırılmış kimselerdir.531

İbn Acîbe başka bir eserinde benzer şekilde yine mârifeti iki kısma ayrır. Ona göre birinci kısımdaki mârifete sahip olanların özelliği, fark ehli olmalarıdır. Bu konuda İbn Acîbe, “Fark ehli hicap ehlidir. Onlar ancak sıfatları müşâhede ederler. Yani mahsusatı/eserleri görürler. Onlar zatı müşâhededen perdelenmişlerdir”532 der. Çünkü fark hâli, varlıkların maddi yönünü görmek ve bu görmeye özgü ibadet ve kulluğa dair ahkâmı ve edepleri yerine getirmeyi, başka bir ifâde ile kalıpları/şekilleri görmeyi sağlar.533

Mârifetin ikinci kısmında olan kimseleri cem’ ehli olarak vasfeden İbn Acîbe, söz konusu bu kimseleri de yine iki kısma ayırır. Bunlardan birinci grup, zâhirî tabiatı tam olarak ihmal eden ve müşâhedeyi bu zâhire dayandırmayan cezbe ve fenâ ehli; diğer grup da zâhirî tabiata dayanarak hakikatı müşâhedeye yükselen bekâ ehli kimselerdir. Cezbe ve fenâ hâlini yaşayan sâlikler sıfatların eserlerinden kaybolmuş ve sadece zatı müşâhede etmektedirler. Bekâ makamında olanlar ise tam olgunluğa erişmiş ve sıfatlarda zâtı müşâhede eden âriflerdir. Sûfûmize göre, bekâ makamında olan bu kimselerin cem’ hâli fark hâlini perdelemediği gibi, fark hâli de cem’

529 İbn Acîbe, Tefsîru’l-Fâtiha, s. 548. 530 İbn Acîbe, Tefsîru’l-Fâtiha, s. 548. 531 İbn Acîbe, el-Fütûhâtü’l-İlâhiyye, s. 70.

532 İbn Acîbe, Şerhu Salâti’l-Kutb İbn Meşîş, s. 150. 533 İbn Acîbe, Mirâcu’t-Teşevvuf, s. 58.

hâllerini engellemez. “Aksine bu kimseler her hak sahibine hakkını verir ve hepsinin payını korur.”534

İbn Acîbe, sûfî seyr u sülûkla vardığı makam ve menzillerin en yükseği olan mârifet makamında hayret ve dehşet hâllerini yaşadığını belirtir.535 Herevî, dehşet hâlini şu şekilde ifâde eder: “Kulun aklına, sabrına veya ilmine galip gelen bir şeyle ansızın karşılaştığında içine düştüğü şaşkınlıktır.”536 İbn Acîbe’ye göre, hakikate vakıf olma durumunda dehşete düşme hâli iman ehlinden çok küfür ehlinde daha fazla olur. Çünkü iman ehli nefsinden razı olma, alışkanlıkları ve gururları sebebiyle perdelenmiştir. Bu yönüyle İbn Acîbe, imanın bazen murâkabe ve müşâhede makamı için bir perde olduğunu düşünür. Zira kâfirler iman etmediklerinden cehalet karanlıklarında yaşarlar ve hakikat nurundan uzaktırlar. Onlar iman edip hakikat yoluna girince, hakikat nuru gözlerini kamaştırır. Müminin düştüğü dehşet hâlinden daha fazla hayret ve dehşet hâlini yaşarlar.537

Şerif Bûziyyân el-Muaskerî’nin538 belirttiğine göre, İbn Acîbe, şeyhi ed- Derkavî’nin de bulunduğu bir mecliste müşâhede konusunu müzakere ediyorlardı. İbn Acîbe, şeyhi ed-Derkâvi’ye, “Efendim, kâfirlerde müşâhede, iman ehlinden daha güçlüdür çünkü iman onu örtüyor” der. Şeyhi, İbn Acîbe’nin dediğini işitir ancak bir karşılık vermeyince, İbn Acîbe söylediği sözleri iki veya üç kez daha tekrar eder. Şeyh ed-Derkâvî ona yaklaşır ve gülümseyerek şöyle der: “Nurun büyüğü ancak büyük karanlıktan doğar.” Bunu duyan İbn Acîbe’nin gözleri fal taşı gibi açılır ve rengi değişir. “Bu çok güzel, bu çok güzel” diye birkaç kez tekrar eder.539

İbn Acîbe’nin değerlendirmelerinden anlaşılan, mârifetin ilimden farklı bir şey olduğudur. Aralarındaki en önemli fark ise ilim öğrenmeyle gerçekleşirken, mârifetin rabbanî sırları mükaşefe ve müşâhede ile mümkün olmasıdır. Başka bir

534 İbn Acîbe, Şerhu Salâti’l-Kutb İbn Meşîş, s. 150. 535 İbn Acîbe, Tefsîru’l-Fâtiha, ss. 554-555.

536Hâce Abdullah el-Ensârî el-Herevî, Menâzlü’s-Sâirîn, çev. Abdurrezzak Tek, Emin Yay., Bursa, 2008, s. 124.

537 Azzûzî, eş-Şeyh Ahmed b. Acîbe, c. I, ss. 185-186.

538 Şerîf Bûziyyân el-Muaskerî, Derkâviyye tarikatının tarihine dair en kıymetli eserlerden biri olan Tabakâtu’d-Derkâviyye isimli eserin müellifi ve aynı zamanda Mevlây el-Arabî ed-Derkâvî’nin mürididir. Bkz. Michon, The Autobiography, s. 12.

539 Bkz. Şerîf Bûziyyân el-Muaskerî, Kenzu’l-Esrâr, s. 129; Azzûzî, eş-Şeyh Ahmed b. Acîbe, c. I, s. 186.

ifâde ile, zâhirî ilim ulemanın nazarî bilgisini ifâde ederken, mârifet ilimden sonraki ileri bir mertebe olarak yüce Allah hakkında olan bir idraktir. Bu yönüyle de bilginin içselleştirilmiş ve hakikate ermiş hâlini ifâde eder. Burada mârifet ile kastedilen, Allah’a yaklaşan sâlikin artık bizzat Hakk Teâlâ ile işitip görmesiyle elde ettiği tecrübî bilgidir. Bu duruma sâlik, seyr makamlarını aşarak yükselmekte ve müşâhedeye ulaşmaktadır.

C. Mârifet Bağlamında Zâhir ve Bâtın İlmi