• Sonuç bulunamadı

B. Gölge/Vehmî Varlık

1. Âlem

Hakîkî varlık olan Allah’a nisbetle bütün varlıklar vehmidir. Yani gölge hükmündedir. İbn Acîbe’ye göre, Cenab-ı Hak, zâtını tanıtmak, isim ve sıfatlarının tecellilerini göstermek için mahlûkatı yarattı. Bütün varlıklar, Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının tecellilerinden ibarettir. Varlıkların özellikleri farklıdır. Bu varlıkların bir kısmı, melekler gibi sırf nurdan yaratıldı. Bazı varlıklarda ise nur ve zulmet birlikte bulunmakla birlikte nur daha baskındır. Bunlar da insanlardır. Diğer bazı varlıklarda nur ve zulmet birlikte bulunur fakat zulmet daha ağır basmaktadır, onlar da cansız varlıklar ve aklî melekesi olmayan hayvanlardır.754 Burada İbn Acîbe, “nur” ile varlıklarda hayat ve zuhur sebebi olan gizli mânâyı (ilâhî tecelliyi), “zulmet” ile de onların maddî yönünü kasteder.

Müellife göre, Hakk’ın tecellileri teşbih açısından nurlar olarak adlandırılmaktadır. Zira nurun işlevi, karanlığı aydınlatmak ve gidermektir.755

752 İbn Acîbe, el-Bahru’l-Medîd, çev. Dilâver Selvi, c. IX, s. 610. 753 İbn Acîbe, el-Bahru’l-Medîd, c. IX, s. 610-611.

754 İbn Acîbe, el-Fütûhâtü’l-İlâhiyye, s. 98. 755 İbn Acîbe, Mi’râcu’t-Teşevvuf, s. 76.

Kâinatı gösteren nur, Cenab-ı Hakkın varlığı ve zuhurudur. Buna göre Hakk’ın varlığı hakikatın kendisi, eşyanın varlığı ise âriyettir.756 Aynı şekilde Hakk’ın tecellisi de cehalet karanlığını giderir ve onun bilgisini ortaya çıkarır. Bu sebeple mecâzi anlamda, “ilim bir nurdur, cehaletse karanlıktır” denmiştir.757 Bu durumda bütün varlıkların, bâtını nur, zâhiri karanlık veya bâtını kudret, zâhiri ise hikmet ya da bâtını latîf, zâhiri kesif olmaktadır. Şu hâlde Abdülkerim Cîlî’nin: “Varlıkların hâlini bir misalle anlatacak olursak, onlar kara benzer, (Ya Rabbi) Sen de karın kendisinden oluştuğu suya benzersin”758 şeklindeki beytinin bu anlamda söylenmiş bir söz olduğu söylenebilir.759

İbn Acîbe’nin anlayışına göre bu âlem hiçbir varlığa sahip değildir. Ancak âlem, ilahî varlıkla mukayese edildiğinde onun vehmî bir varlığının bulunduğundan söz edilebilir. Dolayısıyla onun manevî seyir veya mârifet açısından nefyedilmesi gerekir. Nefiy eylemi icra edildiğinde, bu âlemin içerisindeki insanın kendisini de nefyetmesi gerekir. Zira o da bu âlemin içinde yaşamaktadır. O zaman varlığını nefy ve mahveden birinin bu nefyetme eylemini kendisine nasıl isnat edebilir? Aynı şekilde bir varlıkla vasıflanmayan ve hakikatte varlığı olmayan birinin nasıl nefy işlemini gerçekleştirdiği düşünülebilir. Zira kayıp biri nasıl bir şey verebilir? İbn Acîbe bütün bunları Şüşterî’nin “Fakat o (insan) red etmeye nasıl yol bulur? Reddeden ve reddedilen biziz. Olmadığımız hâlde” beytinin şerhinde ifâde eder.760

İbn Acîbe, gerçek varlık konusunda diğer sûfîler gibi düşünür. O, başlangıçta âleme varlık sıfatının verilmesinin, hakikatı gizlemede yanıltıcı bir rol oynadığını ifâde eder. Çünkü gerçek/hakîkî varlık sadece Allah’tır. Dolayısıyla insanın kâinata varlık vasfını vermesi/isnat etmesi, idrakinin noksan oluşundan kaynaklıdır. İbn Acîbe’ye göre bu durum vehim nedeniyledir. Bunu da İbn Ataullah’ın şu hikmetine dayandırır: “Seni Allah’tan O’nunla birlikte bir varlığın oluşu perdelememiştir. Çünkü hakikatte O’ndan başka bir şey yoktur. Seni asıl perdeleyen O’ndan başka bir

756 Kastamonulu Seyyid Hafız Ahmed Mahir, Hikem-i Atâiyye Şerhi el-Muhkem fi Şerhi’l-Hikem, haz, Tahir Galip Seratlı, Sufî Kitap, İstanbul, 2010, s. 242.

757 İbn Acîbe, Mi’râcu’t-Teşevvuf, s. 76. 758Abdulkerim Cîlî, el-İnsânü’l-Kâmil, s. 125. 759 İbn Acîbe, el-Fütûhâtü’l-İlâhiyye, ss. 98-99. 760 İbn Acîbe, Şerhu Nûniyyeti’ş-Şüşterî, s. 67.

varlığın olduğunu vehmetmendir.”761 Ayrıca İbn Acîbe, bu konuyla ilgili şeyhi el- Bûzîdî’den şu sözü aktarır: “Allah’a and olsun ki, insanları Allah’tan perdeleyen şey ancak vehimdir. Vehim ise hakikatı olmayan bir şeydir.”762

Müellifimiz, eserlerinde birçok kere kudret âlemi ile hikmet âlemini birlikte zikreder. Ona göre, kudret âlemi ruhânî âlemdir. Hikmet âlemi ise maddî âlemdir.763 O, kudret âlemi ile hikmet âlemi arasındaki farka değinir. Ona göre hikmet âlemi yani dünya teklif yeridir. Kullar burada ilâhî hükümlerle mükelleftir. Kudret âlemi ise tasarruf âlemidir. Hikmet âlemi, bedenlerin âlemidir. Kudret âlemi ise ruhların âlemidir.764 Yine “Bizim buyruğumuz, tek bir sözdür (istediğimiz derhal olur)”765 meâlindeki âyetin tefsirinin tasavvufî işâretlerînde: “Âyette anlatılan durum, ‘emir’ âlemindedir. Ona ‘kudret âlemi’ de denir. Kendisine ‘hikmet âlemi’ de denen ‘halk âlemi’ne gelince, buradaki işlerin çoğu belli bir sırayla tedrici olarak meydana gelir. Bu durum, rububiyet sırrını gizlemek ve ilâhî kudret sırrını korumak içindir”766 şeklinde yorumlamakta ve iki âlem arasındaki farka değinmektedir. Ayrıca İbn Acîbe, bu iki âlemde gerçekleşen işlerin özelliğinden de şöyle bahseder:

Hakikat âlemi olan kudret âlemine bakan kimse, bütün fiillerin arada bir vasıta olmaksızın Allah'a ait olduğunu görür. Hikmet âlemine bakan kimse ise kula ait bütün iradeli fiilleri onun ameline ve çalışmasına bağlı bulur. Şerîat da bunu emretmiştir. Kudret âlemine bakan kimse kulun fiilleri bir yana (ilâhî tecellileri müşâhede içinde) kulun varlığını bile görmez olur.767

Öte yandan İbn Acîbe, Allah için olan mutlak vücûdla, diğerleri için olan nisbî vücûdu karşılaştırır. Sabit olanla değişen arasındaki yakınlaşmada veya karşılaşmada, sabit varlık karşısında değişen varlığın tutunmaya mecali kalmaz. Değişen/sabit olmayan varlık, sabit varlık önünde sanki vehim olur, der.768 Şu hâlde vehim veya tevehhüm, aslında âleme varlık nisbeti/sıfatı verme nedeniyledir. Bu

761 İbn Acîbe, Îkâzu’l-Himem, s. 240.

762 İbn Acîbe, Şerhu Salâti’l-Kutb İbn Meşîş, s. 177. 763 İbn Acîbe, el-Fütûhâtü’l-İlâhiyye, s. 464. 764 İbn Acîbe, el-Bahru’l-Medîd, c. I, s. 61. 765 Kamer, 54/50.

766 İbn Acîbe, el-Bahru’l-Medîd, c. V, s. 536.

767 İbn Acîbe, el-Bahru’l-Medîd, çev. Dilâver Selvi, c. IX, s. 648. 768 İbn Acîbe, Şerhu Nûniyyeti’ş-Şüşterî, ss. 62-63.

vehim, insanın kendisinden kaynaklanmaktadır. Şayet vehim, kâinata “mutlak varlık” sıfatını vermeye yol açmaz ise kâinatın varlıktaki bu nisbeti gerçek varlığa delil olması açısından vehim sayılmaz. Ancak bu vehim, kâinata sabit varlık isnat ettiği zaman ve “gerçek varlık”tan gafil olduğunda vehim olur. Bundan dolayı İbn Acîbe, bu görüşünü açıklamak için İbn Ataullah İskenderî’nin, “Kâinata benzeyen şey, gölgenin varlığıdır. Dolayısıyla varlık mertebelerin hepsine itibarla gölgenin varlığı yoktur. Yokluk mertebelerinin hepsine itibarla yokluğu da yoktur. Şu hâlde âlemin hakikatte varlığı ve yokluğu yoktur” sözünü aktarır.769

Sûfîmize göre, âlem, varlıktan daha çok yokluğa yakındır. O, İbn Ataullah İskenderî’nin yaptığı gibi, kâinat ile gölge arasındaki benzerliğe değinir. Bu hususta İskenderî ile paralel düşünür. İskenderî, “Gölgedeki yokluk itibariyle kâinatı yokluğa daha yakın” bulur. Çünkü kâinat hayaldir ve onun hakikati yoktur. Bu nedenle kâinat gölgeye benzer, zira gölge, güneşin o yere gelmesiyle yok olur ve ortadan kalkar. Aynı şekilde kâinatın hissî/zahiri yönü de “mârifet güneş”i üzerine doğduğu zaman yok olur ve kaybolur. Buna göre mâna güneşi doğduğunda kapların hissi yönü ortadan kalkar.”770 Mârifet ehline göre, Allah’tan başka bir şeyin varlığı yoktur. Çünkü O’nun ehadiyetinin subûtu karşısında diğer varlıkların var olması düşünülemez. Dolayısıyla Allah’tan başkası için kaybolmak diye bir şey söz konusu olamaz. Çünkü var olan bir şey ancak kaybolabilir.771 Bu durum, insanın manevî seyrinde elde ettiği mârifet dereceleri ile varlık mertebeleri veya kâinatın yokluğu arasındaki ilişkinin varlığını göstermesi açısından önemlidir.

Ayrıca İbn Acîbe, kâinatın vehmî veya nisbî varlığına delil getirmeye çalışır ve özellikle de gölgenin kâinata benzetilmesi ile kâinatın “vücûd mertebe”leri ile arasındaki ilişkisine değinir. Daha sonra gölgenin delil olma durumu ile güneşin veya mutlak varlığın delil olma durumu arasındaki farkı belirtir. Buna da Kur’ân’ı

769 İbn Acîbe, Şerhu Nûniyyeti’ş-Şüşterî, s. 63. 770 İbn Acîbe, Şerhu Nûniyyeti’ş-Şüşterî s. 63.

771 İbn Atâullah İskenderî, et-Tenvîr fî Iskâtı’t-Tedbir, nşr. Halîl el-Mensûr, Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut 1998, s. 109.

Kerim’in, “Görmez misin Rabb’in gölgeyi nasıl uzattı”772 meâlindeki âyeti ile delil getirir.773 Bu âyetin tefsirinin işâri kısmında İbn Acîbe şöyle der:

“Bütün kâinat, maddî yönüyle kaybolup giden bir gölge ve insanı perdeleyen bir engeldir. Onun kendisinden kaynaklanan bir varlığı yoktur. Asıl varlık, ezelî ve ebedî olan Allah'a aittir. Kâinatın, ezelî mânâ denizine göre konumu, ağaçların, denize düşen gölgeleri gibidir. Ağaçların denizdeki gölgeleri gemilerin akıp gitmesine mani olmadığı gibi, kâinatın gölgeleri de fikir gemilerinin ezelî mânâ denizinde, Ceberût âleminin tecellileri içinde dalıp gitmesine mani değildir; bilakis fikir gemisi (basîret gözü), eşyayı delip geçer, Cenâb-ı Hakk'ın Ceberût âlemindeki tevhid denizine dalar.”774

Müellife göre, âyette işâret edilen gölge kâinattır. Âriflerin kalplerine Allah’tan bir rahmet olarak “irfan güneşleri” gönderilmiştir. Böylece bu mârifet güneşleri vasıtasıyla onlar kainâtı görürler.775 Şayet Allah isteseydi, o gölgeyi sakin ve sabit tutardı; o zaman varlıklar basîret için bir perde olurdu. Bu durumda kişi, varlıklarla perdelenip ilâhî nurları müşâhededen mahrum kalırdı. Burada ârif, Allah ile diğerlerine delil getirdiği için, ârif nezdinde güneşin nuru dürülür, varlığı bir daha geri dönmeyecek şekilde kâinat silinir, gölge yok olur. Ârif manevî seyrinde terakki ederek sadece her şeyi yoktan var edeni müşâhede eder. Bu hâl, birden değil zamanla ve aşamalı olarak gerçekleşir.776 Böylece kişinin basîret gözü, ezelîn hakikatini ve gaybın iç yüzünü müşâhede eder, yüce Allah'ı yakînen tanımış olur.777