• Sonuç bulunamadı

B. Gölge/Vehmî Varlık

3. Allah-İnsan-Âlem İlişkisi

İbn Acîbe, kâinatın nisbî/izâfî varlığını doğrudan beyan ettikten sonra, kâinat içerisinde yaşayan insanın, Allah ve kâinat ile olan ilişkisine de değinir. Allah, âlem

788 İbn Acîbe, Şerhu Nûniyyeti’ş-Şüşterî, ss. 64-65. 789 İbn Acîbe, el-Bahru’l-Medîd, c. II, s. 257.

790 İbn Abbâd, Gaysü’l-Mevâhibü’l-Aliyye fî Şerhi’l-Hikemi’l-Atâiyye, haz. Mahmud Beyrutî, Dâru’l- Beyrutî, Dimaşk 2007, c. II, ss. 371-372.

ve insan ilişkisini, eserlerinde birçok yerde bahseden müellif, Şüşterî’nin “Onu nasıl red edebiliriz ki, red eden, red edilen biziz ve biz yokuz.” beytinin şerhinde âlemin, zatı/kendisi reddedilmiş insan tarafından, red edilmesi sorununu ele alır. Bu sorunu İbn Acîbe, nefsin ulvi âlemden hissî/maddî âleme düşüşüne başvurarak açıklar ve şu sözle başlar: “Hakk Teâlâ zâhir ismiyle gayb âleminden şehâdet âlemine, tecelli ettiği zaman, (his âlemini yaratır) aynı şekilde bâtın ismiyle de tecelli eder, böylece zuhurunda bâtın olur ve tecelli hâlinde gizlenir.”791 Böylece en azından his âlemi zâhir olur. Bu âlem Allah’ın tecellisinden bir tecellidir ve o, boş yere zâhir olmadı. Ancak ruh letâfet âleminden kesâfet ve his âlemine gönderilince içinde bulunduğu bu âlemden etkilenmeye başladı. Zira gözlerini bu his âleminde açtı ve ona meyletti ve âşık oldu, aslını unuttu ve böylece Rabbini bilmez hâle geldi.792 Ancak ruh veya nefs Allah’ın kurallarını tatbik etmeye başladığında faziletli ahlâkı elde eder. “Böyle yapınca aslına döner ve rabbinin sırlarını müşâhede etmeye başlar. Böylece his perdesi aradan kalkmış olur.”793 Dolayısıyla sâlikin his perdesinden kurtulması ve mârifetinde yükselmesiyle başka bir deyişle zatının his âleminden yoksun kalmasıyla vehmî sorunlardan kurtulmuş olmaktadır.

İbn Acîbe’nin görüşüne göre, maddî/hissî âlem, her zaman, karanlık, gaflet ve gerileme mahalli olarak görülmemelidir. Çünkü bu durum, ancak madde/his âleminin görüntülerine aldanan, aklı nakıs ve okuduğu bilgilerden Kâdir yaratıcıyı idrak edemeyenler içindir. Fakat kimin basîreti, kâinatı aşar ve kâinatın zâhirine delalet eden mânalara dalar ve içindeki “ceberût denizinden taşan nuru görürse, kâinatın tümü onun için nur olur. Müellif, bu konuda “Göklerde ve yerde olanlara bakınız”794 meâlindeki âyeti delil getirir.795 İbn Acîbe, bu âyetin tefsirinin işârî kısmında Cenâb-ı Hak’ın, nazar ve ibret ehline, göklerde ve yerde olan yüce Zât’a ait sırları ve ilâhî sıfatların nurlarını müşâhede etmeyi, maddî şeylerin dış yüzünde kalmamalarını emrettiğini ifâde eder. Başka bir deyişle, eşyanın perdesinin

791 İbn Acîbe, Şerhu Nûniyyeti’ş-Şüşterî s. 67. 792 İbn Acîbe, Şerhu Nûniyyeti’ş-Şüşterî, s.68. 793 İbn Acîbe, Şerhu Nûniyyeti’ş-Şüşterî, s. 68. 794 Yunus, 10/101.

gerisindeki mânâya, eşyanın hakikatine ve içindeki sırlara bakmayı, zâhirî madde ve şekilde kalmamalarını emrettiğini belirtir.796

Dolayısıyla bütün kâinat, manevî lütufları taşıyan bir kap hükmündedir. Fakat insanların çoğu için tehlike, maddeye haddinden fazla önem verip hissî/zahirî varlığının ve anlamının mânâdan kaynaklandığını fark edememektir. Müellifimize göre madde önemlidir. O özün bir parçasıdır. Nasıl ki öz olmadan hiçbir şey olmazsa, kabuk olmadan da bir şey olmaz.797 Ancak yine de asıl olan manâdır.

Bu durumda maddenin aslı, onun manevî yönüdür. Eşya, bir kesafet kazanarak elle tutulur gözle görülür bir hâl almıştır. “Eşyanın iç yüzüne dalan kimse, maddî tarafını fikrinde eritip yok ederse mânâya döner, madde içinde saklı olan hakikati görür. Böylece madde gözünde kaybolur.”798 Ayrıca İbn Acîbe, konuyla ilgili Şeyh Ali eş-Şüşterî’nin insana hitap eden şu şiirini aktarır:

“Felekler sende döner, parlar ve ışık saçar. Ay ve güneş sende doğar ve batar.

Satırların mânâsını oku. Hepsi sende toplanmıştır.”799

Söylenenlerden de anlaşılacağı üzere, kâinattaki cisimler, mânâ yakutları için birer sedef mesabesindedir. Ancak insan sedefin zâhirine takılıp kalırsa, içindeki yakutların güzelliğinden perdelenir. Ayrıca cisimlerin zâhirine yönelen, onun sevgisiyle kendinden geçen, maddenin elinde esir olan insanın, mânânın tadını tatması ve maneviyat nurlarını idrak etmesi beklenmez. Şu hâlde içinde varlıkların sûretleri (şekil ve sevgileri) yerleşmiş bir kalp, nasıl parlayıp ışık verir? Şehvetlerine bağlanıp kalmış biri, Yüce Allah’a nasıl gidebilir? Gaflet kirlerinden arınmayan kimse, Allah’ın huzuruna girmeyi nasıl umabilir? Günah ve kusurlarından tevbe etmeyen kimse, ince sırları anlamayı nasıl bekler? Kalbi bedenin arzularının elinde

796 İbn Acîbe, el-Bahru’l-Medîd, c. II, s. 501. 797 İbn Acîbe, Mi’râcu’t-Teşevvuf, ss. 58-60. 798 İbn Acîbe, el-Bahru’l-Medîd, c. II, s. 501.

799 İbn Acîbe, Şerhu Ba’di Muktetafat eş-Şeyh Ali Şüşteri, (Resâilü’l-Ârif Billah eş-Şeyh Ahmed b. Acîbe, içinde), haz. Âsım İbrahim el-Keyyâlî, Dârü’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut 2006, s. 305.

esir olan kimse, kalbinde maneviyat cevherlerinin güzelliğini nasıl bulur?800 diye soran İbn Acîbe, kalbi maddî âleme bağlı olan kimsenin ruhanî âleme ulaşamayacağını ve ömrünü boş işlerle geçiren kimsenin ruhânî âleme terakki edemeyeceğini vurgular.801

Ancak önemli olan şey, insanın manevî seyrin başlarında maddî/hissî âlem olmadan ruhânî âleme terakkisinin gerçekleşmeyeceğidir. Öyleyse hissî âlem dediğimiz bu kâinat, manevi seyir, düşünme, araştırma ve sürekli müşâhede için var kabul edilmelidir. Nitekim İbn Acîbe, Allah’ın nebisi Hz. Musa’ya “dağ” vasıtasıyla tecelli etmesi kıssasını, takati olmayan zayıf kulun bu dünyada Bir, Kahhar olan Rabbi görebilmesi için, üzerine manevi örtüleri/ridaları yaydıktan sonra, kesif olan kâinat vasıtasıyla gerçekleşeceğini, delil olarak gösterir.802

Benzer şekilde İbn Acîbe başka bir eserinde, müridin nefsini müşâheden çekip Hakk’ı müşâhedeye yöneltince, o zaman Rabbinin tecellerinin zuhur mahalli olan varlıklarda kulluğunu göstermek için onları kabul ettiğini ifâde eder. Ona göre, kulluk olmadan rububiyeti anlamak noksanlıktır. Rububiyet edebini korumadan kulluk yapmak ise imkânsızdır. Rab ile yaratılan varlıkları ayrı kabul etmekle mükellefiyet oluşmaktadır.803 Bu nedenle mürid, seyrin başında kendi başına bir vücûdu olmayan varlıkları idrak ve kabul eder. Zira bu varlıklar bir hikmet gereği ortaya konulmuştur. Onların, Allah’ın var etmesiyle vücut bulduklarını (ve ilâhî hükümlerin icrası için önümüze konulduklarını) bilmek gereklidir.804 Buna göre, tüm ruhi yükselişlerde hissî/maddî âlemin zorunlu olduğu gerçeği ortaya çıkmış olur. Zira müellifimiz, sıfatların nurlarının zuhuru olmadan Zat’ın bilinmeyeceğini, hiss olmadan mânânın anlaşılmayacağını ve madde/kesif olmadan, soyut/latîf şeylerin bilinmeyeceğini ifâde eder.805

İbn Acîbe, ruhanî âlem ile maddî âlemin özelliklerini mukayese eder ve maddî âlemin önemine değinir. Ona göre, maddî âlem, Cenab-ı Hakk’ın hikmetinin 800 İbn Acîbe, el-Fütûhâtü’l-İlâhiyye, ss. 463-464. 801 İbn Acîbe, el-Fütûhâtü’l-İlâhiyye, s. 464. 802 İbn Acîbe, Îkâzu’l-Himem, ss. 57-58. 803 İbn Acîbe, el-Fütûhâtü’l-İlâhiyye, ss. 433-434. 804 İbn Acîbe, el-Fütûhâtü’l-İlâhiyye, s. 434. 805 İbn Acîbe, Îkâzu’l-Himem, s. 59.

ortaya çıkma yeridir. Çünkü Allah Teâlâ’nın isimlerinden biri de “el-Hakîm”dir. Bu âlem aynı zamanda ilâhî isim ve sıfatların tecellilerinin ortaya çıktığı yerdir. Bunlar, aziz kılma, zelil bırakma, daraltma, genişletme, diriltme, öldürme ve diğer farklı tecellilerdir. Ayrıca maddî âlem, Rububiyet sırrının kemaline ulaşılan kulluğun ortaya konulma yeridir.806

Müellife göre, şayet his ve maddi âlemi olmasaydı, Allah’ı tanıma mümkün olmazdı ve O’na ibadet edilmezdi. Dolayısıyla maddî âlem Allah’ın tanınması için zaruridir. Ayrıca O’na ibadet etmek için de zorunludur. Şayet mahsusat/maddî âlem olmasa, insan düşünmeye güç yetiremezdi. Zira insan, araştırmaya ve düşünmeye bu hissî âlemden başlar. Bu, somut âlemin varlığıyla, Allah’a vasıl olur ve mârifet sahibi olmaya hak kazanır. Dolayısıyla Allah Teâlâ madde âlemini ancak ondan mânâ elde edilsin diye ortaya çıkardı. Bu mânâ, Allah Teâlâ’yı tanımaktır. Eğer madde âlemi ortaya çıkarılmasaydı mânâ elde edilemezdi. Eğer mânâ olmasaydı, madde âlemi ayakta duramazdı.807 Diğer açıdan şayet maddî âlemi destekleyen bâtınî mânâ (ilâhî tecelli) kesilecek olsa mevcut varlıklar dağılıp yok olur ve eğer ilâhî sıfatlar ortaya çıksaydı bütün kâinat gözden kaybolur görünmez olurdu. Bu ifâdeler “Şüphesiz Allah gökleri ve yeri yok olup gitmekten korumaktadır”808 meâlindeki âyetin işâri yorumu sayılabilir.809

İbn Acîbe, eserlerinde ilahî hakikatleri farklı şekillerde izah eder. Özellikle de Allah’ın bu âleme ve insan hayatına etkisini/müdahale etmesini açıklar. İbn Acîbe’nin görüşüne göre Ehl-i sünnet akidesinde olduğu gibi, Allah mahlûkatı yaratıp onu başıboş bırakmadı. Şüphesiz Allah, daima insanlarla irtibatlıdır ve işlerinde onlar üzerinde kadirdir. Faziletini ve nimetlerini onlara sunar, insanların ölümlerinden sonra da bâkidir. Bu konuda İbn Ataullah, der ki: “İki nimet vardır ki, hiçbir varlık bunların dışında değildir ve tüm varlıklar için gereklidir: İcad nimeti ve imdad nimeti.” İbn Acîbe İcad nimetini varlığı gayb âleminden şehadet âlemine getirmesi/izhar etmesi açığa çıkarması, imdad nimetini ise Hakk’ın “var

806 İbn Acîbe, el-Fütûhâtü’l-İlâhiyye, s. 483. 807 İbn Acîbe, el-Fütûhâtü’l-İlâhiyye, s. 484. 808 Fâtır, 35/41.

etmesinden/varlık vermesinden sonra, eşyayla onu ayakta tutması ve ona yaşaması için yardım etmesi” olarak açıklar.810

Allah daima yaratır ve her zaman yardım eder. Daima varlık verir ve daima muhafaza eder/korur. Şu hâlde bütün her şey varlığa gelmesi ve hayatını devam ettirmesi için Allah’a nisbet edilir ve ona döndürülür. Öncelikle Allah, yaratma nimetini verir, sonra da yardım etme nimetini üstlenir. Şüphesiz var etme/varlık verme/yaratma nimeti sadece Allah’a mahsustur. Yardım etme nimeti ise mecazen mahlûkatla olduğu tasavvur edilse de hakikatte Allah’a aittir.811

İbn Acîbe’ye göre insan bu hissî/maddî âlemde terakki ederek ilahî hakikatleri idrak edebilir. Aynı şekilde temkin hâline gelir ve şerîat ile hakikat arasını birlikte cem‘ edebilir. Temkin hâline gelen kimseler manevî sarhoşluklarından uyanıp kendilerine geldiklerinde bedenlerle ruhları (madde ile mânâyı), kudretle hikmeti birbirinden ayırırlar, hepsine hakkını verirler, her biri için gerekeni hakkı ile yerine getirirler. Dolayısıyla söz konusu kimselerin, cem’ hâlleri (Hakk’ı müşâhede etmeleri), fark hâllerini (varlıkları görmekten) perdelemediği gibi; fark hâlleri de cem’ hâllerini perdelemez.812

Bu şekilde İbn Acîbe, Şâziliyye ekolüne bağlı kalarak birbirinin mütekabili olan hissî ve manevî âlemleri nefy etmenin/yok saymanın mümkün olmadığını beyan etmektedir. Bunların ikisi de tek bir hakikatin içsel ve dışsal boyutlarıdır. Sâlik bu iki âlemi birbirleriyle olan alakalarından dolayı her ikisinin varlığını birlikte korumalıdır. Özellikle de “Resûl’ün (s.a.v.) hayatından istifade etme ve ona ittiba etme hasebiyle varlığın her ikisine (hissî ve manevî yönüne) eşit bir seviyede itibar etmeyi gerektirir.”813 İbn Acîbe, varlıkların zahiri yönünü görmek ve bu görmeye özgü ibadet ve kulluğa dair ahkâmı ve edepleri gözetmeyi “fark”; eşyanın tabiatında bulunan ve ceberûtî okyanusla muttasıl mânâyı müşâhede etmeyi ise “cem‘” olarak tanımlar. Başka bir ifâde ile fark, kalıpları/şekilleri görmeyi ifâde ederken, cem’

810 İbn Acîbe, Îkâzu’l-Himem, s. 181. 811 İbn Acîbe, Îkâzu’l-Himem, s. 184. 812 İbn Acîbe, el-Fütûhâtü’l-İlâhiyye, s. 465. 813 İbn Acîbe, Şerhu Nûniyyeti’ş-Şüşterî, s. 68.

mazharları görmeyi belirtir. Bir yönüyle kalıplar/şekiller şerîat kurallarının mahalli olurken, mazharlar ise hakikatlerin kaynağı olmaktadır.814

Dolayısıyla şerîat ve hakikati bir yönü ile terk etmek, hükümleri ve hikmeti iptal etmek olur. Bu da küfür ve zındıklıktır.815 İbn Acîbe, şerîat ve hakikati birbirinden ayırmamayı ısrarla vurgulayarak şöyle der:

“Kim hakikat ilmine sahip olur fakat şerîatı bilip yaşamazsa, hikmeti iptal ettiği için zındık olup dinden çıkar. Kim şerîatın hükümlerini bilir fakat hakikati bilmezse ilâhî kudreti müşâhedede kusuru olduğu için fâsık olur.”816 Nitekim Ebû Ali ed-Dekkâk’ın, “Fark sana nispet edilendir; cem’ ise sana nispeti uygun olmayandır. Cem’ olmaksızın fark fâsıklık, şekilcilik ve Allah’ı tanımamaktır. Farksız cem’ ise eğer sekr hâli yoksa zındıklık ve küfürdür. Çünkü bu hâl, peygamberlerin getirdiği kuralların ve hikmetin ihlaline götürür” sözü bu minvalde söylenmiştir.817 Şu hâlde kudret ile hikmet birbirine ayrılmaz bir şekilde bağlıdır. Bu sebeple kişinin fark hâlindeyken cem’ ile ve cem’ hâlindeyken fark ile yaşaması önemlidir. Ayrıca insan, bâtında cem’ hâli mevcud iken zâhirde de fark hâlinin görünür olmasına dikkat etmelidir.818

Ayrıca İbn Acîbe, sözlerini şu şekilde devam ettirir. “Ârifin iki gözü olması gerekir. Bir gözü ile “cem‘ âlemi”ne bakmalıdır ve bu fenâ makamıdır. Böylece Hakk’ı ancak zâhir ismiyle tecelli ettiğini görür. Diğer gözü ile de “fark âlemi”e bakmalıdır. Bu bâtın isminin neticesidir. Böylece “fark”ı “cem”de tesbit eder yani şerîatı hakikatte sabit kılar.” Bu da bekâ makamıdır.819 İbn Acîbe, bekâ makamını, “Varlıktan koptuktan sonra yeniden onu müşâhede etmeye ya da mânânın müşâhedesi yoluyla kopmuş hissi olanın müşâhedesine yeniden dönmek” şeklinde tanımlar. Bekâ makamındaki kişi artık varlıkları Allah’la kaim olarak ve O’nun

814 İbn Acîbe, Mi’râcu’t-Teşevvuf, s. 58. 815 İbn Acîbe, Şerhu Nûniyyeti’ş-Şüşterî, s. 68. 816 İbn Acîbe, el-Fütûhâtü’l-İlâhiyye, ss. 523-524.

817 Bkz. Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, trc. Dilaver Selvi, s. 196. 818 İbn Acîbe, Mi’râcu’t-Teşevvuf, s. 58.

tecellilerinin nurlarından bir nur olarak görür. “Zira madde/hiss olmasaydı mânâ zuhur etmezdi, vasıta olmasaydı kendine vasıta olunan da olmazdı” der.820

Dolayısıyla söz konusu bekâ makamında âlemin nisbî varlığının kabul edilmesi gerekir. Bu Allah’ın muradıdır, zira Allah şerîatini ve hükümlerini asıl olarak koymuştur. Bu aynı şekilde ârifin bekâ makamına ulaşmanın neticesidir. Böylece bekâ makamında kişinin cem hâli kendisini fark hâlinden, fenâ hâli bekâ hâlinden, kudreti görmesi hikmeti görmekten perdelemez. Aksine o kişi “Her hak sahibine hakkını verir, her pay sahibinin payını korur.”821 Başka bir deyişle, bekâ makamında sâlik manevî sarhoşluktan uyanıp kendine geldiğinde bedenlerle ruhları, madde ile mânâyı ve kudret ile hikmeti birbirinden ayırır, hepsine hakkını verir, her biri için gereken vazifeyi hakkı ile yerine getirir. Böylece, cem’ hâli yani Hakk’ı müşâhede etmesi kendisini fark hâlinden (varlıkları görmekten) engellemediği gibi; fark hâli de cem’ hâlinden engellemez. İşte bu durum insân-ı kâmil seviyesidir.822

Netice itibariyle kulun iki gözü olmalıdır. Gözünün biriyle (basîretiyle) kudret âlemine bakar ve Allah’ın birliğini görür. Diğer gözüyle de hikmet âlemine bakar, Allah’a karşı edebe bürünür. Allah’ın el-Kâdir ismi el Hakîm isminden daha üstün değildir, hepsi yücedir. Kim onlardan birini ihmal ederse, Allah katında gözden düşer.823 Şu hâlde İbn Acîbe, kâinatı ve ya masivayı yok saymıyor. Ancak o, kâinatın kendi başına bir varlığının olmasını nefyediyor.