• Sonuç bulunamadı

Yüce Zât/Allah

İbn Acîbe, yüce Zât’ın hakikatı konusundaki görüşlerini büyük ölçüde Eş’ariye ekolüne bağlı kalarak açıklar. İlâhî zâtın hakikatı hakkında selefin görüşlerini paylaşır. Müellif, Zât-ı ulûhiyet için “O evveldir; âhirdir, zâhirdir, bâtındır. O her şeyi bilmektedir.”709 meâlindeki âyeti ölçü alır. O, bu âyetin, işârî yorumunu şöyle yapar: “O, başlangıcı olmayan evveldir; nihayeti bulunmayan âhirdir. O, zâhirdir; O'nunla birlikte (kendisine ait bir vücutla) zâhir olan hiç kimse yoktur. O, zuhur hâlinde gizli olandır. Yahut O, tecellileriyle zâhirdir (varlığı açıktır). Tecellilerinin üzerine yaydığı ululuk perdesiyle gizlidir.”710 Ayrıca İbn Acîbe, konuyla alâkalı Hz. Peygamber’in “Allah vardı ve O’nunla birlikte başka

hiçbir şey yoktu”711 hadisini nakleder.712

Diğer yandan, İbn Acîbe’nin görüşüne göre, ilâhî Zât ile ilgili inancın esası, keşf değil, Kitap ve Sünnet olmalıdır. Bununla birlikte o, sûfînin bazı zâtî sırlara keşfiyle muttali olabileceğini söyler. Ancak bunun için de Şeyh Ebû’l-Hasan eş- Şâzilî’nin “Keşfin Kitap ve Sünnet’e aykırı olduğunda keşfini bırak, Kitap ve Sünnet’e göre amel et”713 şeklindeki sözünün ölçü alınmasını ister. Buna benzer Cüneyd-i Bağdâdî’nin, “Kalbime keşf yoluyla bir havatır gelir, onu Kur’an ve

707 İbn Acîbe, el-Fütûhâtü’l-İlâhiyye, s. 158. 708 İbn Acîbe, Mi’râcu’t-Teşevvuf, s. 61. 709 Hadid, 57/3.

710 İbn Acîbe, el-Bahru’l-Medîd, çev. Dilâver Selvi, c. IX, s. 611.

711 Buhârî, “Bed’u’l-Halk”, 1, “Tevhîd”, 22; Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. IV, s. 431. 712 İbn Acîbe, el-Bahru’l-Medîd, c. IX, ss. 611-612.

Sünnet’e arz edip onların tasdikini almadan kabul etmem.”714 sözünü de ölçü kabul eder.715

İbn Acîbe, ilâhî zâtın hakikati ile ilgili şu tanımı yapmaktadır: “Allah Teâlâ, mülkünde tektir, O’nun bir ortağı, dengi ve benzeri yoktur. O ezelde mevcut iken, kendisiyle birlikte hiçbir şey yoktu; O şu anda da ezeldeki hâli üzeredir. Cenab-ı Hak, ezelde, latîf, hafi (gizli), hakîm ve her şeye kâdir idi. Latîf olduğu için idrak edilmez; hafi olduğu için gerçek hâliyle bilinmez. O zâtıyla kâimdir, zâtına has isim ve sıfatlara sahiptir.”716 İbn Acîbe, konuyla ilgili başka bir eserinde şu açıklamayı yapar: “Yüce Zât, küllî, ezelî, latîf, gizli; hatlarda ve biçimlerde tecelli eden; kemal sıfatlarıyla muttasıf; ezelde ve şimdide tek olandır. Onun hususiyetleri böyledir. Fakat hakikatinin künhünü O’ndan başkası kuşatamaz.”717

Yüce Zât’ın kâinâtı yaratmadan önce nerede, ne şekilde, nasıl bir varlığa sahip olduğu hususundaki görüşünü, ‘Amâ kavramını tanımlayarak ortaya koymaktadır. Ona göre ‘Amâ, yüce Zât’ın tecelli etmeden önceki, ezeldeki niteliğine işâret eder. Hakikati ise ne üstünde, ne altında, ne de dört tarafında bir sınır bulunan; ilk oluşunun ve son oluşunun bir sınırı olmayan; hatlardan ve şekillerden uzak; kudret, irade, ilim, semi’, basar, kelam gibi kemal sıfatlarıyla muttasıf; idrak edilemeyen latîf, gizli, saf boşluk/bilinmezliktir.718 Nitekim İbnü’l Fârız’ın (ö. 632/1234) şu şiiri bu hususa işâret eder:

Bana “Anlat O’nu, çünkü sen O’nu tanırsın” diyorlar, Evet, bende O’nun vasıflarının bilgisi var:

Saflıktır, su değil; letafettir, hava değil, Nurdur, ateş değil; ruhtur, cisim değil;

O’nun hikâyesi kadimdir, bütün varlıklardan önce,

714 Cüneyd-i Bağdâdî, Kuşeyri Risâlesi’nde bu sözün Ebu Süleyman Dârânî’ye ait olduğunu belirtir. Bkz. Kuşeyrî, Kuşeyrî Risâlesi, çev. Dilaver Selvi, s. 95.

715 İbn Acîbe, Îkâzu’l-Himem, s. 347. 716 İbn Acîbe, el-Fütûhâtü’l-İlâhiyye, s. 98. 717 İbn Acîbe, Mi’râcu’t-Teşevvuf, s. 52. 718 İbn Acîbe, Mi’râcu’t-Teşevvuf, s. 53.

Öyle ki, ortada ne bir biçim vardı, ne de bir belirti.719

İbn Acîbe, konuyla ilgili Ebû Razîn el-Ukaylî’den rivayet edilen şu hadisi nakleder: “Ya Rasulullah! Rabbimiz mahlukâtı yaratmadan önce neredeydi?’ diye sordum. O şöyle dedi: ‘Amâ’daydı. Ne üstünde, ne de altında hava vardı.”720 İbn Acîbe, bu hadisle alâkalı kendi görüşünü şöyle özetler: “Ne üstünde, ne de altında hava/boşluk bulunan bir bilinmezlik ve letâfetteydi. Hatta zâtının azameti, her bir üstü, her bir altı ve her bir havayı/boşluğu kuşatmıştı.”721

İbn Acîbe’ye göre, Allah’ın zâtı mânâ ile maneviyat arasındadır. O, bir sûfînin Hakk’ın zâtı ile ilgili: “O (Hakk’ın zâtı), hissî midir yoksa manevî midir?” sorusuna verilen “şüphesiz O, hissidir, ancak idrak edilemez” cevabına, şu yorumu ekler: “Şüphesiz Hakk’ın zatı, vâcibu’l-vücûdtur. Allah, zâtıyla kaim, mânâ ve manevî sıfatlarla muttasıftır.”722 Dolayısıyla, Hak Teâlâ, mücerred/soyut “mânâ” değildir. Manevî sıfatları ise müslümanların zât-ı ilahi için belirttikleri teşbih ve tenzih sıfatlarıdır. İbn Acîbe, letafet ve gizliliği, ilâhî zâtı diğer varlıklardan soyutlamak için sadece bu yönden mânâlara benzetir.723 İbn Acîbe, ilâhî zâtın hususiyetini iki şeyle açıklar:

* Zât-ı ilâhî sadece Hristiyanların zannetikleri gibi mücerred mânâ veya sıfatlar değildir. Zât-ı ilâhî “şayet sıfat veya mânâ olsaydı, mânâ ve manevi sıfatlarla vasıflanmazdı. Çünkü sıfat veya mânâ kendi başlarına kaim olmaz, başka bir varlığa ihtiyaç duyar.

*Ayrıca, “sıfat başka bir sıfatla da vasıflanmaz” demesidir. Şayet Hakk’ın zâtı mücerret sıfat veya tasavvur edilen mânâ olsa idi, bu mânâ veya sıfatın bir sıfatla vasıflanması gerekirdi. Oysa Hakk’ın zâtı nihayetsiz sıfatlara sahiptir. Bundan dolayı

719 Bkz. İbn Acîbe, Şerhu Hamriyyeti İbni’l-Fârız, (el-Letâifu’l-İmâniyyetü’l-Melekutiyye ve’l- Hakâiku’l-İhsâniyyetü’l-Ceberutiyye fi Resâili’l-Ârif billah eş-Şeyh Ahmed b. Acîbe el-Hasenî, içinde), s. 43; a. mlf., Mi’racu’t-Teşevvuf, s. 54; trc. Ahmet Murat Özel, sûfîlerin el kitabı, Hayykitap, İstanbul 2015, s. 73.

720 Tirmizî, “Tefsîru’l-Kur’ân”, 12; İbn Mâce, “Mukaddime”, 13.

721 İbn Acîbe, Mi’racu’t-Teşevvuf, s. 54; trc. Ahmet Murat Özel, sûfîlerin el kitabı, s. 73.

722 İbn Acîbe, Takyîdân fî Vahdeti’l-Vücûd, nşr. J. L. Michon, Dâru’l-Kubbeti’z-Zerkâ, Merakeş 1998, ss. 23-24.

Allah’ın zâtının mânâ veya sıfat olmaması gerekir. Bilakis O’nun zâtı sıfatlara mâlik olmakla beraber latîf, soyut ve maneviyattan sair mânâlarla da muttasıftır.724

His/zâhirî görünüş ile mânâ arasındaki ikilik, İbn Acîbe’nin düşüncesinde her zaman akılda tutulması gereken merkezî bir öneme sahiptir. İbn Acîbe, pek çok farklı bağlamda ve sayıda imge ve sembolle buna işâret eder. İbn Acîbe bu kavram çiftini eserlerinde diğer kavramlardan daha çok kullanır. Ona göre mânâ, tanımı itibariyle zahiri görünüş ve sınırlamaların ötesindedir. O, his ve mânâ ikiliğini bazen şiirin imge ve sembolleriyle tartışır. Bir araya getirdiği kavram çiftlerinden bazıları zâhir- bâtın, fark-cem, şerîat-hakikat ve hikmet-kudrettir.

İbn Acîbe, zât-ı ilâhiyye ile mânâ arasındaki ilişkiyi de açıklar. Ona göre, mânâ eşyanın tabiatında bulunan ve latîf zâtın sırrıdır.725 Mânâ, his/madde olmadan ortaya çıkmaz, madde de mânâ olmadan kâim olamaz.726 Müellif, bu durumu şöyle açıklar: “His ancak mânâ ile ayakta durur. Mânâ da ancak hisle görülür. Mânâ, hassas ve şeffaftır ve ancak varlıkların formlarındaki hissî yönle idrak edilir. Mânânın his olmadan ortaya çıkması imkânsız; mânâ olmaksızın hissi görmek ise cehalet ve zulmettir.” Dolayısıyla Hakk bu dünyada ve öteki dünyada ancak tecelliler aracılığı ile görünür.727 Buna göre mânâ, bâtındır (gizlidir). Madde ise zâhirdir (görünür). Madde mânâdan ayrılmaz. Bu durum, kar tanesine benzer. Kar tanesinin zâhiri donmuş katı buzdur, iç kısmı ise akıcı sudur. Bütün kâinat kara benzer. Zâhiri kesif, yoğun ve katıdır. Ona “madde” denir. İç kısmı gizlidir, görünmez, ona “mânâ” denir. Nitekim Abdülkerim el-Cîlî’nin “Kâinatın durumu kara benzemektedir; sen ise ondan çıkan su yerindesin. İncelediğimizde görürüz ki, kar sudan ayrı değildir”728 sözü bu konuya işâret eder.729

Dolayısıyla her bir hissî varlık, tam da doğası gereği Hakk’ın kendi hakikatinin manasını gösterir. Bu durumda insanın görevi, kâinatın zâhirine

724 İbn Acîbe, Îkâzu’l-Himem, s. 245. 725 İbn Acîbe, Mi’râcu’t-Teşevvuf, ss. 58-60. 726 İbn Acîbe, Îkâzu’l-Himem, s. 245. 727 İbn Acîbe, Mi’râcu’t-Teşevvuf, ss. 58-60.

728 Abdulkerim Cîlî, el-İnsânü’l-Kâmil fî Ma’rifeti’l-Evâhir ve’l-Evâil, thk. Âsım İbrahim el-Keyyâlî, 2. baskı, Beyrut 2005, s. 125.

aldanmamaktır. Kâinatın kendi başına ve kendisi için var olmadığını, onun üzerinde ve ötesinde bir anlama işâret ettiğini anlamalıdır.

Müellifimize göre, Allah'ın “ez-Zâhir” ismi, eşyanın (hakikatinin) gizlenmesini, kendisine ait varlığının yok olmasını ve ilâhî nurlar içinde kaybolmasını gerektirmektedir. Çünkü Allah’la birlikte zâhir olan hiçbir şey yoktur. Hakk’ın “el-Bâtın” ismi ise içinde gizlenmesi için eşyanın maddî yönünün ortaya çıkmasını gerektirmektedir.730 Bu durumda yüce Zât, gizliliğinde zâhir; zuhurunda gizlidir. Allah, ortaya çıkardığı şeylerde gizlenmiştir; içinde gizlendiği şeylerde de varlığı açıkça gözükmektedir. Başka bir ifâde ile Hak Teâlâ, gizlilik hâlinde zâhir, zuhur ettiği hâlde gizlidir. Yüce Allah, kudretinin eserleriyle zâhirdir (apaçık ortadadır), işlerinin hikmetiyle gizlidir. Nitekim İbn Ataullah İskenderî’nin “Allah kendisi Bâtın (gizli) olduğu için her şeyi ortaya koydu; kendisi Zâhir olduğu için de her şeyin varlığını kudretiyle sarıp örttü”731 hikmetli sözü bu durumu ifâde etmektedir.732

İbn Acîbe, “Hakk’ın zâtı, latîf, gizli olduğu için gizlilikte mânâya benzediği için idrak edilemez” der.733 Bu nedenle, Allah’ın bu kâinatı kendisine delil olması için yoktan yarattığını ve böylece Allah’ın zât-ı manevisi, kâinatın hissi/somut kalıpların görüntülerinde tecelli ettiğini belirtir.734 Zira tecellinin ve zuhurun kendisiyle gerçekleştiği her şey, zât ile sıfatlar arasındadır. Zât sıfatlardan ayrılmaz, sıfatlar da zattan. Bu durumda varlıkta zat ve sıfatların zuhur yerleri birdir. Mânâların yüzüne örtülmüş olan his perdesi, zâtı müşâhede etmekten engeller. Kuşkusuz bu durum aklî kanıt ve burhan yoluyla değil, zevk ve vecd ile kavranır.735

Öte yandan İbn Acîbe, sıfatların bizâtihi mevcut olamayacağını belirtir ve bu konuda şu açıklamaları yapar: “Bu kâinat, ezelî sıfatların eserleridir ki, onlar; kudret, irade, ilim ve hayattır. Sıfatlar mevsufundan ayrılamazlar. Ancak sıfatlar latîf olduğu için idrak edilemezler, hissedilen şeylerde zuhur ederler. Dolayısıyla Zat sıfatların,

730 İbn Acîbe, el-Bahru’l-Medîd, çev. Dilâver Selvi, c. IX, ss. 611-612. 731 Açıklama için bkz. İbn Acîbe, İkâzü'l-Himem, ss. 246-268.

732 İbn Acîbe, el-Fütûhâtü’l-İlâhiyye, ss. 105-106. 733 İbn Acîbe, Îkâzu’l-Himem, s. 245.

734 İbn Acîbe, Takyîdân fî Vahdeti’l-Vücûd, ss. 23-24. 735 İbn Acîbe, Mi’râcu’t-Teşevvuf, s. 74.

sıfatlar da zât’ın kaynağıdır; ikisinin mazharı/zuhur yeri birdir.”736 Yine İbn Acîbe, bir başka eserinde; “Şüphesiz Allah evveldir, âhirdir, zâhirdir ve bâtındır. Zat’ında, sıfatında ve fiillerinde tekdir. Dolayısıyla fiil sıfatsız sadır olmaz ve sıfat da mevsufundan ayrılmaz”737 der. Benzer bir şekilde “Eserin varlığı, kâdirin, müridin ve Hakk’ın varlığına delalet eder; bu nedenle kâdir, kendisinde kudretin varlığına delalet edendir ve ondan ayrılmaz” sonucuna varır, bu durumun sıfatın bizâtihi mevcut olamayacağını ifâde ettiğini söyler.738

İbn Acîbe, “Zât sıfatların, sıfatlar da zâtın kaynağıdır” sözünü şu şekilde açıklar: Hakk, ezeli ve ebedi olarak, yani tecelliden önce ve sonra, zât ve sıfattır. Hakk’ın sıfatları, zâtının kıdemi ile kadîmdir. Çünkü sıfat, nitelediği şeyden ayrılmaz. Zât tecelli ettiği zaman sıfatlar da zorunlu olarak onunladır ve onda içkindir. Sıfatlar zuhur ettiğinde, zât da zorunlu olarak onlarladır.739 Bu ifâdeler “fark” hâli dışında “cem‘” makamında söylenen sözlerdir. Zira “fark” hâli, varlıkların zahiri yönünü görmek ve bu görmeye özgü ibadet ve kulluğa dair ahkâmı ve edepleri yerine getirmek iken; “cem‘”, eşyanın tabiatında bulunan ve ceberûtî okyanusla muttasıl mânâyı müşâhede etmektir.740

Müellife göre, sıfatlar “mülk” âleminde zâhir olur ve duyusal/hissî alanda ortaya çıkar.741 Zât da “ceberut” âlemin sırlarında gizli olan her şeye delalet eder.742 Bu durumda Zât, ancak sıfatların mazharlarında tecelli eder. Çünkü şayet vasıtasız olarak tecelli etmiş olsa, varlıklar paramparça olur.743 Söz konusu bu durum hadisle744 de sabittir. Dolayısıyla sıfatların cemâlî nitelikteki tecellisi varlıktaki izleri

736 İbn Acîbe, Şerhu Salâti’l-Kutb İbn Meşîş, s. 150. 737 İbn Acîbe, Îkâzu’l-Himem, s. 240.

738 İbn Acîbe, Îkâzu’l-Himem, s. 395 vd. 739 İbn Acîbe, Mi’râcu’t-Teşevvuf, s. 73. 740 İbn Acîbe, Mi’râcu’t-Teşevvuf, s. 58.

741 İbn Acîbe, Şerhu Salâti’l-Kutb İbn Meşîş, s. 150. 742 İbn Acîbe, Îkâzu’l-Himem, s. 468.

743 İbn Acîbe, Mi’râcu’t-Teşevvuf, s. 74.

744 İbn Acîbe, muhtemelen şu hadise atıfta bulunmaktadır: “Şüphesiz Allah uyumaz. Zaten uyku onun şanına layık değildir. O kıstı (tartıyı; rızkı) aşağı indirir, yukarı kaldırır. Geceleyin yapılan amel gündüzleyin yapılandan önce, gündüzleyin yapılan amel de geceleyin yapılandan önce Allah’a yükseltilir. Onun hicabı nurdur. Eğer Allah o hicabı açsaydı, veçhinin haşmeti onun gördüğü herşeyi yakardı.” Müslim, “iman”, 293.

ve belirtileriyle olur ki, şuhûd ve mârifet onlarla gerçekleşir.745 Bu durumda zat ve sıfat arasındaki alaka, kar ile su arasındaki ilişki gibidir. Her biri diğerine delâlet eder ve aralarında bir kopukluk yoktur. Allah ile âlem veya eserleri arasındaki delâleti ancak sıfatları vasıtasıyladır.746 Dolayısıyla daha önce geçtiği gibi, sıfat mevsufundan ayrılmaz. Buna göre, Cenab-ı Hakk'ın eserlerinin varlığı, O'nun isimlerinin varlığına delildir. İsimlerinin varlığı, sıfatlarının varlığına; sıfatlarının varlığı da zâtının varlığına delildir.747

Müellife göre, yüce Zât tecelli ettikten sonra, zâhir olan nurlarla, bâtın olan sırlarla birliktedir.748 Burada nurlar, tecellilerin kesif ve görünenleri; sırlarsa, onlardaki gizli, latîf mânâlardır. Bu durumda sırlar nurlardan daha hassastır. Çünkü sırlar Zât için söz konusu iken, nurlar sıfatlar için söz konusudur.749 Yüce Zât, tecelliden önce “Hazine olma” hâlinde, sadece sırlar olarak bulunur. Bu nedenle sırlar idrak edilmeyen gizli bir durum olduğu için, “Hamra-i ezeli” ve kadim mânâlar için sırlar kelimesi kullanılmıştır.750 Dolayısıyla Cenab-ı Hakk'ın zâtı için bir sınırlama ve onu bir cisme benzetme lazım gelmez. Nurlar ve sırlar, Hakk'ın mutlak külli zatına ait tecellilerdir. Onun hakikatini sadece fenâ ve bekâ mertebesine ulaşmış ârifler idrak edebilir.751

İbn Acîbe, el-Bahru’l-Medîd adlı meşhur tefsirinde Hadîd Suresi 53/1-6. âyetlerin tefsirinin tasavvufî işâretler kısmında yüce Zât’ın hakikati ve sıfatlarıyla ilgili, Kuşeyrî ve Rûzbihân Baklî’nin konuyla ilgili görüşlerine yer verir ve onları değerlendirir. Kuşeyrî’nin, “Zâtî tecellilerin feleği, ilâhî sıfatların semasıdır” sözünü şu şekilde yorumlar: Yüce Zât’ın, aslî latîf sırları, kendisiyle tecelli ettiği sıfatların nurları için bir tavan hükmündedir. Sıfatların nurları, bu sırlar için bir yer hükmündedir. Aynı şekilde sıfatların nurları, isimlerin yeri için bir tavan hükmündedir. İsimler de sıfatların seması için bir yer hükmündedir. Ayrıca İbn 745 İbn Acîbe, Mi’râcu’t-Teşevvuf, s. 75. 746 İbn Acîbe, Îkâzu’l-Himem, s. 468. 747 İbn Acîbe, el-Bahru’l-Medîd, c. V, s. 237. 748 İbn Acîbe, Mi’râcu’t-Teşevvuf, s. 76. 749 İbn Acîbe, Mi’râcu’t-Teşevvuf, s. 75. 750 İbn Acîbe, Mi’râcu’t-Teşevvuf, s. 76. 751 İbn Acîbe, el-Bahru’l-Medîd, c. V, s. 238.

Acîbe, bununla yetinmez ve Kuşeyrî’nin açıklamasına “İsimlerin feleği, eserler (yaratılan şeyler) için bir semadır. Eserler de isimlerin seması için bir yerdir” şeklindeki ibareleri ekleseydi daha güzel olabileceğini belirtir.752 Bu ifâdelerden anlaşılacağı üzere, her makam, altı için bir sema; üstü için bir yer mesabesindedir. Şöyle ki, eserler isimlerin seması için bir yer hükmündedir. İsimler, sıfatlar için, sıfatlar da zât için bir yer hükmündedir.753 Başka bir deyişle Hakk’ın eserlerinin varlığı isimlerinin varlığına delil olmaktadır. Aynı şekilde, isimlerin varlığı sıfatların; sıfatların varlığı da zâtının varlığına delil olmaktadır. Bu durum, varlık âleminde manevî yükselme/terakki makamıdır; terakkiden sonra varlık âlemine geri dönüş ise aksi yönde olmaktadır; yani Zâttan, sıfatlara, sıfatlardan isimlere, isimlerden eserlere doğru bir intikal söz konusudur.