• Sonuç bulunamadı

Osman Elbek

Adnan Menderes Üniversitesi Tıp Fakültesi Göğüs Hast. AD

Sevgili Ersin’in anısına düzenlenmiş olan panelde konuşmak benim için çok onur verici. Birlikte çalışma imkânı bulduğum bir meslektaşımdı...

Zor bir konu: Yüzleşmek.

İğneyi kendimize batıracağım ama ilk cümlem şu olsun. Burada yüzleşmek üzerine söy- leyeceğim hiçbir saptama, hiçbir iddia sağlık çalışanlarına yönelik şiddeti meşrulaştırma girişimi olarak kullanılamaz. Amasız, fakatsız, lakinsiz şiddete hayır!

Ama kendimize dair de bir yüzleşme pratiğine ihtiyacımız olduğu kanaatindeyim. Bu tar- tışmanın hedefinde daha çok hekimler var. Çünkü bir tahakküm ve iktidar mekanizması olarak “hekimliği” tartışmak istiyorum. Öyle ya sağlık ortamında kabul edelim veya etme- yelim tarihsel olarak iktidarı hekimler... Bu yüzden hekimlere yönelen çatışma dinamik- lerini biraz irdelemek, teknik vurgunun ötesine geçmek, tarihsel süreçte bu mesleğin bize bıraktığı bir dolu olumlu tarih birikimi varken, olumsuz mirasları da ortaya koyup, biraz da ne yapmalı sorusunun yanıtını aramak istiyorum.

Yapılmış çalışmalar şunu gösteriyor: Hastane sağlık kurumlarında yaşanan çatışmanın te- mel iki kritik kelimesi var. Birinci olarak tahakküm. Çalışanların kendi aralarında, idare- nin çalışanlar üstünde bir tahakküm ilişkisi yarattığınız zaman orada bir çatışma dinami- ğini var ediyorsunuz. İkincisi; bu çatışma dinamiği ile tahakküm yaratan mekanizmayla eğitim arasındaki ilişki nedir? Bu memlekette herkes eğitimin şart olduğunu söylüyor. Her sorunumuzun temelinde “eğitim şart” diye başlıyoruz. Peki, tersten soralım acaba eğitimin kendisi tahakkümü var ediyor olabilir mi? Bu çatışma dinamiğini kuran asıl özne olabilir mi? Öncelikle hangi dinamik ortamında yaşıyoruz beklentilerimiz nedir?

Yolumuz cehenneme düşmüşse eğer “bana bugün mükellef bir sofra kurmadınız” diye si- tem etmezsiniz. Öyle ya bellidir program; “yanıp kavrulacaksınız”. Yani beklenti, sonucu çok belirleyen bir şey. Hal buysa biz sağlık ortamında nasıl bir beklentiye sahibiz? Ya da biz sağlık ortamında nasıl beklentiler yaratıyoruz?

24-25 EKİM 2015, ANKARA

133

Birkaç vurguyu yapayım. Birincisi tıp öyle bir dil kurdu ki; memleket veya dünyada ülke- ler ekonomik krize gidiyor ama bu kriz “salgın başladı” diyerek sunuluyor. Aslında tıbbi bir dil bu. Ya da örneğin “hasta adam” oluyor Portekiz ve İspanya ekonomisi.. Medikalize bir bakış açısı bu ve tıp dili hayatın tümüne yansıyor... İkinci olarak, ekonomik krize giren devletleri de “taburcu” ediyoruz. Evet IMF politikalarıyla iyileştirip sonra “taburcu” edi- yoruz. Özetle; bir hayli anlamda tıp alanında taşmış ve hayatın içerisine nüfuz etmiş diye düşünüyorum. Sınırını, haddini, hududunu bir hayli aşmış tıp.

Tersten düşünelim. Buradaki değerli meslektaşlarımın hepsini tenzih ederim ama bir çocuk alt bezi firması “bilim kurulu”, “uzmanlık kurulu” falan kurmuş ve çok saygıdeğer bilim insanları da topluma hangi çocuk alt bezinin kullanılacağını, hangisinin daha yararlı ve onaylı olduğunu anlatmaya başlamış. İş bu hale kadar gelmiş yani.

Dahası bırakalım bu “özel sektör kâr maksimizasyonu” falan laflarını çünkü x ya da y üni- versitesi ameliyat robotunu “görücü”ye çıkarmış: ne yapacağız, evlenecek miyiz robotla? Ve kravatlı, döpiyesli çok saygın bilim insanları “görücü”ye çıkarılan robotun yanında fo- toğraf çektirmişler: “ey hastalar bakın robotumuz var bilin” diye. Yani böyle de bir beklenti yaratma sürecine girmişiz.

Üç.. heryerde bir mucize lafı gidiyor: mucize ilaçlar, mucize doktor boy uzatıyor, meme- mizi güzelleştiriyor, onu bunu yapıyor.. Elbette en büyük mucizeyi yaratanlar da Saba Tü- mer’in programına çıkıyorlar. Fikirlerini mucizelerini anlatıyorlar.

Burada tekrar Illich’i hatırlamakta yarar var: “Hekimler kendilerini şarlatanlardan ayırmış- lardı, çünkü sanatlarının sınırlarını biliyorlardı, mucizeye inanmıyorlardı”. Tekrar isimle- ri tenzih ederek konuşuyorum biz bugün bir mucize tarifine girişmişiz... O zaman sevgili Dücane Cündioğlu’nu hatırlıyorum. “Dindarların bu ülkede günaha ihtiyacı var” diyor Cündioğlu. Evet asıl sorun bu. Biz hekimlerin de yani onun deyimiyle bir kemik, bir sinir uzmanının, tıp makineleri bakıcısının, ilaç isimlerini hafıza eden bir deponun da artık bi- raz günaha ihtiyacı var. Çünkü hayat öyle bir hale gelmiş ki; herşey tümüyle teknik. Teşhis dediğiniz zaman aklımıza rakamlar geliyor. Kolesterol değeri, hemoglobinin üst değeri.. Rakamlara boğmuşuz hayatı. Tedavi dediğimiz şey ise kesmek, biçmek üzerinden gidiyor. O zaman hayat nereye gidiyor?

Bıçak buradan zaferle çıkmış. Hesap makinelerine döndürmüşüz hayatı. Reçete ve vizite kazanmış. Acı ama böyle bir beklenti var edilmiş bizlerin de içinde bulunduğu sağlık siste- mi sayesinde. Görelim ki bu “günah”ın dışında falan değiliz.

O zaman niye böyle gelmişiz diyorum ve Kuhn’u hatırlıyorum. O diyor ki; insanlar para- digmayla düşünürler. Einstein da öyle söyler: kuram nasıl düşüneceğinizi tarifler. Bugün paradigmanın bunalım saplantısında mıyız, anarşi saplantısında mıyız bilmiyorum ama hep paradigma ile açıklamışız sorunları. Sağlık denilen kavramı rakamlarla nicel değerler- le ve kendimizi de onları tamir eden insanlar olarak tariflemişiz. Bunun dışında bir şeyleri düşünmek çok zor gelmiş hepimize. Çünkü yeni genç bilim kuşakları, yani çok değerli

öğrencilerimiz de burada ve bundan çok mutlu oldum, ama sorun şu: öğrencilerimiz bu alternatif paradigmalarla karşılaşmadan eğitimlerini tamamlamakta. Çünkü bu “bilim cemaati”ne girmek, bu egemen paradigmayı kabullenmekten geçiyor. Evet bu egemen pa- radigmaya iman edersiniz, illa dinsel iman olmak zorunda değil bu, o zaman bilimsel bir “unvan” alırsınız. Ve bu yeni unvanla bilim topluluğuna girersiniz. O yüzden de kendi iç “cemaat”imizde alternatifini hiç düşünmeden kuramı boyuna üretmişiz.

Nedir kuramımız derseniz: Pozitivizm...

Objektif saplantısına düşmüşüz. Yani bizim dışımızda bir gerçek var ve bizim durduğumuz yerden uygun bir şekilde bu gerçeği bulabiliriz demişiz. İnsan dediğimiz canlının meka- nistik tarzda tepki verdiğini düşünmüşüz. Evrenin doğal yasalarının tümünü keşfetme- ye koyulmuşuz. Rölativizim ve subjektiviteyi kovmuşuz. Oysa aslında gerçekler insanın ürünüdür ve bu nedenle insana bakmamız lazım. Bunu anlamamamız lazım ama zinhar.. “subjektif bakıyorsun olaya objektif baksana” diyerek objektivizme saplanıp kalmışız, çok pozitivist bir mantıkla. Bunun için de hayatımıza hep nicel değerler hakim olmuş. Hayatı p’nin 0,05’ten küçük olması ile izah etmişiz. Öyle ya aslolan metodoloji: nesnel bir gerçek var ve biz bunu bulabiliriz. Arıyoruz nedenselliği... Parçaları yan yana koyacağız ve büyük bir normu bulacağız. Nitel araştırmaların hepsine sırtımızı dönmüşüz.

Ama gerçeklik aslında var edilen bir şey ve araştırmacı da gerçekçiliğin bir parçası. Ama olamaz “bilim insanı tarafsızdır” falan cümleleri... Bakış açısını anlama, örüntü- lerin peşine düşme, farklılığı anlamaya çalışmak, kahrolası istatistiğin ötesinde hayata bakmak “bilimsel değil” diye bakmışız. Çağın reçetecilik anlayışıyla da birleşmiş bu. Çok değer verdiğim bir kitap, “işletme hastalığına tutulmuş toplum” diyor. Hakikaten de bir şey söylediğimiz zaman “reçeten ne”, “projen ne” diye soruluyor. Yahu müteahhit miyim ben, ne projesi. Sorun şu: neden değil nasıl yapacağıma fikse olmuşuz. “Neden bunu yapmam” sorusu artık sorulmayan bir şey. “Nasıl” sorusu ön plana çıkmış. İn- san dediğimiz şey “kaynak” haline gelmiş: “insan kaynakları” diye bir şey yaratmışız. Sonuçta da açıklamaya değil normu üretmeye, reçeteyi ortaya koymaya, hızla sonuca ulaşmaya, gerçeği bir anlamda saklayan veya aklayan bir hayata itmişiz tıp da dahil ol- mak üzere.

Bir takım meslektaşım çıkıp dese ki; “biz bilim yapıyoruz ideolojiler üstü, evrensel ve siyaset üstü” diye ne olur eğer aklımızın içinden böyle bir şey geçiyorsa görelim ki bi- lim ideolojiler ya da siyaset üstü falan değil. Pekiyi, Türkiye ortamında bilim nasıl bir çerçeve çizmiş o halde?

Türkiye ortamında bilimin kalesini üniversiteler olarak kabul edersek üniversiteleri var eden adam demiş ki “Allah’a, resulüne ve idarecilere itaat şarttır”. Adam böyle bir bilim- sel ortam yaratacağım diyor, çünkü itaatin olmadığı yerde anarşi olacağını düşünüyor. Türkiye Cumhuriyeti de devlet ödülleriyle, Meclis de büyük madalyalarıyla bu bakış açısını onaylamış. Hepimiz itaati öğretiyoruz aslında yaratılan bu bilim alanı içerisinde. Lütfen “Allah’a ve resulüne” ifadesini çıkarın ve oraya Muhammed yazın, Mustafa Ke-

24-25 EKİM 2015, ANKARA

135

mal yazın, Marks yazın fark etmiyor: Asıl olan kavram “itaat” ve buranın üzerinden bir bilim, bir tıp paradigması var etmişiz.

Hekimler de bunu yapmış mı? Ben demiyorum sevgili Oğuz Atay’ın cümleleriyle karşılı- ğını görelim: Evet, insanın yüzüne bakmadan geçen doktorlar, hastalık kavramıyla uğra- şan, hastayı boş veren o “insanüstü beyaz yaratıklar”, o “üstü büyü yazılı kâğıtlarla dolaşan”, hastanın o “tanrılar katı”na çıkmasına asla izin verilmeyen bir tür Dalay Lama konumun- da yaşayan doktor profili...

Böyle bir hekimlik pratiği oradan hekimlik üretmişiz. Çünkü tarihsel olarak da buna ola- nak tanıyan bir miras almışız: tapınaklarda öğretilen bir gizli sanat, yeminlerle girilen bir sanat. Yani herkesin girebildiği değil. Yakın zamana kadar reçetelere yazdığımız “R” harfine baktığımız zaman birçok şeyi görüyoruz: “kendimize dokunulmaz” demişiz, “ileri görüşlüyüz” demişiz, “sonsuz doğurganlık” gibi objeleri kavramları kabul etmişiz o “R” ile birlikte. Öyle böyle değil loncalar kurmuşuz. Adını koyalım tipik mürit ve cemaat tarzı. Ye- minlerle mesleğin içerisine mesleği etik olarak çerçeveye almaya çalışırken aynı zamanda bir kapalı topluluk bir cemaat bir mürit takımı da var etmişiz. Ve oradan çakıldık: Kelepir Doktor

Loncalar ve müritlerden bayağı pompa motor muamelesi görmeye indirildik ve bunu ka- bul edemedik. Evet, iki yanlıştan bir doğru çıkmıyor. Ama buna hayır derken dünün “lon- ca müritleri” olmaya da gönlümüzün içerisinden geçmesine de hayır demeyi becerebilme- miz lazım. O zaman da sevgili Melih Cevdet Anday’ın Defne Ormanı şiiri aklıma geliyor: felsefe köleliği var edebilir. Tıp felsefesi de bir takım köleler yaratabilir.

Ama ne iyi ki köleler eninde sonunda isyan ederler ve hayat değişir. Sağlıkta yaşanan bu şiddetin bir okuması da aslında tıp paradigmasının yarattığı bu kölelerin var olan köle- lik paradigmasına yanlış da olsa isyanı olabilir mi acaba? İsterseniz burada sevgili Tayfun Günül’ü hatırlayalım. Bu toprakların ilk vicdani retçisiydi, hekimdi. Hekim olmak zaten silaha uzanmamak ölmemek ve öldürmemekten geçiyor. Ama Tayfun Gönül hekimlik yapamadı: neden? Cevabı militarizmle ilişkilidir. Onun deyimiyle “üniformanızın rengi önemli değildir haki de olabilir beyaz da”. Acaba üniformalarımızı haki renkli üniforma- lar gibi kullanmış olabilir miyiz? O yüzden Tayfun Günül’ün mesleğini yapamadığı bir tıp ortamını var ettik.

Tıp yüzleşmeli; kendi doktorluğuyla yüzleşmeli. Bakın hekimliğin doktora olarak ehliyet kazanmasının resmi tarihin kökeninde kadınları yakmamız yer almaktadır. Mesleki ehli- yeti kurumsallaştırmak için hepsine “cadı” dedik. Cadıların yüzde 83’ü kadındı. 100 bin insan yakıldı bu dünyada ve ondan sonra doktorluk bir ehliyet haline geldi. Kadın şifacıları yok ederek büyük bir utançla bu mesleği var ettik resmi anlamda. Büyük ve önemli rapor- lar dediğimiz Flexner Raporu -ki her yerde olumlu rapor olarak tarif edilir- kadın öğren- cilere tıp fakültelerine kapatmıştır. Son derece eril. Minör etnisitelere ve kırılgan gruplara kapatmıştır tıp fakültelerini. Ve bir beyaz biyomedikal hekimlik var etmiştir Flexner’ın öve öve bitiremediğimiz raporu. Bu raporun arkasında Amerikan Tıp Derneği ve dönemin

ABD tıp cemaati vardır: giderek kalabalıklaşıyoruz, cebimizdeki para azalıyor o zaman bu kadınları ve Afro Amerikanları niye doktor yapacağız, biz beyazlar olarak götürelim bu işi, eğer fazla olursak cebimizdeki para azalır mantığı bilimsel dergilere yazılmıştır.

Bence temel sorun kartezyen felsefede yatıyor. Descartes çok büyük bir adam. Kolay değil “düşünüyorum var oluyorum” dedi ama kartezyen felsefe bize şunu da söyledi: bir akıl var bir de beden var, aklı beden içerisinde hapsetti ve asıl olan akıldır. O zaman matematik gibi insanı kodlayalım: beyin yerine bilgisayar, akciğer hava boruları, sinir dediğiniz şey kablolar, içine de kalp adı altında bir pompa... Evet kartezyen düşünce in- sanı mekanik tarzda var etti. Bunun için iki bilgiye ihtiyaç duydu. Bir teknik bilgi. Alet yapacaksınız. Ciğerime bu boruyu nasıl sokacağım? Teknik bir bilgi yani, zekâya ihti- yaç yok. İkinci de bilimsel bilgi.. ama o da objektif ve pozitivist olacak. Gündelik bilgiye sırt dön, inanç bilgisi önemli değildir, sanat bilgisinin bizimle ne alakası vardır: öyle ya bir boruyu ciğere sokacağız o kadar!

Felsefe, araştırmak ve sorgulamak ise tümden gereksiz. Teknik ve pozitivist bilimsel bilgiy- le birlikte bir mekanik insan yarattık. Çünkü Newton dünyasındaydık. Her şey matema- tiksel olarak izah edilebilirdi. Her şey matematik, rakam, p=005 noktasındaydı. Bu yüzden bilimsel bilginin içerisinden de sadece doğa bilimlerini aldık. Formel bilimler olarak man- tığa ve matematiğe sırtımızı döndük. İnsanla uğraşıyorduk ama insan bilimlerine sırtımızı döndük. Bilginin koca bir tren gibi vagonlardan oluştuğunu unuttuk. İnsanı da anlaşılması için parçalara ayırdık. İnsan, toraks, akciğer, boru… parça parça ve sonunda insan kalmaz. Ama tıp olarak çok büyük bir gücümüz vardır. Meme kanserli hiçbir meme hiçbir bulvar gazetesinde yayınlanmaz. Evet her gün kadınlar meta olarak yayınlanır ama o görüntü ya- yınlanmaz. Çünkü bu kanserli bir memedir. Tıbbın işaret parmağı uzandığı ve “bu kötü- dür” dediği zaman toplum bakmaya iğrenir, görmek istemez, dokunmayı reddeder. Yani insanı parça parça yapan ama aynı zamanda topluma işaretleyen bir gücümüz var. Bu o günlerin ulus devletleriyle de çok örtüştü elbet. Çünkü sağlıklı işgücüne ihtiyaç vardı ulus devletlerde. Öyle ya sağlıklı askerler olacaktı ve biz mekanistik tarzda bunları parça parça iyileştirecektik.

Erkek ve Kadın: Doktor ve Hemşire ne çok şey anlatır... Her zaman doktor erkek, hem- şire kadındır. Tabii ki doktor hemşireden daha üstte, daha uzun boylu durur. Elinde- ki silah onu öldürebilecek noktada ve elbette hekimlere herkes hizmet etmelidir, hatta gerekirse hemşire cinsel hizmet bile sunmalıdır. Tamamen eril bir dil kullanıyoruz. Fobiğiz, en başta heteroseksist düzende transfobiğiz, homofobiğiz. Çok kültürlü olma- mıza rağmen kendi kültürümüzün dışındaki herkese dair kapalıyız. Tek tipçi “beyaz” ve “devletin memuru” olarak kodlamışız kendimizi. Topluma ve insana değil, devletçi paradigmalara esir düşmüşüz.

Görelim ki; hasta ile kurduğumuz ilişki biyomedikal babanın oğluyla kurduğu ilişki düze- yinde: otoriter, bilgi veren, onu hastalıktan ve ölümden kurtaran, mutlak saygı bekleyen, yeri geldiğinde seven ya da döven bir patriarkal ilişki.. Biliyoruz ki dilimin sınırları dünya-

24-25 EKİM 2015, ANKARA

137

mın sınırlarıdır. Kullandığımız cümleleri düşünün, hemen hepsi emir kipiyle gidiyor. Bize yüzleşme fırsatı veren jinekolojik şiddet sayfasını okuyalım. Kadının biri hekime başvuru- yor ve “Doktor suratıma bile bakmadı o aleti içime soktu hoyratça”. Evet orası teknik bir iş olmuştur artık. Ve bir başkası; “döl yatağındaki çocuğun akıbetinin ne olacağını kadının erkek olan sevgilisiyle tartışmak”.. Kadına ait bir şey değil sanki. Öyle ya o kadının yani o “mal”ın bir sahibi var ve o “sahibi” muhatap alan bir doktor paradigmasına sahibiz. Ama bilelim ki, bu topraklarda Sağlık Bakanlığı da hekim başlıklı kurulmuş. O yüzden bu iş hep hekimlerin iktidar meseleleri halinde yürümüş. Yeni ulus devleti kuranlar da 1928’de Tababet Yasası çıkarmışlar. Oysa memlekette sadece 1000 hekim var ve hekimlerle ilgili hiç sorun yok. TC, bu yasa ile hekimliği ve hekimleri hem kontrol hem korumasına almış Hatta devlet diyor ki “hekimlerin sivil meslek örgütünü de ben kurarım”... Bu mem- lekette komünizm gelecekse onu da ben getiririm mantığıyla Etibba Odaları kurulmuş. Hekimlik de hekimler de devletin kanatları altına girmiş. Biz bundan son derece mutlu ve memnun olmuşuz. Sıhhiye Meclisleri kurulmuş. Amaç; salgın hastalıklarla mücadele. Kim var Meclislerde: Mülkiye, Tıbbiye, Askeriye... Bu ülkenin üç oğlanı yani. Filmin üç asıl oğlanıyla birlikte bir iktidar kuruluyor. Artık hekimler, mülkiye ve askeriyeyle birlikte bu ülkenin efendisi ve temel sahibi. Oradan nereye geldik?

Şimdi bir panaptikondayız: herkesi gözetleyelim, herkese tetkikler yapalım, herkesi ona- ralım.. Yani sağlıklı yaşamın gardiyanıyız. Kolesterol değerinizi biliyor musunuz? Öyle ya ayakkabı numaranızı bildiğiniz gibi onu da bilmelisiniz.. Bu hayat tazında aslında toplumu bir hapishaneye tıkma ve onun gardiyanı olma çabası, arzusu kaplamış dört bir yanımızı. Ama ne iyi hapishanedekiler zorla, şiddetle isyan ediyorlar gardiyana. Kötü bir yöntem olabilir ama isyan ediyorlar. Bu direnişi görelim.

Eğer burası bir arenaysa bu “arenadan çıkış yok”. Burada her daim şiddet olacak bu para- digmayı var ettiğimiz sürece. O zaman başka bir paradigmaya gidebilir miyiz? Bence böy- lesi bir yol ve yöntemin olduğu kanaatindeyim. Bakın Hipokrat salgın hastalıklara diyor ki: Hastalıkları şöyle teşhis ederiz. “Ortak insan tabiatına, her kişinin özelliklerine bakarız. Hastalıklarına hastaya, bedene, zevke, denenen maddelere, alışkanlıklarına, hayat stan- dardına, düşüncesine, uykusuna, idrarına, dışkısına, gözyaşına, öksürmesine, hıçkırması- na bakıp böyle tanı koyarız”. Yani insan ve hastalık sadece akciğer ve akciğerdeki bir hücre falan değil.

Başka.. Hipokrat bir şey daha vurguluyor bize: “Hekimlerde sorunları tartışma alışkanlı- ğı yoktur” diyor ve ekliyor “sadece birbirlerini kötülerler. Birisinin en iyi dediği reçeteye öbürü der ki ne berbat bir reçetedir”. Demek ki tartışma alışkanlığı kazanmak zorundayız kötülemek yerine.

Başka.. Kadim Doğu’nun tıp eğitimine bakarsanız yani bakarsanız Mustansıriye Medre-

sesi’ne: tıp bilgisi anlatmış, mantık anlatmış, geometri, astronomi anlatılmış. Şaşırmayın

“Doğanın dilidir ve bilinmesi gerekir” diyor.

Doğu’dan yüzünüzü dönün batının tıp eğitimine bakın. Batının tıp eğitiminde önce üç yıl mantık eğitimi var. Önce bir düşün, düşünmeyi öğren, nasıl analiz edebileceğini öğren ve sonra üstüne beş yıl tıp eğitimi al yaklaşımı. Ve sonrasında halkın önünde sınava çekilme: çünkü sen halkın hekimi olacaksın devletin değil.

Başka, bu topraklardan da öğrenebiliriz. Örneğin Dersim coğrafyasından Düzgün Ba- ba’lardan öğrenebiliriz toplumla nasıl ilişki kurulacağını. Oradaki cerrahlardan ve ka- dın şifacılardan öğrenecek çok şeyimizin olduğunu biliyorum. Bu toprakların Nusayri- lerinden öğrenebiliriz; Şeyh Yusuf’un belki taş tedavisini almayız ama Şeyh Yusuf’un o topraklarda toplumla nasıl ilişki kurduğunu, şifa dağıtırken nasıl zenginlikten uzak bir hayat sürdüğünü öğrenebiliriz. Bu topraklarda soyları kırılanlardan öğrenebiliriz: Er- meni toplumu hastaneyi yetimhaneyle birlikte sosyal bir kurum olarak hayata geçirmiş bu topraklarda. Sevgili meslektaşlarımız Fincancıyan ve Zartaryan, herkese ve her etnik gruba sağlık hizmeti sunmuşlar.

Başka, tüm bu öğrendiklerimizi günü gelir bir camide veya bir garın önünde hiçbir çıkar beklemeden o hastanın o şah damarını kontrol eden yüz aklarımızla birlikte hayata nakşe- debiliriz. Ne olur düşünün: Taksim Gezi İsyanında ya da Ankara Katliamında garın önün- de hasta ve hasta yakınlarından şiddet gören bir tane sağlık çalışanı var mıydı?

Hayır yoktu. Çünkü sağlık çalışanları orada devletin değil halkın hekimi ve sağlık çalışanı olmayı kabul etmişlerdi!

Özetlersem, üç cümle söyleyeyim.

İlki Cemil Meriç›ten olsun. Meriç, “Çıkar konuşunca vicdan susar” der. Hakikaten bu top-