• Sonuç bulunamadı

Eriş Bilaloğlu

Toplum ve Hekim Dergisi Hakem Kurulu

Hepimizin dikkatini çekmiştir, biliyorsunuz bu kongrenin bütününde kimi oturum- lar belli isimlerin anısına düzenlenmiş durumda. Herhangi bir oturum herhangi bir kongre bir ismin adına ya da anısına düzenlendiğinde genellikle iki durum söz konusu olur. Kimi zaman üst üste de biner ve o kişi o alanda bilgisiyle, görgüsüyle, tecrübesiyle, mücadelesiyle bir katkı sunmuştur. Ya da hem bunu yapmıştır ve bunu yanı sıra bir biçimde kaybedilmiştir. Bunun anısına ithaf edilir bu oturumlar. Bizim bu oturum da Zafer Açıkgözoğlu anısına ithaf edilmiş durumda. Tüm oturumlara verilen isimler genellikle kaybettiğimiz arkadaşlarımız. Bu da işçi Zafer Açıkgözoğ- lu anısına. Zafer Açıkgözoğlu kimdir? Muhtemelen buradaki katılımcıların önemli bir kısmı biliyordur. Ama hatırlatmakta yarar var. Zafer Açıkgözoğlu adıyla internete girdiğimizde değişik haberler görüyorsunuz. Şunlar söyleniyor: İstanbul Tıp Fakülte- si hastanesinde taşeron işçi olarak çalışan 26 yaşındaki Zafer Açıkgözoğlu çöp torba- larını boşaltırken eline bir enjektör iğnesi battı. Geçen yıl meydana gelen bu kazayı önemsemeyen ve çalışmaya devam eden Açıkgözoğlu bir süre sonra amirleri tarafın- dan acil servisin bodrum katındaki lağım sularını temizlemesi için görevlendirildi. Ancak Zafer Açıkgözoğlu bodrum kattaki bu işi yaptıktan sonra eve gittiğinde ani- den rahatsızlandı. Hastaneye kaldırılan ve enfeksiyon kaptığı anlaşılan Açıkgözoğ- lu’na Hepatit B teşhisi kondu. Karaciğeri iflas etmişti. Aynı hastanede karaciğer nakli yapılan Açıkgözoğlu kısa süre sonra yeniden rahatsızlandı ve iki hafta kaldığı yoğun bakımda hayatını kaybetti.

İş güvenliği ve sağlıkta çalışma koşullarının bir üniversite hastanesinde bile ne du- rumda olduğunu gözler önüne seren bu trajik ölümün ardından Zafer Açıkgözoğ- lu›nun ölmeden önce hastanedeki çalışanlarına bir mektup bıraktığı anlaşıldı» diyor haberlerde. O kısa mektubu da sizinle paylaşayım. Bu bir haber zaten. Bu bilgileri haberden aldım. Şöyle demiş Zafer Açıkgözoğlu: “Yaşarsam malulen emekli olacak-

mışım. Şimdi bunları düşünemiyorum bile. Sonum ne olacak, yaşayacak mıyım bil- miyorum. Taşeron işçileri Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği vasıtasıyla yürütülen

dava süreci devam ediyor. Hastane yetkilileri bizden daha yüksekler. Daha üstünler. Belki onlar kazanacak. Ne karar çıkarsa saygı duyacağız. Elden ne gelir ki? Biliyorum, arkamda iki gün ağlayıp üçüncü gün unutacaksınız. Hayatınıza hiçbir şey olmamış gibi devam edeceksiniz. Benden önce her sene ölen 1500 işçi gibi. Soma’da ölen 301 maden işçisi gibi. Şimdi diyorum ki iş buldum, ekmek buldum diye sevinirken güvenlik önlem- lerinin alınmamasına, gerekli eğitimin verilmemesine, altyapı eksikliğinden canımdan oldum. Yaşamak istiyorsanız sevdiklerinize mutlu bir yaşam sürmek, evlenmek, çocuk sahibi olmak istiyorsanız var olan şartları, eğitimlerin tamamlanmasını isteyin. Ça- lışma Bakanlığı olmak üzere tüm sorumluların yasalarca cezalandırılması en büyük dileğimdir. Ceza alsınlar ki tekrar aynı hatalar yaşanmasın. Güle güle...” Zafer bir ironi

olsun diye mi ‘güle güle’ demiş yoksa o da benim gibi kimi zaman “Allah’a ısmarla- dık, güle güle” denecek yerleri mi karıştırmış ama ‘güle güle’ diye bitirmiş. Mektup böyle. Haber bu. Kimi bilgiler tıbben ne kadar doğrudur ne kadar yanlıştır tartışılır ama net olarak bildiğimiz o ki, 26 yaşında. Yani herhangi bir alanda kötü anlamıyla da kullanalım, iyi anlamıyla da, bir kariyeri olup, bir şeyleri biriktirip, şunları yaptım diyebilmek için henüz çok genç bir yaşta. Ama bir alanda eğer kariyerse evet. Çok az parayla kendisini muhtemelen eşi varsa, çocukları varsa onları geçindirme konusun- da çok üstün bir beceriyi kendisinde toplamış ama iş buldum ekmek buldum diye sevinmiş ve sonuçta 26 yaşında kaybetmiş. Biz bunlara tabii cinayet de diyoruz. Hak- kında yazanlar da bu. Daha detaylı bilgi sahibi olunabilir. Yakınları doğrudan “İs- tanbul Üniversitesi’nde kim vardı, ne yapmış” diye sorabilir ama Zafer bu. Kongreyi düzenleyen arkadaşlarımız ne güzel ki 2-3 gün sonra unutacaksınız dediğimiz bir ar- kadaşımızı, onun şahsında bir süreci, bir durumu unutmadığımızı, unutmamak için çabaladığımızı en azından gösteren bir tutumla bu oturumu onun anısına düzenle- mişler. Kuşkusuz taşeron işçileri için, hele de seçim öncesindeyiz çok fazla vaatlerin ortada dolandığı ama hepsinin aslının astarının ne yapacaklarının eğer bir mücadele edilmezse ne olacağını bilen bir heyetle birlikteyiz. Onun için oraya çok fazla girmek istemiyorum.

Şimdi oturuma geçmek üzere birkaç şey söyleyeceğim. Oturumumuzda 3 konuşmacı- mız var. Kendi birikimleri, uğraş alanları ya da bununla birlikte temsil ettikleri kurum adına sağlık çalışanlarının sağlığı ve güvenliğinde örgütsel durum ve tutumla ilgili bir çerçeve sunacaklar. Muhtemelen o örgütsel durumun birer öznesi, yapıcısı olarak sizler de buradasınız. O nedenle onları belki derleyen, toplayan, belki tartışan, belki eleştiren, belki sizin sorular sormanıza ve hep birlikte tartışmamıza olanak sunacak bir zemin bize sunacaklar. Biz burada konuşurken muhtemelen dünya ekseninde dönmeye de- vam edecek. Onun farkında bile olmayacağız. Dünyada bir saat içerisinde yaklaşık 15 bin bebek doğacak. Bunların 120›si ölecek yine bu bir saat içerisinde. Muhtemelen Tür- kiye›de 150 bebek doğacak bir saat içerisinde. Bunların ikisini kaybedeceğiz. İş kazaları ya da iş cinayetleri noktasında ise Türkiye›de günde 150-200 civarında iş kazası olacak. Bugün pazar, belki o nedenle daha az olabilir ama günde 4-5 tane en az bu kazaların ölümlü sonuçlandığını da biliyoruz. Dolayısıyla umut ederiz bu bir saat boyunca bun- ların hiç biri, olumlu pozitif doğumlar dışında olmaz ve hepimiz için verimli geçen bir toplantı yaparız.

24-25 EKİM 2015, ANKARA

163

Murat Özveri

Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri, Çalışma ve Toplum Dergisi

Örgütsel tutum ve davranış dendiği zaman, katılırsınız katılmazsınız bilemiyorum ama benim bir genellemem var. Birazdan uçağa bineceğim. Uçakta çok olmuyor ama oto- büste oluyor. Soruyorlar hemen ‘nerelisin ve nereye gidiyorsun’ diye. Şimdi eğer bir in- sanla ilk tanıştığınızda nerelisin ve hemen peşinden de eğer yakın bir yerdeyse kimler- densin sorusu geliyorsa ben bu soruların köylü toplumunu referans verdiğini düşünü- yorum. Çünkü nerelisin ve kimlerdensin sorusu, ait olduğun grubun, yörenin güven- ce sistemi içerisinde olup olmadığını, kendisinden sana bir zarar gelip gelmeyeceğini sorguluyor. ‘Nerelisin ve kimlerdensin ‘de olan güvence sistemi de hepimizin bildiği gibi temel üretim aracının toprak olduğu, genel adıyla konuşalım feodal bir sistemin kendi içerisinde dayanışması için oluşturulmuş olduğu sülale, köy, aşiret dayanışması- nı referans veriyor. ‘Ne iş yapıyorsun’ sorusu ise -bu önemli bir soru-, kentli toplumu ve sanayi toplumunu işaret ediyor. Eğer size ‘ne iş yapıyorsunuz’ diye bir soru sorulmuş- sa, ardından siz soruyu soranın kentli ya da sanayi toplumunun ilişkilerini özümsemiş olduğunu düşünebilirsiniz diye düşünüyorum. Eğer hemen peşinden, ‘nerelisin’den sonra ‘kimlerdensin’ sorusu geldiği gibi, bu soruda ‘ne iş yapıyorsun’dan sonraki soru sendikalı mısın diye geliyorsa o zaman süreç tamamlanmış oluyor sanayi toplumunda. Sanayi toplumunun getirdiği toplumsal bilinci özümsemiş birisiyle karşı karşıyayım sonucunu çıkarabiliyoruz. Eğer ‘ne iş yapıyorsun’ sorusunda kalıyorsa sanayi toplu- munda ama henüz daha sanayi toplumunun bireyi olacak kadar gelişmemiş bir bilinçle karşı karşıyayım diye de bir genelleme yapabiliyoruz. Bu benim kendi hayat deneyim- lerinden ürettiğim, rahmetli Nusret Ekin Hocamızın da bize doktorada sık sık tekrarla- yıp ezberlettiği bir denklemin parçası. O da diyordu ki, ‘bir ülkeye gittiğinizde bakın o ülkede eğer bireysel iş yasası varsa iyi kötü bir sanayi vardır” diye. Ama ülkenin politik sistemi Teokrasi olabilir, Monarşi olabilir, Faşizm olabilir, Sosyalizm olabilir, Demokra- si de olabilir ama hepsi olabilir. Siz sadece tahminde bulunabilirisiniz, sağlıklı bir tespit yapamazsınız. Ama o ülkede bireysel iş yasasının yanında özgür toplu pazarlığı düzen- leyen ve buna güvence getiren yasalar sistemi varsa hiç kaygılanmayın. Hiç tereddüt etmeden deyin ki o ülkede siyasal sistem demokrasidir. Dolayısıyla sanayi toplumu, siyasal sistem anlamında demokrasi iddiasındaysa bu demokrasi iddiasını klasik de- mokrasilerin sınırlarının ötesine taşıyacak olan şey toplumun örgütlülük düzeyi ve bu örgütlülüğün de kimin örgütlülüğü olması durumudur. Bu hepinizin bildiği genel çer- çeveyi niye söylüyorum. Kestirmeden lafımı söyleyebilmek için. Örgütsel tabloyu söy- leyebilmek için. Bir örgütün olması ve o örgütün o üyelerinin çıkarlarını temsil ediyor olması gerekir. Eğer örgüt var, örgütün amacı üyelerinin çıkarlarını korumaktansa üye- lerini siyasal sistemle karşı karşıya getirmemek için siyasal sistem adına baskılamak- sa, onların sesini kesmekse, onları ehlileştirmek, sistemin içerisinde uyumlu insanlar haline getirmekse işte o zaman o örgütsel yapının kendisine bir soru işareti koymak ge- rekiyor. Bu soru işareti Türkiye’deki çalışanların örgütlü olduğu, hadi genellemeyeyim, yakinen bildiğim 2 kurum... Benim üyesi olduğum bir organizasyon var bir de yıllardır çalıştığım sendikal yapı var. Her 2 yapı içerisinde istisnaları olmakla birlikte tipik olan, belirleyici olanın üyelerinin çıkarlarından daha fazla sistemin rahatlaması için emniyet

supabı olarak kurgulandıklarını ve sistemin genel mantığına uygun bir tavır içerisin- de olduklarını söylemem gerekiyor.. Ana fikri bu. Yani Türkiye’de barolar ya da avukat örgütlenmesi avukatların mesleki sorunları üzerinden sistemi sınırlarını zorlayacak bir yere doğru evrimleşmiyor. Avukatların mesleki sorunlarını sistemin kendisine çizdiği sınırlar içerisinde ve sistemin izin verdiği kadar gerçekleştirmeye yönelik bir çaba gös- teriyor. Diyor ki, ‘sistem bana bunu verdi ama ey hükümet sen bunu bana vermiyorsun’. Sistemin verdiğini vermiyor, diyor ama sistemin kendisini asla tartışmıyor.

Sendikaların, hele de 1980 sonrası sendikal yapı açısından söylemek gerekirse var olabilmeleri için yani bir işyerinde yetkili sendika olabilmeleri için, bir işyerinde iş- veren tarafından muhatap kabul edilen bir sendika olabilmeleri için Bakanlık tara- fından muhatap kabul edilen bir sendika olabilmeleri için iki gücün icazetini almak zorundalar. Eğer özel sektörse işvereni, eğer kamuysa kamu otoritesinin icazetini ve iznini almadan Türkiye’de sendikaların işçilerin çıkarları ekseninde örgütlenmesi im- kânsıza yakındır. Bu iki gücün icazetini alarak örgütlenen bir yapıya da en azından ILO, yani Uluslararası Çalışma Örgütü sendika demiyor. Sendikanın sendika olabil- mesi için sendika saflığı ilkesine uygun bir şekilde örgütlenmiş olması, yani işveren- den ve siyasal iktidardan bağımsız, üyesini kendi örgütleme yetkisine sahip en fazla temsil kabiliyetine sahip sendika da deniyor, bu iki otoriteyi yani siyasal otoriteyi ve işvereni dengeleyecek bir güce sahip olmuş olması sendika olmasının zorunlu koşu- ludur. Eğer ölçülere bu açıdan bakacak olursanız, sadece sistem içerisinde sistemin izin verdiği yasallıkla sınırlı bir sendikal anlayışın hakim sendikal anlayış olduğunu görüyorsunuz. Bu iki saptama. Barolar ve sendikalar üzerinden yaptığım saptamala- rı tüm meslek örgütlerine kadar götürün. Üç aşağı beş yukarı aynı durumda olduk- larını, birbirlerine çok benzeştiklerini göreceksiniz. Sendikalarla sendika içi huku- ku tartıştığım her toplantıda işçiler ‘ama bizim bilincimiz yok’ derler. Baro Genel Kurullarını örnek veriyordum en cahilleri hukuk fakültesi mezunu olmak zorunda. Aynı şeyler, örneğin iş hukukundaki gruplaşmalar, tercih yapış şekilleri vs. bunların tamamının bir sendikadan çok da farklı olmadığını her iki alanda olan birisi olarak gözlemlemiş durumdayım. Dolayısıyla eğer biz sağlık çalışanlarının ya da işçi sağlığı iş güvenliğinin genelinde örgütsel bir tavırla bu alanı dönüştürmeyi düşünüyorsak, ilk dönüştürmemiz gereken şey içinde yer aldığımız kendi örgütsel yapılar olmak zorundadır. Çünkü bu yapılar, özellikle de sendikal yapı bugün işçilerin sorunlarını çözebilecek refleks üretebilecek durumda değildir. İşçi sağlığı iş güvenliğinin sistem tarafından yani siyasal iktidarlar tarafından… Hadi adını koyalım, kendi kendime dün akşam bir karar verdim. Bundan sonra işveren demeyeceğim. Niye demeyece- ğim onu da söyleyeyim şimdi. Bir kitap hazırlığındaydım. Kitap bitti. Düzenleme- leri oluyor. Ne kadar işveren geçen cümle varsa değiştireceğim. Patron diyeceğim. Çünkü o sözcüğün kendisi işveren. İş sahibi yapan. Pozitif bir anlam içeriyor. Oysa işçi ve işveren arasındaki ilişki bir bağımlılık ilişkisi. Bu bağımlılığı örtüyor. Patron bana göre o bağımlılığı daha da belirgin hale getiriyor. Çünkü dilin de bir işlevi var. İngilizce anlamını düşündüm, The Boss deniliyor, daha mı denk geliyor diye. İşve- ren daha pozitif geliyor gibi. Kısacası bugünkü sistemi koşullandıran yapılmış bir temel tercih var. Hani derler ya güneş çarığı, çarık da ayağı sıkar diye. Bir güneş var.

24-25 EKİM 2015, ANKARA

165

O güneşin adı Türkiye’de ucuz işçilik üzerinden rekabet üstünlüğü sağlamaya dönük bir ekonomik model. Bu modelin mantığına itiraz etmeden bu sorunları çözmemizin çok da mümkün olmadığını düşünüyorum. Bu modelin mantığına itiraz edebilmek için ise o mantığa uygun olarak formatlanmış sendikaların yapıların kendisine itiraz etmek kaçınılmaz bir hale gelmiştir. Son somut örneği metal direnişi. Metal işçileri bu yapıya itiraz ettiler. Çok önemli bir noktaya geldiler. Bekledim ki, bir sürü insan onların yaptığı yasadışı grev midir değil midir tartışmasının içine girmektense ba- kın adam gibi sendikal bir yapı oluşturuyorlar. Bu yapının bir sonraki toplu pazarlık olmalı. Var olan yetki sistemine rağmen toplu pazarlığa oturtacak bir politika bunla- rın üzerine konulmalı diye umut ettim. Kendimce de yazdım çizdim. Ama bu adım atılamadığı için tekrar bu hareket sistemin içerisine alındı. İşten atıldılar. Bir kısmı- nın davaları Salı günü görülecek ve ödüm kopuyor ne olacağını bilmiyoruz. Çünkü tekrar geldik sistemden şefaat dileniyoruz. İşçiler şu ikilemin içerisindeler. Önlerine bir kâğıt konulmuş. Denilmiş ki işçiye, tövbe et. Ediyorum. Yaptığım eylem yanlış- tı. İşverenden özür diliyorum. Mealen söylüyorum, başkalarının gazına geldim. Bir daha bu tür eylemler yapmayacağım diyenlere işbaşı, imzalamayanlara hadi güle güle denmiş. İkilem şu, ya onurunuzdan ödün vererek çalışmayı kabul edeceksiniz, ya da eylem yaptınız eyleminiz yasadışı eylemdi deyip bunun sonuçlarına katlanıp adliye koridoruna gideceksiniz. Başka bir yol bırakılmamış durumda o işçiye. Gidenler na- sıl gidiyor? Bu kez yine başka standarttan sorgulayacaksınız. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nden tutun ILO’ya kadar, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne kadar, eko- nomik sosyal kültürel haklar sözleşmesine kadar hangi uluslararası belgeye bakarsa- nız bakın, çalışma hakkı tanımlanırken özellikle şu vurgu yapılır: Kendisi ve ailesiyle birlikte insan onuruna yakışır bir yaşam sürdüreceği ve sağlık hakkının güvence al- tında olduğu, çalışmaya uygun iş. Buna uygun iş dahi demek mümkün değil. Dolayı- sıyla ILO’nun eksik istihdam dediği şeye istihdam dediğimiz koşullarda bunun adını takacak bir örgütsel tavır olması gereken örgütsel tavır şunu söyleyecek. 10 milyon işsiz var diyorsunuz, yalan söylüyorsunuz. Çalışanların çok büyük bir kısmı ILO’nun yapmış olduğu tanıma uygun bir tanımda değil. Çünkü yüzde 3 özel sektörde ör- gütlülük. Örgütlenme hakkının olmadığı bir koşullarda yapılan iş uygun iş değilse o zaman özel sektördeki istihdamın yüzde 97’si teknik adıyla eksik istihdamdır. Eksik istihdam da aslında işsizlikten çok da farklı bir şey değildir. Yani insanlar ya yetenek- lerine uygun bir işte çalışmıyorlardır, ya da insan onuruna yakışır bir yaşam sürdüre- bilecekleri bir ücretleri yoktur, ya sağlıkları risklidir. Bunların hiçbirisinin olmadığını ileri sürebilmeniz için örgütlenmiş olmaları gerekir. Onları koruyacak olan şey birey- sel iş yasaları değil, örgütlenme hakkı. Ama kendi örgütlerinde kendi iş hukuklarını yaratarak işverenden ve devletten bağımsız örgütlenme hakkını gerçekleştirmişse- niz, o zaman dersiniz ki hayır eksik istihdam yok. Biz onlara örgütlenme hakkıyla güvence verdik. Patronun karşısında eşit güce onu getirdik diyebilirsiniz. Bu yoksa bunu gösteren bir tablo yoksa örgütsel tavır daha başından alınamıyor demektir. Kı- saca, var olan sistem içindeki ekonomik modele, örgütleniş biçiminin yetersizliğine itiraz etmemek bizi sonuca götürmeyecektir. Çünkü palyatif, geçici, bilinci artırarak, kültürü artırarak, işçilerin dikkatini artırarak vs. çözülebilecek bir durumda değildir Türkiye’de işçi sağlığı iş güvenliğinin hiç bir alanı, sağlık dahil. O düzenin ne olduğu

biraz önce söylendi. Arkadaşımız yöneticiydi, kesildi. Birileri geldi, ‘yap’ dedik yap- tık... Bu kadar öznel, bu kadar yöneticinin tavrına bağlı bir işin olduğu yerde örgütsel tavır öncelikle bu işleyişe itiraz etmek zorundadır.

Türkiye’de işçi sağlığı iş güvenliğinin gerçekten olması gereken noktaya götürecek, sağ- lıkta çalışanların da gerçekten olması gereken noktaya götürecek örgütsel tavırdan önce örgütleri tartışmak gerekir diye düşünüyorum. Sistemin formatlamış olduğu, icazet verdiği, makbul sendikalar sadece sistemin çizdiği sınırlar içerisinde var olmayı varlık biçimi haline getirmiş meslek örgütleriyle bir yere varamayacağız diye düşünüyorum. Bunun alternatifini yaratmanın ciddi bir bedel ödemeyi göze almayı gerektirdiğini ve bu bedelin sadece metal işçilerinin ödediği yerde de Nusret Hoca’nın çizdiği, hem en- düstri ilişkiler sistemi, hem siyasal sistemi demokratikleştirmiş bir topluma ulaşmamı- zın da çok zor olacağını düşünüyorum. Sabrınız için teşekkür ederim.