• Sonuç bulunamadı

D. Taşra Egemenlerinin Güçlenmesi

III. YARI SÖMÜRGELEŞME SÜRECİ

1820’lerden Birinci Dünya Savaşı’na kadar geçen yaklaşık yüz yıllık süre Osmanlı iktisadi ve toplumsal düzeni için öncekilerden çok farklı bir dönem oluşturur. Bu dönemde Osmanlı devleti Batı’nın iktisadi, askeri ve siyasal gücü ile karşı karşıya gelirken, ekonomi Batı kaynaklı yeni bir iktisadi düzene, kapitalizme açılmıştır. Sanayi ve ticarette büyük bir gelişme içinde olan Avrupa ülkeleri ile Amerika’nın ucuz hammadde bulma girişimleri, mamul malları için pazar arayışları bu yüzyıl boyunca hız kazanmış, dünyanın siyasi haritası yeniden iktisadi çıkarlara göre şekillendirilmek istenmiştir. Fransız İhtilali’nin ortaya çıkardığı milliyetçilik akımı, Avrupa’da başlayan ayaklanmalar sonucunda krallıkların parçalanması ve ulus devletlerin kurulması, İngiliz sanayi devriminin Kıta Avrupasında da hızla yayılması gibi etkenler Osmanlı İmparatorluğu üzerinde yıkıcı etkiler yaratmıştır. Bu gelişmeler karşısında dünya ülkelerinin bir bölümü bağımsızlıklarını tamamen yitirerek, birer sömürge olurken, diğerleri ekonomik özgürlüklerini büyük ölçüde kaybederek, kapitalizmin gerekleri doğrultusunda siyasal bağımsızlığını sürdürmeye çalıştılar. Osmanlı İmparatorluğu, emperyalistler arası rekabet koşullarında siyasal bağımsızlığını biçimsel olarak sürdürmekle birlikte, özellikle yüzyılın ortalarında yarı-sömürgeleşme sürecine girmiştir.

Osmanlı ekonomisi üzerinde yarı sömürgeleştirme süreci, Batı Avrupa kapitalist ekonomisinin 19. yüzyılın ikinci çeyreğinde ticaret, daha sonra da finans sermayesi ile ülkeye girmesiyle belirginleşmiştir.393 Bu dönem, Avrupalı güçlerin kapitülasyonları

‘ayan’ olan bu kişiler, hangi sözcükle nitelendirilmiş olursa olsun, sonuçta varlıklı ve nüfuzlu taşra egemenleri oldukları gerçeğini değiştirmez.

392 Feridun M. Emecen, “Doğu Karadeniz’de Ayanlık”, s. 193-216.

393 “Yarı sömürge”nin belirleyici özelliği iktisadi yapının “dünya ekonomisi içinde hammadde ihracatçısı – sınai ürün ithalatçısı” şeklinde biçimlenmiş olmasıydı. Uluslararası uzmanlaşmanın bu klasik biçimi, 19.

yüzyılın ilk on yılından başlayarak süregelen dönüşümler sonunda yerleşmiş ve Avrupa kökenli sınai ürünler iç piyasaya büyük ölçüde egemen olmuştu. Yüzyılın sonuna doğru, aslında birer tarımsal ürün sayılması

sistemleştirmek doğrultusunda çok uzun zamandır sürdürdükleri çabaların kritik bir evresiydi. İlk kez Barış, Dostluk ve Ticaret Anlaşması ile Fransa’ya verilen ticari ayrıcalıkların (kapitülasyonların) daha sonra genişleyerek imparatorluğun ticari ve sınai yaşamına olumsuz etkiler yaptığı bilinmektedir. Ancak bu tür ayrıcalıkların etkisi sınırlı olmuştu; ticaret sermayesine ve buna bağlı olarak sınai üretime öldürücü darbeyi indirecek olan, 1838 tarihli İngiliz-Osmanlı ticaret anlaşmasıydı. Avrupa devletleri, Osmanlıların iktisadi bağımlılığını bu anlaşma (Baltalimanı Anlaşması) ile daha da pekiştirmişlerdi.

Mısır valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın 1830’lardaki isyanı karşısında Osmanlılar, imtiyazlar vererek Avrupa’nın diplomatik ve askeri desteğini aramak zorunda kalmışlardı.

Bu tür imtiyazlardan biri olan 1838 anlaşması ile dışa karşı korunma önlemi getirilmeden içerdeki sınırlamalar kaldırılmış, bu da ülkeyi Avrupa’nın açık pazarı haline getirmişti.394 İngiliz tüccarı, Osmanlı toprakları üzerinde, her türlü ticaret serbestliğini kazanmış, yerli tüccarın sahip olduğu bütün haklara sahip olmuş, yerel vergi ve gümrüklerden kurtulmuştu.

Bir yandan yerli sanayi çökerken, diğer yandan da dünya pazarı ile bütünleşmeyi sağlayan asalak bir aracı sınıf türemişti.395 Bu anlaşmanın Batı kapitalizmi için kurduğu açık pazar düzeninin ihtiyacı olan idari ve mali değişim ise Tanzimat reformları ile gerçekleştirilecekti.

“Devletin ve korunan memleketlerin iyi yönetilmesi” söylemine dayanan Tanzimat reformları iç ve dış dinamiklerin birlikte şekillendirdiği bir sürecin ürünü olarak ortaya çıkmıştı. Bir yandan taşradaki ayan sorunu ve Balkanlar’da hız kazanan bağımsızlık hareketleri, öte yandan Batı’nın artan gücü karşısında Osmanlı yönetimi, bir dizi Batı türü reformu uygulamaya koyarak merkezileşmeye çalıştı. Kendi iç dinamikleri itibariyle Osmanlı monarşisinin yapmak istediği şey, yarım yüzyıl önce Batı’nın aydınlanmış monarşilerinin yapmak istediğinden farklı değildi: “Yerel feodal beylerin bireysel

gereken un ile şeker bile Avrupa ve Amerika’dan karşılanmaktaydı. Büyük bir hububat alanı olan İç Anadolu’dan İstanbul’a buğday nakletmek, New York’tan buğday ithal etmekten % 75 daha pahalıydı. Yarı sömürge düzeni, dünya kapitalizmi ile bağlantı noktalarını oluşturan İstanbul, İzmir ve Selanik gibi metropollerin ülkenin diğer bölgeleriyle bağlarını sınırlamıştı. Niyazi Berkes, a.g.k., 2. Cilt, s. 320; Şevket Pamuk, a.g.k., s. 237; Korkut Boratav, Türkiye İktisat Tarihi 1908-1922, İmge Kitabevi, Ankara 2005, s. 28.

394 1838 anlaşmasından sonra Fransa (1838), Hansa Alman Birliği, Birleşik Devletler, Sardunya (1839), İsveç, Norveç, Hollanda, Prusya, Belçika (1840), Danimarka, Toskana (1841) ile yapılan anlaşmalar Osmanlı ticaretini ‘dünyanın en liberal ticareti’ durumuna getirmiştir. Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, Birinci Kitap, s. 108; Reşat Kasaba, Osmanlı İmparatorluğu ve Dünya Ekonomisi: Ondokuzuncu Yüzyıl, Belge, İstanbul 1988, s. 51.

395 Doğan Avcıoğlu, a.g.k., Birinci Kitap, s. 54; İlhan Tekeli, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Mekan Organizasyonunun Evrimi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin Bölgesel Politikası’nın Kökenleri”, Bölge Planlama Üzerine, İTÜ Mimarlık Fakültesi, İstanbul 1972, s. 107.

ayrıcalıklarına son vermek ve egemenliği tüm sınıfa devretmek.”396 Bu amaçla düzenli bir mali sistem oluşturulmaya çalışılmış, egemenliğin kullanımı yerel meclislere verilmiştir.

Dış dinamikler açısından ise Tanzimat döneminin önemi kapitalizmin işleyişine yardımcı olmak üzere iktisadi ve toplumsal ilişkilerin batılı ilkeler doğrultusunda örgütlenmesini gerçekleştirmekti. Bu nedenle Batı kapitalizminin Osmanlı devletinde yaslanmak istediği Rum ve Ermenilere imtiyazlı bir durum sağlanmak istenmiş; gayrimüslim cemaatlere çeşitli hak ve ayrıcalıkların getirildiği birçok düzenleme yapılmıştır. Bunlar elde ettikleri yabancı korumacılığı ve sağladıkları ekonomik fırsatlarla etkili bir toplumsal güç konumuna yükselirken, feodal sistemin ağa, bey, ayan, vb. unsurları da yeni düzen içinde

“yerel meclis üyesi” kimliğiyle yerlerini alacaktır. Osmanlının kapitalizme açılış süreci, ülke içindeki egemen toplumsal güçlerle sanayileşmiş Avrupa ülkelerindeki egemen kesimler arasındaki çıkar birlikleri, çelişkiler, mücadeleler ve uzlaşmalarla ilerlemiştir.

Avrupa kökenli kapitalizm ile iç dinamiklerin karşılıklı etkileşimi, kurumları, toplumsal ve iktisadi yapıları hızla dönüştürmüş, ortaya önceki yüzyıldakilerden çok farklı yapılar çıkmaya başlamıştır. Tanzimat Fermanı’ndan başlayarak, 1850’lerden itibaren demiryolu yapımı konusunda yabancı sermayeye verilen imtiyazlar, 1854 yılında başlayan dış borçlanma, 1856 tarihli Islahat Fermanı, toprakta özel mülkiyeti yasallaştıran 1858 Arazi Kanunnamesi, 1864 Vilayet Nizamnamesi, 1867 yılında yabancıların da İmparatorlukta toprak satın almalarına izin verilmesi ve 1881’de yürürlüğe giren Duyunu Umumiye sistemiyle Osmanlı kaynakları üzerinde yabancı kontrolünün açık bir statüye kavuşması bu sürecin önemli aşamalarını oluşturmaktadır.397

Osmanlı yöneticileri taşradaki unsurlar karşısında merkezi yönetimin gücünü artırmak, orduyu, maliyeyi ve idareyi güçlendirmek için başlatılan girişimlerin pek çoğunda, Avrupalı devletlerin desteğine başvurmak zorunda kalmış; Avrupa devletleri de reform girişimlerini desteklemiştir. Ancak Osmanlı yöneticilerinin 19. yüzyılda kurmaya

396 Birgül A. Güler, Yerel Yönetimler, s. 10-11.

397 1858 tarihli Arazi Kanunnamesi, toprak hukuku alanında gerçekte mevcut uygulamaları kurallaştırmakla yetinmiş, çekingen bir tavır içinde ancak birkaç ufak yenilik yapmaya cesaret edebilmiştir. Bu nedenle Arazi Kanunnamesi, Avrupa sermayesinin hammadde kaynaklarının kontrolünü ele geçirme amacı çerçevesinde değerlendirilmelidir. Barkan’ın sözleriyle Osmanlı devleti köklü bir toprak politikası izlemek yerine, “ecnebi devletlerin ve Hıristiyan tebaanın menfaatlerine uygun bir şekilde, kayıtsız ve şartsız bir liberal nizamın tahakkuku için çalıştı. Fihakika Türkiye’de toprak üzerinde spekülasyon yapmak ve siyasi maksatlarla toprak satın almak isteyen ecnebilerin ve ecnebi ajanlığı ve sermayesi sayesinde zenginleşen bir kısım gayri Müslim vatandaşların tahakkukunu talep ettikleri yeni hürriyetperver nizamdan bekledikleri büyük kârlar vardı.”

Kanunun uygulanmasını sağlamak üzere Avrupa devletleri, memleketin kadastrosunun yapılması için kredi vermişlerdir. Ömer Lütfi Barkan, “Türk Toprak Hukuku Tarihinde Tanzimat ve 1274 (1858) Tarihli Arazi Kanunnamesi”, Tanzimat, Maarif Vekaleti Neşriyatı, İstanbul 1940, s. 99-100.

çalıştığı merkeziyetçilik, artık klasik dönemdeki gibi bağımsız bir merkeziyetçilik değildir.

19. yüzyıl merkeziyetçiliği, yarı sömürge koşullarında ve Avrupa kuvvetler dengesi çerçevesinde inşa edilmektedir. Örneğin İngiltere merkezileşme reformları ve Osmanlı devletinin güçlenmesi sayesinde Rusya’nın sıcak denizlere inmesini engelleyebileceğini düşünüyordu. Gerçekte Batı’yla olan ilişkileri, Osmanlı devletini içerde kuvvetli olduğu ölçüde dışarıda zayıf kılacak nitelikteydi. Avrupa devletleri reform girişimlerine sağladıkları mali ve siyasal destek karşılığında, Osmanlı ekonomisinin dışa daha fazla açılması doğrultusunda talepte bulunuyor, baskı yapıyorlardı. Bu nedenle reformlar ilk aşamalarından itibaren Avrupa devletlerine ekonominin dış ticarete ve yabancı sermayeye açılması doğrultusunda verilen ödünlerle el ele yürümüştür. Ekonomi dışa açıldıkça, Avrupa sermayesinin Osmanlı topraklarındaki gücü artmış; bu süreç Birinci Dünya Savaşı öncesinde İmparatorluğun birbirleriyle rekabet halindeki Avrupa devletleri arasında nüfuz bölgelerine ayrılmasına kadar uzanmıştır.398

Süreç, İmparatorluğun varlığını koruma çareleri aramasıyla koşuttur, bu nedenle Osmanlı yöneticileri atılan adımların uzun dönemli sonuçlarından çok, Avrupa devletlerinden kısa vadede sağladıkları siyasal ve mali desteği düşünmüşlerdir. Avrupa desteği ise Osmanlı’nın zayıf tutularak bütünlüğünün korunması ilkesine dayanmaktadır.

Bu nedenle eyaletlerin yönetilmesine dönük her yeni reform girişimi, çözülüşü biraz daha hızlandırmıştır.399 Batı kapitalizmi ile Osmanlı’nın içsel dinamikleri arasındaki gerilimin sergilendiği en çarpıcı örnek, yönetimde merkeziyetçiliği kurma ile merkeziyetçiliği hafifletme çabalarının iç içe geçmiş olmasıdır. Merkeziyetçilik ve ademi merkeziyetçilik modelleri, I. Dünya Savaşı’na kadar reformcuları meşgul etmiş ve tekrar tekrar yeniden tanımlanmıştır. Yüzyılın merkezileşme - ademi merkezileşme gerilimi; Cevdet Paşa’nın şu sözlerinde somutluk kazanmaktadır: 400

Osmanlı devletinde eskiden merkeziyetçi bir idare usulü yürütülmediği halde, Tanzimatı Hayriye’nin icrasında bazı mertebe merkeziyetçi idare usulüne meylolunup, giderek bu usul bayağı galebe eder gibi oldu ise de, bunun taşralarca pek mahzurları görülmekle, sonradan tekrar eski usule avdet olunmuş ve bunun inzibat ve idarece faydaları görülmüş ise de sonradan yine merkeziyet usulüne meylolunup şimdi bir karışık halde gidiliyor. Halbuki bu esas kararlaştırılmadıkça idarece salim yola

398 Şevket Pamuk, a.g.k., s. 247.

399 “Paradoksal olarak, merkezi hükümet iradesini taşrada kabul ettirmeye çalıştıkça, Rum nüfus, devlet karşısında kendi özerkliğini sürdürme yönünde sürekli bir gereksinim duyuyordu. Taşra reformları bu ayrılığı ortadan kaldırmayıp yalnızca daha fazla açığa çıkmasına yardımcı olmuştu.” Gerasimos Augustinos, a.g.k., s.

118.

400 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Cilt VII, s. 159-160.

gidilemez…işte her şeyden önce bu karışık halden çıkılıp, ittihaz olunacak usuli esasiye kararlaştırıldıktan sonra memurların da derece derece görevleri ve sorumlulukları belirlenmelidir, bu da başlı başına bir iştir.

Yüzyılın ikinci yarısında yapılan yüksek faizli borçlanmalar, kısa sürede borcun borçla ödenmesini zorunlu kılan bir ekonomik kısır döngü yaratmıştı. 1875 yılına kadar onbeş kez dış borçlanmaya giden Osmanlı devleti, yüzyılın son çeyreğine ödeyemediği borçlar karşısında, alacaklı devletlerin baskısı altında girecektir. 1876 yılında Osmanlı devletinin dış borç ödemelerini durdurduğunu ilan etmesinin ardından, Osmanlı hükümeti ile alacaklı ülkelerin temsilcileri arasında başlayan görüşmeler, 1881 yılının Aralık ya da hicri takvime göre Muharrem ayında imzalanan bir anlaşma ile sonuçlanmıştı. Muharrem Kararnamesi olarak adlandırılan bu anlaşma ile ödeme koşulları yeniden düzenleniyor, buna karşılık Osmanlı devleti, imparatorluk içinde yabancı alacaklıların temsilcisi olarak çalışacak ve devletin vergi gelirlerinin bir bölümünü bu alacaklılar adına toplayacak özerk bir örgütün kurulmasını kabul ediyordu. Osmanlı maliyesinin gelir kaynakları arasından tuz ve tütün tekelleri, damga resmi, ham ipekten toplanan öşür, balıkçılık ve alkollü içkilerden alınan vergiler ile Doğu Rumeli vilayetinin ödediği yıllık vergi, Duyunu Umumiye (Genel Borçlar) İdaresi adı verilen ve yabancılar tarafından yönetilen bu kuruluşa devrediliyordu. Osmanlı İmparatorluğu, dış borçlanmalar, Duyunu Umumiye, sürekli imtiyazlar arayarak ülkeye giren yabancı sermaye yatırımları, giderek ağırlaşan ve yaygınlaşan kapitülasyonlar etkisiyle önce iktisadi, daha sonra siyasi alanlarda emperyalizmin denetimine girmiştir.

Tanzimat reformları büyük toprak sahipleri ile üretici köylü arasındaki ilişkiye dokunmamıştır. İltizam sisteminin İmparatorluğun sonuna kadar devam ettiği göz önünde bulundurulursa, ayanın yerel ekonomide belirleyici role sahip olma gücünü 20. yüzyıla kadar koruduğunu söylemek mümkündür. Bu nedenle tarımsal üretim açısından 19. yüzyıl, daha önceki dönemlerden büyük farklılıklar göstermez. Bu yüzyılda küçük ve orta mülkiyetin yanı sıra büyük toprak mülkiyeti de görülmektedir, ancak küçük köylü işletmeleri, daha önceki dönemlerde olduğu gibi, bu yüzyıl boyunca da önemlerini korumuştur.401 Büyük toprak sahipleri, topraklarını, ücretli işçiler kullanan kapitalist işletmeler biçiminde değil, ortakçılık yoluyla köylü hanelerine kiralayarak işletiyordu.

Ücretli işçi çalıştıran büyük kapitalist işletmeler ise Çukurova bölgesinin dışında yaygınlaşmamıştır. Bu nedenle küçük üreticilik ve esas olarak aile emeği ile bir çift öküze

401 Şevket Pamuk, a.g.k., s. 259-262.

dayalı üretim süreci, birkaç yer dışında ağırlığını korumuştur. Bu dönemde gerçekleşen en önemli değişiklik, yüzyılın sonuna doğru pazar için üretimin yaygınlaşması ve Anadolu köylülerinin önceki dönemlerden çok daha güçlü bir biçimde pazar ilişkilerinin içine çekilmesidir. Önceki dönemle benzer bir şekilde bu yüzyılda da yaratılan tarımsal artığa el koyanlar, yalnızca devlet, mültezimler ve büyük toprak sahipleri değildi. Verimliliğin düşük olması, üretimin hava koşullarına bağlı olarak değişmesi, vergi oranlarının yüksekliği ve mültezimlerin baskısı hem kendi topraklarını işleyen küçük ve orta ölçekli üreticileri, hem de ağaların topraklarını işleyen kiracıları tefecilere bağımlı hale getirmişti.

Tefecilik ise farklı bölgelerde, farklı kesimlerin elindeydi. Toprak ağalarının güçlü olduğu yörelerde, ağalar aynı zamanda faizle borç da veriyordu, böylece büyük toprak sahipleri yalnızca tarımsal artıktan daha büyük pay almakla kalmıyor, gerekirse tefecilik yoluyla kendilerine bağladıkları köylüleri topraklarında kiracı olarak kullanıyordu. Diğer bölgelerde ise tefecilik faaliyetleri sarraf, tüccar ve mültezim gibi toplumsal kesimlerin elindeydi.

İmparatorluğun yarı sömürgeleşme, parçalanma ve ortadan kalkma sürecini oluşturan bu yüzyıl, toprağa dayalı örgütleniş bakımından iki alt döneme ayrılarak incelenecektir: II.

Mahmut merkeziyetçiliği ile başlayıp, Tanzimat merkeziyetçiliği ile şekillenerek 1858’de kesilen ilk dönemi, 1860’lı yıllarda başlayan yeni bir dönem izlemektedir. 1850’li yılların ortalarına kadar devam eden ilk dönemde “eyalet idaresinin ıslahı” yönündeki istemler temel olarak iki amaca bağlı olarak gelişmiştir: Taşradaki bireysel ayrıcalıklar üzerinde denetim kurmak ve mali sistemi düzenleyerek, feodal rantın yeni bir biçimde paylaşılmasını sağlamak. 1860’lı yıllarda başlayan ikinci dönem ise imparatorluk topraklarının Avrupa ıslahat programı çerçevesinde yeniden örgütlenmesi ve eyaletlerin özerkleştirilmesine yönelik reformlarla ilerlemiştir.

Osmanlı’nın son yüzyılında devleti kontrol eden toplumsal sınıflar, “batılılaşma”

hareketini destekleyen ve alacaklı durumda bulunan sömürgeci devletlerin burjuvazisi, feodal devlet ricali ve ayan ile aracı nitelikteki bir ticaret burjuvazisidir. Bu egemen güçler arasında kurulan karmaşık ilişkiler sistemi, imparatorluk topraklarının her biri dışarıdan bir başka ülke ile bütünleşmiş etki alanlarına ayrılmasına neden olacaktır.402 Bu bütünleşmenin eklemlerini oluşturan liman şehirleri ve bunların ard bölgesi hızla büyürken, Orta Anadolu ve Doğu Anadolu bölgeleri aynı hızla önemlerini

402 I. Dünya Savaşı’ndan önce İstanbul’da altı Avrupa devletinin imparatorluğun çeşitli yerlerine bağlı postanesi bulunmaktaydı.

kaybedecektir.403 Emperyalist ilişkilerden doğan bölgelerarası dengesizlikler yanı başında ilerleyen merkezileşme çabaları, imparatorluk topraklarının parçalanmış yapısını ortadan kaldıramayacaktır. Devlet örgütlenmesine yönelik her müdahale, parçalanmayı biraz daha derinleştirerek, dışarıyla bütünleşmeyi kolaylaştıracaktır.