• Sonuç bulunamadı

Asya biçiminde, devletin başı, yani hükümdar, toprağın ismen sahibidir; toprağın gerçek sahibi ise topluluktur. Köy toplulukları, kendi işledikleri toprakların ortaklaşa sahibidir. Asya biçiminde özel mülk toprak yoktur, toprağın özel mülkiyeti oluşmamıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’nda ise devlet mülkü (miri mülk) toprak ile özel mülk toprak yan yanadır. Miri toprağın gerçek sahibi devlettir. Üretici köylü, hem miri topraklarda (sipahi tımarlarında) hem de özel mülk topraklarda (mülk tımarlarda) yalnızca işlediği toprağın daimi ve ırsi (toprağı işleyen köylülerin kiracılık konumları, babadan oğula geçmektedir) tasarruf hakkına sahiptir. Devlet mülkü toprağın mülkiyet açısından niteliğini, “devlet”in niteliği belirler. Feodal devlet olarak imparatorlukta, devlete ait toprağı, askeri sınıfın mülkü saymak gerekir, bu nedenle de rant askeri/yönetici sınıf tarafından maledinilmektedir. Berktay, Batı Avrupa ortaçağı ile klasik dönem Osmanlı düzeni arasında yapılacak dikkatli bir karşılaştırmanın, bu hukuki biçimlerin sanıldığı gibi farklı olmadığını ortaya çıkaracağını belirtmektedir.88 Bütün ortaçağ toplumlarında toprak, bugünkü anlamıyla (mutlak, kayıtsız, şartsız) bir özel mülkiyetin değil, çeşitli kesim ve zümrelerin farklı düzeylerdeki fakat iç içe geçen mülkiyet, zilyedlik ve intifa haklarının konusudur. Kısaca, Batı feodalitesi ile Osmanlı İmparatorluğu’nun “feodal toplumsal örgütlenme”nin iki değişik örneği olduğunu söylemek mümkündür. Aradaki fark, birkaç yüz yıl boyunca merkezi bir devletin ve merkezi bir kanunnameler sisteminin koruması altında yaşayan Osmanlı köylüsünün, ortaçağ Avrupası’nın serflerinden çok daha şanslı olmasıdır.89

ve her kademedeki yönetici ve askerler ile ilmiye (ulema) mensuplarını kapsayan devlet görevlileridir. İkincisi ise, bunların dışında kalıp, tarım ve sanayi alanında üretim yapan veya ticaretle uğraşan köylülerle kentlileri kapsamaktadır. Yönetenler ile yönetilenleri birbirinden ayıran en önemli özellik, birinciler vergi vermez fiili üretimde bulunmazlar iken, ikincilerin vergi yükümlüsü üreticiler olmalarıdır. Bu durum toplumsal yapıda devlet ve din unsurlarının toplumsal mevki veren iki kaynak olmasına yol açmıştır. Devlet ve din unsurlarının yanında yer alan üçüncü kaynak ise servettir. Bu tabakalanma imparatorluğun her bölgesinde, kır-şehir ayrımı olmaksızın geçerlidir.

Saltanat beratı ile padişahın kendisine dini veya idari yetki tanıdığı yönetici sınıf üyeleri, ümera (ehli örf) ve ulema olmak üzere başlıca iki gruba ayrılmaktadır.91 Büyük bölümü kul aslından olan ümera üyelerinin toplumsal mevkileri devletten aldıkları güce dayanmaktadır. Padişahın otoritesini temsil eden ümera, en küçüğünden en büyük rütbelisine kadar, görevlerine belli sürelerle atanmış, doğrudan doğruya padişaha bağlı kullardır. Bu kulların, devlet otoritesinin temsilcisi olarak sahip oldukları nüfuzun yanında, görevleri ve yükümlülükleri karşılığı devlet gelirlerinden, kendilerine önemli meblağlar tahsis edildiğinden, aldıklarının bir kısmını sarf etmeye mecbur olmalarına rağmen, özel servet yapmak imkanını buldukları ve bu yolla ekonomik yönden de toplumun üst katlarında yer alıp giderek diğer nüfuzlu gruplarla yakınlaşıp bütünleştikleri anlaşılmaktadır. Ümera mensuplarının sahip olduğu bu sosyo-ekonomik statü, 16. yüzyıl sonundan itibaren ademi merkeziyetçi unsurlara dönüşmelerini kolaylaştırmıştır.

Beylerbeyi, sancak beyi, dergahı ali çavuşları, kapıkulu sipahileri ve yeniçeriler şehirlerde bulunan ümera takımının en önemlileridir. Yönetici sınıfı oluşturan ikinci toplumsal grup, ilmiye sınıfı (ulema) olarak adlandırılan görevlileri kapsamaktadır. Devlet, örfün yanı sıra şeriat kurallarına göre de yönetildiğinden bu zümre mensuplarının, şeriatı (dini) temsil etmeleri sebebiyle ümera sınıfından daha itibarlı oldukları söylenmektedir. “Toplumu yönetmek, eğitmek, aydınlatmakla yükümlü olan” ulema mensupları, bu özellikleri nedeniyle toplumsal piramidin en üstünde yer almaktadır. Kadı, müftü, müderris, naip, mülazim, imam ve hatipleri kapsayan bu grup da, nakdi servet ve mal-mülk zenginliği bakımından, ümera tabakasından aşağı kalmamaktadır. Ümera ve ulema üyeleri arasındaki temel fark, birinciler büyük ölçüde devşirmelerden oluşurken, ikincilerin eğitim gördükleri

91 Başka bir sınıflandırmaya göre askeri sınıf, “Seyfiyye” (yüksek yöneticiler ve ordu mensupları), “İlmiyye”

(ilmi görevliler) ve “Kalemiyye” (idari işleri yürüten memurlar) olmak üzere başlıca üç gruptan oluşmaktadır. Ehli örf, 16. yüzyılda padişah adına emir verme yetkisine sahip kullar anlamına gelmekteydi.

Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu:Klasik Çağ, s. 84.

medreselerin bulunduğu kentlerdeki Müslüman nüfus arasından, esas olarak da İstanbul ile Batı ve Orta Anadolu’daki Türkler arasından gelmesidir.

Osmanlılar aynı sınıflamayı ele geçirdikleri bölgelerde de sürdürmüşler ve halkı, Müslüman olsun ya da olmasın askeri ve reaya olmak üzere ikiye ayırmışlardır.92 Böylece Balkanlar’da yüzlerce aileden oluşan Hıristiyan aristokrasi ile Anadolu beyliklerindeki yönetici sınıflar Osmanlı askeri sınıfının ayrıcalıklarına sahip olmuşlardır. Tarım ve ticaretle uğraşanlar ise ister Müslüman, ister Hıristiyan olsun reaya sayılmışlardır. Reaya kulluk denilen birtakım hizmetleri yapmak veya onun yerine raiyyetlik rüsum denilen vergileri ödemek zorunda olan çiftçi reaya ile bu kulluklardan muaf olan şehirli reaya olmak üzere ikiye ayrılmaktadır.93 Kentli reaya çıraktan kalfaya, kalfadan da yoksul ve zengin ustalara kadar uzanan lonca hiyerarşisi içinde çalışan esnaf, şehirlerarası ya da uluslararası ticaret yapan tüccarlar ile sarraflardan oluşmaktadır.94 Şeriata göre yapılan ayrımda ise reaya, müslim ve gayri müslim olarak iki gruba bölünmektedir. Nüfusun yaklaşık % 90’ı kırsal alanlarda, % 10’u ise kentlerde yaşamaktadır.

Osmanlı devletinde toplumsal düzenin korunması için herkesin kendisine uygun toplumsal mevkide tutulması gerektiği düşüncesine bağlı kalınmıştır. Tebasını, askeri sınıfın imtiyazlarından uzak tutmak devletin temel ilkesidir. Birbirinden özenle ayrılmış bu iki sınıftan reaya arasında yalnızca sınırlarda fiilen savaşanlar ve medresede düzenli eğitim gördükten sonra sultan beratı elde edebilenler askeri sınıfa geçebilmektedir. Ancak yine de Osmanlı devletinde yönetilen sınıftan, egemen sınıfa doğru kısmi bir akışkanlığın olduğu da bilinmektedir. 17. yüzyıl reform yazarları, devletteki çözülmenin nedenini, bu temel ilkenin ihmal edilmesine bağlamışlardı. Belgeler, 16. yüzyılın sonları ile 17. yüzyılın başlarında şehirli tüccarların da askeri sınıfa geçmek için girişimlerde bulunduğunu göstermektedir. Örneğin, Bursalı Bostan adlı bir kişi, ihtisab mukataasını (belediyeler ait

92 A.k., s. 74-75.

93 Fatih Kanunnamesine göre, raiyyetlik rüsumunu belirleyen kulluklar yedi kulluk olarak tespit edilmiştir:

üçgün kişisel hizmet veya yerine 3 akça, bir araba ot veya yerine 7 akça, yarım araba saman veya 7 akça, bir araba odun veya 3 akça, araba ile hizmet veya 2 akça. Bu hizmetler, köylünün sipahi için yerine getirmek zorunda olduğu hizmetlerdir, ancak bu kulluklar Fatih Kanunnamesinde paraya çevrilmiş ve yedi hizmet karşılığı toplam 22 akçalık bir vergi belirlenmiştir. Bu vergiye çift-resmi denmektedir. Çift resmi bir çift genişliğinde toprağı olan köylüden alınır. Yarım çifti olandan yarısı, yarım çiften az toprağı olanlardan da evli olup olmamasına bağlı olarak değişen oranlarda vergiler alınmaktadır. Köyde tarımla uğraşmayan sanatkarlar reayaya ait hizmetlerden muaftır, bu nedenle üç hizmet (süvari için üç gün çalışma) ya da üç akçe ödemektedirler. Kanuni Osmani, reayanın sipahi için birtakım angarya hizmetleri yerine getirmesini adet olarak kabul etmekte, fakat bunları kesin bir şekilde sınırlandırmaktadır. Örneğin reaya kendi köyünde sipahi için anbar yapar, ama ev yapmaya zorlanamaz. Halil İnalcık, “Osmanlılarda Raiyyet Rüsumu”, Belleten, Ekim 1959, 33/92, s. 575-581; Halil İnalcık, “Adaletnameler”, s. 55, 67.

94 Bu sınıflandırmaya ilişkin ayrıntılı bir değerlendirme Sina Akşin, a.g.k., s. 31-40 arasında yapılmıştır.

vergi ve cezalar) iltizama alırken, kendisine dergah-ı ali çavuşluğu verilmesini ve mukatatı bıraktıktan sonra da çavuşluğun üzerinde sürekli kalmasını talep etmiştir.95

Toplumun bir organizma gibi görülüp herkesin hak ettiği toplumsal sınıfta bulunduğuna ve bu yerin dışına çıkmaması gerektiğine dair “dengeci toplum yaratma”

anlayışının eski uygarlıklara dayanan bir geçmişi olduğu bilinmektedir. Buna göre insan toplulukları, insan vücuduna benzer şekilde, her birinin hayati işleve sahip olduğu dört organdan/toplumsal sınıftan oluşmaktadır: Ulema kana, asker balgama, tüccar safraya, reaya sevdaya benzetilmektedir. Sağlıklı bir toplum için bu dördünün birlikteliği önemlidir, ama bu birliğin sayıca dengeli olması gerekmektedir. Bu inanç, Osmanlı’da kendini

“dairei adalet” olarak ifade edilen mitsel-dinsel dünya görüşü ile meşrulaştırmış ve sürdürmüştür.96 “Onbirinci yüzyılda yazılmış Kutadgu Bilig’den 1839 Tanzimat Fermanı’na kadar Türk siyasi/idari literatüründe defalarca tekrarlanan” bu özdeyiş kısaca, hükümdarın askersiz gücü olamayacağını, para olmadığı takdirde askerin beslenemeyeceğini, tebası müreffeh değilse paranın olmayacağını ve halkın refahının da ancak adaletle sağlanacağını vurgulamaktadır. Bu dairenin dışına çıkıldığı zaman, devlet yönetiminin dengesi şaşar, toplumda ahenk bozulur ve ‘adaletsizlik’ ortaya çıkar. Nitekim 17. yüzyıl reform layihalarının tümünde devletin güçsüzleşmesi ve adalet dairesinin işlememesi arasında bağlantı kurulduğu görülmektedir: “Eskiden reaya sipahiye mahsus bütün haklardan men edilmişti...halbuki şimdi kapıkulu olunca adalet kalmadı.” 97

Bu anlayışa göre, ideal Osmanlı insanı “bulunduğu toplumsal sınıfta sabit, siyasal sisteme ve hükümdara mutlak itaatkar ve vergisini ödeyip üretimi aksatmayan kişi”dir.98 Osmanlı padişahlarının zaman zaman devlet otoritesini temsil eden askeri sınıf üyelerinin, reayaya karşı bu otoritelerini kötüye kullanmalarını, kanun, hak ve adalete aykırı

95 Özer Ergenç, XVI. Yüzyılın Sonlarında Bursa: Yerleşimi, Yönetimi, Ekonomik ve Sosyal Durumu Üzerine Bir Araştırma, Yayımlanmamış Doçentlik Tezi, AÜ DTCF, s. 261’den aktaran Cenk Reyhan, a.g.k., s. 278.

96 Halil İnalcık, “Osmanlı Toplum Yapısının Evrimi”, Çev. Mehmet Özden-Fahri Unan, Türkiye Günlüğü, Sayı 11, 1990, s. 31. İnalcık, Hint-İran kaynaklı bu devlet ve idare kavramının İslam öncesi dönemde geliştiğini, İranlı ve Hıristiyan katiplerin istihdamı yoluyla Abbasi Halifeliği’ne, 11. ve 13. yüzyıllar arasında ise Orta-Asya Türk-Moğol gelenekleriyle değişmiş haliyle Osmanlılara geçtiğini söylemektedir. İnalcık, eski Ortadoğu devlet ve yönetim kavramlarının bu yeni ve hızla büyüyen Osmanlı devletine, Anadolu beylikleri ile İran ve Mısır’dan gelen yöneticiler tarafından yerleştirildiğini belirtmektedir. Osmanlı İmparatorluğu:

Klasik Çağ (1300-1600) , s. 71.

97 Ayni Ali Efendi, Osmanlı İmparatorluğu’nda Eyalet Taksimatı ve Bunların Mali Güçleri, (çev. Hadiye Tuncer, Ankara 1964, s. 43; Kitab-ı Müstetab, Osmanlı Devlet Teşkilatına Dair Kaynaklar, Haz. Yaşar Yücel, TTK, Ankara 1988, s. IX-XXXI; Katip Çelebi, Bozuklukların Düzeltilmesinde Tutulacak Yollar, (Haz.

Ali Can), Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara 1982.

98 Cenk Reyhan, a.g.k., s. 277.

tutumlarını olağanüstü tedbirlerle yasaklayan adaletnameler yayınlamaları ve kadının ilgili beyannameyi mahallelerde ve cemaat pazar yerlerinde reayaya bildirmesi, reayadan bir kişi bunun kopyasını isterse bir kelimesini bile gizlemeden ücretsiz vermesi şartı bu anlayışın yansıması olarak görülmelidir. Taşrada egemen sınıf üyelerinin herhangi bir suistimali veya keyfi davranışı karşısında reaya, şikayetleri için hakem durumundaki kadıya, hatta yerel çözüm yollarının tıkanması halinde, doğrudan doğruya bir nevi temyiz mahkemesi özelliği taşıyan divanı humayuna bile müracaat edebilmektedir.99 Bu uygulama Osmanlı siyasal sistemine kolektif karşı-eylemleri azaltmakta hatta yoketmektedir. Reayanın, taşra egemeni eşraf ve ayanı şikayet edebilmesi ve devletten adalet isteyebilmesi, devletin de adaletnameler yayınlayıp bu talebe karşılık vermesi, hem siyasal iktidarın meşruiyetini hem de merkez ve taşra egemenleri arasındaki “mutabakata dayalı” ilişkilerin canlı kalmasını sağlamıştır.100

Bu açıklamalar ışığında Osmanlı toplumu temel olarak yöneten ve yönetilenler olarak ikiye bölünmekte; yönetenler kendi içinde ümera (sivil-asker memurlar) ve ulema (dini görevliler), yönetilenler ise köylü ve kentli reaya olmak üzere farklı kategorilere ayrılmaktadır. Bu anlatıda egemen sınıfların kendi içindeki mücadeleye yer verilmemektedir. Oysa Osmanlı’da yönetici sınıfın bileşimi kurulduğu 14. yüzyılın başından yıkıldığı 20. yüzyıla kadar hep aynı kalmış değildir. Devletin toprak üzerindeki hareketini açıklayabilmek için Osmanlı’da devletin niteliği ya da yönetici sınıfın bileşimi üzerine başka sorular sormak gerekir. Örneğin ulema ve ümera alt sınıflarından oluşan egemen yönetici sınıfın kendi içinde bir mücadele olamaz mı? Ya da taşrada egemen yönetici sınıf, eşraf ve ayan ile merkezdeki bürokratların sınıfsal talepleri herhangi bir an ve yerde örtüşemez mi? Merkez-taşra egemenlerinin ilişkilerinin yönü hangi çerçevede belirlenmektedir? Ayrıca yönetilen sınıf reaya, yönetici sınıf içindeki gruplardan hangisine yaklaşacak ya da tepki gösterecektir ve “bu tavırlarda coğrafi-hukuki merkez-çevre ilişkisi mi yoksa sınıfsal çıkarlar mı belirleyici olacaktır?”101 Bu tür sorulara yanıt bulabilmek için egemen feodal güçleri, Osmanlı hukukunun çerçevesini aşan toplumsal gerçekliği içinde yeniden değerlendirmek gerekir.

99 Feridun Emecen, “Osmanlılarda Devlet, Toplum ve Mahkeme”, 18. Yüzyıl Kadı Sicilleri Işığında Eyüp’te Sosyal Yaşam, (der. Tülay Artan), 1998, s. 73-81; Karen Barkey, Eşkiyalar ve Devlet, Osmanlı Tarzı Devlet Merkezileşmesi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Çev. Zeynep Altok, İstanbul 1999, s. 107-108.

100 Cenk Reyhan, a.g.k., s. 277.

101 Benzer sorular Osmanlı Devleti’nde merkez-taşra ilişkisini liberal tarih yorumunun eleştirisi ve “merkez-taşra mutabakatı” modeli temelinde inceleyen Cenk Reyhan tarafından da sorulmuştur: A.k., s. 278.