• Sonuç bulunamadı

Osmanlı toplum yapısının niteliğine ilişkin değerlendirmelerde, Max Weber tarafından geliştirilen patrimonyal devlet kavramı kilit bir rol oynamaktadır.50 Patrimonyal devlet, yalnızca Osmanlı devletini tanımlama aracı olarak değil, aynı zamanda Cumhuriyet dönemindeki devletin Osmanlı geleneğiyle olan sürekliliğini gösterme aracı olarak da kullanılmaktadır.51 Weber’in sultanizm olarak da adlandırdığı patrimonyalizm formülü,

“keyfiliğin en aşırı boyutlarına ulaştığı” bir yönetim biçimidir. Weber, bu yönetim biçiminin “bütün toprağın tasarrufuna ve bütün tebaanın da köleleşmesine varan” katı biçimler alabileceğini belirtmektedir. Osmanlı’yı tanımlamak için kullanılan merkez-çevre karşıtlığı, durağan toplum yapısı, sınıfların yokluğu, İslam kültürünün etkisi, despotik devlet gibi birçok söylem Weber kaynaklı açıklamaların ürünü olarak gelişmiş ve yaygınlık kazanmıştır.52

50 Patrimonyalizm, kökeninde ev topluluğu şefinin otoritesi bulunan geleneksel otoritenin ideal tipini ifade eden patriyarkalizm kavramsallaştırmasından doğmuştur. Patriyarkalizmden patrimonyalizme geçiş kabaca şu yolu izlemektedir: Şefin otoritesi daha geniş alanlara yayıldıkça, bölgesel idari örgütler kurulmaktadır.

Patrimonyal şef yeni görevler çıktıkça otoritesinin dağılmasına engel olmak için çeşitli çarelere başvurmakta ve yeni görevleri kendisine bağlılığı olan başka memurlara vermektedir. Patrimonyal idarede memurlar görevlerini yerine getirirken doğrudan şefe hizmet etmektedir. Bu sistemde şefin keyfiliğini önleyen en önemli unsur, şefin amacının refah devletini gerçekleştirmek olmasıdır. Buna göre sultan, tebaasının babasıdır ve tebaasının refahını gerçekleştirmelidir. Weberci analizler, bu düşüncenin “her şeyin devletten beklenmesi” şeklinde Cumhuriyete devredildiğini iddia etmektedir. Metin Heper, Modernleşme ve Bürokrasi, Türk Sosyal Bilimler Derneği Yayınları, Ankara 1973, s. 72-74.

51 “Güçlü devlet geleneği” tezini beslendiği kaynaklar, kuramsal öncülleri, temel argümanları ve politik sonuçları açısından inceleyen bir çalışma: Demet Dinler, “Türkiye’de Güçlü Devlet Geleneği Tezinin Eleştirisi”, Praksis, Sayı 9, s. 17-54.

52 II. Dünya Savaşı’ndan sonra Weber’in “patrimonyal bürokrasi” kavramı, Karl Wittfogel’in 1957 yılında yayımlanan Oriental Despotism (Doğu Despotizmi) adlı kitabı ile canlılık kazanmıştır. Karl A. Wittfogel, Oriental Despotism: A Comparative Study of Total Power, 1957.

Weber, Osmanlı İmparatorluğu’nun patrimonyal yapısının sürekliliğini prebendalizm kavramı ile açıklamıştır.53 Prebendalizm, Türk toplumlarında Büyük Selçuklulardan, Anadolu Selçuklularına ve Osmanlılara kadar, her imparatorluğun bünyesinde oluşan ve çözülenin yerine yeni bir tarihsel patrimonyal imparatorluğun doğmasına yol açan bir olgudur. Weber bu kavramı, The Religion of China başlıklı eserinde Çin İmparatorluğu’na da uygulamıştır. Prebend, resmi görevlilerin devlete ait topraklardan veya diğer kamu gelirlerinden rant almaları demektir; Weber, bu hakka sahip resmi görevlilere dayanan sisteme prebendalism adını vermiştir. Bu sistem, Weber’in Doğu feodalizmi ile Batı feodalizmi arasındaki farklılığa vurgu yapan kavramsallaştırmasından kaynaklanmaktadır.

Batı feodalitesinin kral ve vassallar arasında bölünmüş siyasal egemenlik biçimi karşısında, Doğu’da prebendler, merkezi siyasal gücün zayıflamasını ve egemenliğin bölünmesini engellemektedir. Örneğin, Batı’daki patrimonyal yapılar (Karolenj İmparatorluğu) çözülmelerine egemen olan sürecin prebendalizm değil de feodalizm olması nedeniyle uzun süreli olamamışlardır. Weber, prebendalist sistemin pazar ekonomisinin gelişmesine elverişli olmadığını ileri sürmüştür. Weber’in temel sorunu, Batı’da kapitalizmin ortaya çıkışının “kültürel olarak biricikliğinin” koşullarını ve özelliklerini araştırmaktır; bu yaklaşım kendisini izleyenlerin Doğu’yu Batı’da olmayanlar üzerinden anlatmalarının önünü açmıştır.54

Türkiye’de patrimonyalizm analizi, büyük ölçüde “merkez-çevre” modeli ekseninde geliştirilmiştir.55 Burada temel olarak, devlet ve toplum arasında Batı’daki gibi uzlaşmaya dayalı yasal olarak zorunlu bir sözleşmenin hiçbir zaman gerçekleşmediği ileri sürülmektedir. Batı’da kral, feodal lordlar ve diğer yerel güçlerin çoğulluğu içinde şekillenen bir yönetim yapısının ve bunun doğurduğu sivil toplum yerine, Osmanlı’da merkezin çevre üzerindeki mutlak kontrolü ve denetimi geçerli olmuştur. Toplumun devlete bağlı olma durumu, bireysel özgürlükleri tanımayan, ekonomik çıkarların ve

53 Max Weber, Osmanlı’ya ilişkin değerlendirmelerini Ekonomi ve Toplum başlıklı eserinde işlemiştir. Bu eserin bir bölümü Türkçe’ye de çevrilmiştir: Toplumsal ve Ekonomik Örgütlenme Kuramı, Çev. Özer Ozankaya, İmge Kitabevi, Ankara 1995. Prebendalizm kavramına ilişkin bir değerlendirme: Ali Kazancıgil,

“Türkiye’de Modern Devletin Oluşumu ve Kemalizm”, Toplum ve Bilim, Sayı 17, 1982, s. 74-75.

54 Demet Dinler, a.g.k., s. 19.

55 Şerif Mardin, Metin Heper ve İlkay Sunar’ın çalışmaları bu kapsamda sayılabilecek ilk örneklerdir. İlkay Sunar, State and Society in the Politics of Turkey’s Development, Ankara University of Political Science, Ankara 1974; Metin Heper, Bürokratik Yönetim Geleneği, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyetinde Gelişimi ve Niteliği, ODTÜ Yayını, Ankara 1974; Şerif Mardin, “Power, Civil Society and Culture in the Ottoman Empire”, Comparative Studies in Society and History, 11/3, Haziran 1969; Şerif Mardin, Türkiye’de Toplum ve Siyaset, (der. Mümtaz’er Türköne, Tuncay Önder), İletişim, İstanbul 1992.

Şerif Mardin’i “Türk toplum bilim dünyasının Max Weber’i” olarak nitelendiren bir çalışma: Fuat Keyman,

“Şerif Mardin, Toplumsal Kuram ve Türk Modernitesini Anlamak”, Doğu-Batı Dergisi, Sayı 16.

ticaretin kötü sayıldığı bir değerler sistemi ortaya çıkarmıştır. Bu; Batı’dakinden tamamıyla farklı bir sistemdir. Böylece Osmanlı Batı’ya referansla bir dizi yoklukla tanımlanmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu’nda gücünü pazardan ve özel mülkiyetten alan ve iktisadi faaliyetlerle uyuşacak tipte kültürel ve davranışsal niteliklere sahip bir sivil toplum oluşmamıştır; sivil topluma özgü yapılar – kent yönetimleri ve meslek örgütleri, hukuk sistemi – gelişememiştir. Devlet - toplum karşıtlığından hareket eden bu yaklaşıma göre, merkez sivil toplumun gelişmesine izin vermeyen baskıcı bir siyasal hayat alanı, çevre ise özgürlükçü bir sivil hayat alanıdır.56 Aynı anlayışla, çevrenin yerine kullanılan

‘kenar’ kavramından ise, tamamen emredici ve baskıcı merkeze bağımlı kılınan bir siyasal-toplumsal yapı resmedilerek, iki karşıt yapının ilişkilerinde mücadele ve etkileşimin olmadığı varsayılmaktadır. Buna göre, devlet/bürokrasi merkezi, halk/toplum ise çevreyi temsil etmekte ve bu iki kutup birbirini dışlamaktadır. “Böylece kendileri homojen, türdeş ve sınıfsız, karşılarındakini ise ortak ideolojik bakış ile öteki olarak algılayan” bir zihinsel kurgu yaratılmaktadır.57

Mülkiyet ilişkileri açısından patrimonyalizm, iktidarın ve mülkiyetin mutlak olarak hükümdarın elinde toplanmasına ve devletin sosyo-ekonomik ilişkilerin belirleyicisi olmasına denk düşmektedir. Bu anlamda Osmanlı; küçük köylülük, devlet memuru konumundaki tımar sahipleri ve devlet yöneticileri arasında kurulmuş, patrimonyal çıkarların yeniden üretimine yönelik bir toplum yapısına sahiptir. Sıkı bir denetim altında tutulan kırsal ve kentsel üretim ise yalnızca sürekli tüketen patrimonyal devletin ihtiyaçlarının karşılanmasına yöneliktir. İktidarı ve mülkiyeti tek elde toplayarak, sürekli kendi çıkarını maksimize etmeye çalışan patrimonyal devlet, aynı zamanda her türlü kapitalist birikimi de engellemiştir. Bu açıklama çerçevesinde Osmanlı’dan Türkiye’ye geçiş döneminde de başat rolü oynayanlar, kendilerini devletin çıkarları ile özdeşleştirerek özerk ve güçlü bir grup haline gelen bürokratlar olacaktır.

Tüm bu açıklamalarda toplum ekonomik değil, siyasal bir bütün olarak algılanır;

siyasal elitleri merkeze alan toplum statü gruplarından ve topluluklardan oluşur. Bu gruplar

56 Liberal yaklaşımın bu kurgusu nedeniyle, Osmanlı İmparatorluğu’nda merkezileşme ile yerel yönetimlerin 19. yüzyılda aynı döneme rastlaması, paradoksal bir durum olarak yorumlanmıştır: İlber Ortaylı, Tanzimattan Cumhuriyete Yerel Yönetimler, Hil Yayını, Ankara 1984, s. 29. Birgül A. Güler, bu durumun gerçekte bir paradoks olmadığını ve yerel yönetimlerin neden merkezileşme çağında ortaya çıktığını açıklamaktadır:

Birgül A. Güler, Yerel Yönetimler, Liberal Açıklamalara Eleştirel Yaklaşım, TODAİE, Ankara 1998, s. 67-83.

57 Cenk Reyhan, “Taşranın Osmanlı-Türk Siyasal Yapısına Etkisi”, Toplum ve Bilim, Sayı 83, Kış 1999/2000, s. 268.

devlete bağımlıdır; çünkü devlet kademeleri, askeri ve yönetsel örgütlenmeyi kendi kişisel aracı haline getiren hükümdarın tercihi doğrultusunda dağıtılmaktadır.58 Padişahın hükmü devlet adamlığı pozisyonunun devamını sağlayan tek şeydir. Buna göre Osmanlı İmparatorluğu’nda Batıda olduğu gibi piyasa koşullarında oluşan sınıf yapısı ve bilinci olmayıp, devlet tarafından bahşedilen tabaka yapısı ve bilinci olduğu savunulmaktadır.

Devlet-toplum karşıtlığını merkeze alan ve Osmanlı-Türkiye tarihine ilişkin açıklamalarda egemen düşünce konumuna yerleşen bu yaklaşım, yöntemsel düzeyde iki temel sorun barındırmaktadır. Her iki sorun da Osmanlı ile Batı’nın karşılaştırılma biçiminden kaynaklanmaktadır. İlk olarak Batı’da serf, vassal, feodal lorda bağlılık gibi kavramların birebir karşılığı Osmanlı’da bulunmadığı için Osmanlı’nın feodal olmadığı sonucuna varılmıştır. Osmanlı’nın feodal olmadığını ispatlama uğraşı, Weberyen yaklaşımlar ile ATÜT’çü açıklamaları başvurulan temel savlar itibariyle birbirine yaklaştırmış görünmektedir. Oysa feodalizmi, “kendi topraklarını işleten, geçim kaynaklarıyla doğrudan ilişkisi olan ve topraklarındaki üretimlerinden ortaya çıkan değere belli toplumsal grupların el koyduğu bir köylüler toplumu” olarak tanımlarsak, sanayi öncesi bütün toplumlar bu tanıma uymaktadır.59 Üretim tarzı kavramı, “toplumsal evrimin her aşamasında, belirli toplumsal gereksinmeleri karşılamaya yönelik mal ve hizmetlerin hangi tarzda, yani hangi maddi üretim güçleri temelinde ve ne tür bir toplumsal ilişki çerçevesinde üretildiğinin yoğunlaşmış bir ifadesidir.”60 Bir başka deyişle iktisadi bir kavram olarak üretim tarzı, toplumun ekonomik temeli ile ekonomik ilişkiler örgüsünü anlatmaktadır. Farklı üretim tarzları, farklı maddi toplumsal üretim güçleri ve üretim ilişkileri biçimine karşılık gelmektedir. Bu nedenle üretim tarzı, çeşitli toplumların önemli benzer yanlarını yakalamak arzusundan ve bu doğrultudaki gözlemlerden yola çıkılarak ulaşılan bir soyutlamadır. Bu toplumlar ise, somut tarihi yaşanmışlıklardır.61 Feodalizmi tanımlayan artığa el konuş biçiminin kendisidir, tımarla fief arasında bir fark yoktur; çünkü üretim tarzı ve toplumsal yapı artığa el koyan kişilerin kim olduğu üzerinden değil (devlet, tımarlı sipahi, kral, vassal), sömürü ilişkisinin niteliği üzerinden (artı değeri üretenler ve el koyanlar) tanımlanır. Bu elbette, Osmanlı ile Batı Avrupa ülkelerinin aynı toplumlar

58 Halil İnalcık, “Sultanizm Üzerine Yorumlar, Max Weber’in Osmanlı Siyasal Sistemi Tiplemesi”, Toplum ve Ekonomi, Çev. Kemal Ayrın Akagündüz, Sayı 7, Ekim 1994, s. 5-26.

59 Sureyya Faroghi, Osmanlı Tarihi Nasıl İncelenir?, Tarih Vakfı Yayınları, İstanbul 2001, s. 18.

60 Oğuz Oyan, Feodalizm ve Osmanlı Tartışmaları, İmaj Yayıncılık, Ankara 1998, s. 2-3.

61 Halil Berktay, Kabileden Feodalizme, Kaynak Yayınları, İkinci Baskı, İstanbul 1989, s. 37-39. Üretim tarzı, siyasi, hukuki, askeri, ideolojik, kültürel üstyapı düzlemlerini içermez, bu ikisi yani ekonomik temel ve üstyapılar birlikte soyut olarak sosyoekonomik formasyonu meydana getirir.

olduğu anlamına gelmez; kaldı ki Batı Avrupa ülkelerinin de kendi içlerinde pek çok farklılığı vardır. Bu nedenle ortak bir kavramsal çerçeve kurma gerekliliği, herhangi bir toplumun tarihsel koşullarından kaynaklanan çelişkileri ve özgül siyasal süreçleri anlama çabasını dışlamaz.

İkinci sorun, Osmanlı ile Batı karşılaştırılırken tarihsel dönemlemenin çoğunlukla dikkate alınmamasıdır. Osmanlı için farklı tarihsel dönemler ya yeterince açık bir şekilde ortaya konmamakta ya da dönemlemeye hiç başvurulmamaktadır. Sonuç olarak Osmanlı devleti, hem Batı’nın feodal dönemiyle, hem mutlakiyetçi devlet dönemiyle, hem de kapitalist dönemiyle karşılaştırılmakta; ama her defasında patrimonyal özelliğini korumaktadır. Batı Avrupa’da feodalizm, “bağrından toplumsal sözleşmeler ve bu sözleşmelerin kolaylaştırdığı bir kapitalizm çıkarmıştır, kapitalizme geçiş döneminde mutlakiyetçi devlet kapitalizmin gelişimini merkantilizmle desteklemiştir, aslında sanki her şey Batı’da kapitalizmin gelişimi için hazırlanmıştır.”62 Buna karşın Osmanlı 600 yıllık tarihi boyunca, tek bir çizgi olarak resmedilmekte, homojen bir bütün olarak düşünülmektedir. Böylece Weberyen açıklamaların Osmanlı’yı betimlemek için ulaştığı sonuç, durağan bir toplumsal yapı ve her şeyi yönlendiren kadiri mutlak/despotik bir devlet olmaktadır.

Osmanlı toplumunu açıklamak için başvurulan Weberci analizler, toplumsal gerilimlerin ve çelişkilerin anlaşılmasını engelleyen bir niteliğe sahiptir. Buna göre devletin herhangi bir girişiminin arkasında yatan temel itici güç, devletin kendi kendinin devamını sağlama arzusu olarak görülür; toplumdaki herhangi bir tepkinin kaynağı da merkezin baskısına bağlanır. Temel toplumsal çelişki yöneten devlet - yönetilen toplum arasına konumlandırıldığında Osmanlı’dan bugüne kadar bütün Türkiye tarihi bazen merkezin çevreye, bazen de çevrenin merkeze karşı üstünlüğü olarak yorumlanacaktır.

Oysa “Osmanlı’yı incelerken devletin kendisi artığa el koyma mücadelesinin bir alanı olarak düşünülürse, farklı toplumsal grupların farklı tarihsel koşullarda güç kazanması ya da gücünü kaybetmesi açıklık kazanır…Temelde bakılması gereken üreten ve sömürenler arasındaki ilişkiler, sömürenlerin kendi içindeki kaynakların kontrolü üzerinde verdikleri mücadele, merkez-taşra egemenlerinin ilişkilerinin yönü ve tüm bunların denk düştüğü karmaşık siyasi ve toplumsal yapılanmalardır.”63 Bu nedenle egemen yaklaşımın belki de en önemli sorunu, Batı kaynaklı kuramları veri alıp, Osmanlı ve Türkiye tarihine ilişkin

62 Demet Dinler, a.g.k., s. 24.

63 A.k., s. 22.

çözümlemeyi de buna dayandırmasıdır. Toplumsal ilişkiler/çelişkilerle belirlenen tarihsel gerçeklere dayanmayan bu analizlerde, bir dizi yoklukla karşılaşmak şaşırtıcı olmasa gerekir.

Osmanlı’da despotik devlet ve onun yönetici sınıfının hakimiyeti, toplumu bastırarak, Batı’daki gibi bir devrimin olmasına izin veremeyecek nitelikteyse, cumhuriyete geçişi nasıl açıklamak gerekir? Osmanlı tarihini devlet-toplum karşıtlığı temelinde açıklayan yaklaşımların egemenliği altında, Osmanlı’nın yıkımı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile sonuçlanan toplumsal dönüşüm de “Batıcı bürokratların” ve

“modernleştirici seçkinlerin” tarihi olarak yorumlanmıştır. Bu görüşün eleştirisi ve Cumhuriyet dönemine ilişkin kapsamlı değerlendirme bir sonraki bölümde ele alınacaktır.

Şimdi kısaca Osmanlı toplumunun üretim tarzı üzerine yapılan tartışmaları, Asyagil üretim tarzının Weberyen açıklamalara hangi savları itibariyle yaklaştığını ve Osmanlı’nın bu çalışmada neden feodal olarak nitelendirildiğini açıklayalım.