• Sonuç bulunamadı

D. Sosyo-Ekonomik Gerçekliği İçinde Egemen Sınıfların Niteliği

1. Osmanlı’da Askeri (Yönetici) Sınıfın Bileşimi

Osmanlı ailesi etrafında örgütlenmiş savaşçı gaziler/alpler ile tarikat mensubu şeyh ve dervişlerden (şehirlerde ahiler, kırlarda babailer) oluşmaktadır.103 Bunlardan birinci gruba girenlerin seyfiye (ümera), ikinci gruba girenlerin ise ilmiye (ulema) şeklinde adlandırıldıkları bilinmektedir.

Osmanlı yönetici sınıfının bu ilk kuşağının gelişmesinde başlıca rolü, fethedilen toprakların savaş ortaklarına (gaziler, şeyhler, dervişler) mülk olarak bağışlanması oluşturmuştur.104 Nitekim, Osman Gazi’den I. Murat’a kadar olan dönemde (1300-1360) toplumun egemen sınıfını oluşturanlar, bu ilk kuşak seyfiye ve ilmiye mensupları olmuştur.

Fakat devlet örgütlenmesinin en tepesinde savaşçı birliğin başı olarak, her zaman Osmanlı hükümdarının üstün egemenliği bulunmaktadır. Devletin kuruluşunda rol aldıkları için en az Osmanlı ailesi kadar kendilerini yetkili ve hak sahibi gören diğer ailelerin tasfiye edilerek, Osmanlı yönetiminin merkezileştirilmesi II. Mehmed (Fatih) zamanında gerçekleştirilmiştir. Yönetici sınıf içinde esaslı bir değişiklik ve yeni bir örgütlenme ile beraber yürüyen merkeziyetçi devlet modeli, 15. yüzyılın ortalarında oluşmuş ve 16.

yüzyılın sonlarına kadar bozulmadan devam etmiştir.

Devşirme Sistemi: Kapıkulları

Osmanlı hükümdarları, toprağı vakıf ya da mülk olarak ellerinde tutan etkili Anadolu aileleri ile onların savaş güçlerini oluşturan aşiretlerin güçlenmesini engellemeye çalışmışlardır. Bu amaçla I. Murat döneminde merkezkaç güçlerin oluşması tehlikesine karşı, yeni bir askeri ve idari yapı oluşturulmaya başlanarak, kul sisteminin temelleri

103 Osmanlı Beyliği’nin kuruluşunda tarikatların rolü, Osmanlı tarihinin en ilginç konularından biridir. Fuat Köprülü, Ö. Lütfi Barkan, Abdülbaki Gölpınarlı, Halil İnalcık, Irene Melikof ve Ahmet Yaşar Ocak gibi tarihçiler, bu konuya zengin katkılar getirmişlerdir. İlk Osmanlılarla ilişki kuran en ünlü ‘Anadolu babası’

Hacı Bektaşi Veli’dir. Orhan Gazi’nin, Hacı Bektaşi Veli’yi yeniçerilerin hamisi yapmasıyla, Bektaşilik Osmanlı İmparatorluğu’nun yaygın tarikatlarının en ünlüsü olarak tarihte yerini almıştır. Eski Osmanlı vakayinamelerinin tanıklığı, Bektaşilerin, ilk Osmanlı Sultanları tarafından, henüz iyi özümsenmemiş bir Müslümanlığı uygulayan ve Türkmen aşiretlerinin eski inançlarına yakın halk kitlelerini, devletin bayrağı altında toplamak (yönetmek/denetlemek) ile görevli bir yönetim aracı olarak kullanıldıklarını göstermektedir.

Hacı Bektaş, Anadolu Selçuklu yönetimine başkaldırmış Baba İlyas’ın öğrencisidir. Baba İlyas’ın öğrencileri arasında gelecekte Osman Gazi’nin kayınpederi ve bir tür adli danışmanı olan Şeyh Edebali de bulunmaktadır. Kaynaklar Hacı Bektaş ile Şeyh Edebali arasındaki yakın ilişkiye dikkat çekmektedir. Irene Melikof, bu ilişkinin ilk Osmanlılar ve Bektaşi tarikatı arasındaki ilişkilerin incelenmesi açısından önemli bir unsur olduğunu belirtmektedir. Irene Melikoff, “İlk Osmanlıların Toplumsal Kökeni”, Osmanlı Beyliği (1300-1389), Elizabeth A. Zachariadou (ed.), (Çev. Gül Çağalı Güven, vd.), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1997, s. 150-156; Ahmet Yaşar Ocak, “Osmanlı Beyliği Topraklarındaki Sufi Çevreler ve Abdalan-ı Rum Sorunu (1300-1389)”, Osmanlı Beyliği, s. 171; Ahmet Yaşar Ocak, Babailer İsyanı, s. 57.

104 Arşiv belgeleri, Osman ve Orhan Gazilerin, silah arkadaşlarına, ahi, şeyh, derviş gibi kimselere mülk olarak toprak verdiklerini göstermektedir. Yaşar Yücel, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Desantralizasyon…”, s.

672.

atılmıştır. Kul, “Müslüman doğmamış, kendi tercihiyle değil savaş esiri, devşirme ya da hediye olarak Osmanlı sistemine alınmış, Osmanlı askeri-idari düzeninde en küçük rütbeden en büyüğüne kadar görev almak üzere yetiştirilmiş” kişiyi anlatmaktadır.

Sistemin mantığı, Hıristiyan reayanın erkek çocuklarının belirli kurallar çerçevesinde toplanarak Müslüman Türk kültürü üzerine yetiştirilmesi, yetenekli olanlarının Enderun Mektebi’nde devlet görevleri için eğitilmesi ve bir bölümünün de Acemioğlan Ocağı’nda yetiştirilerek Yeniçeri Ordusu’na katılması esasına dayanmaktadır. I. Bayezit devrinde, yalnız yüksek idari-askeri makamlar değil, tımarlar da kullara verilmeye başlanmıştır. Kul sistemi, “ulemanın askeri şeflerle mücadelesinde vurucu güç olsun diye yarattığı ama sonradan kendi yaratıcısının aleyhine dönen bir devasa makine” olarak tanımlanmaktadır.105 Buna göre Osmanlı devlet yönetiminde önemli bir rol üstlenecek olan kapıkullarının devşirme usulüyle örgütlenmesi düşüncesini padişaha ilk öneren ve teşvik edenlerin, ulema sınıfına mensup devlet adamları olduğu söylenmektedir.

15. yüzyılda fethedilen bölgelerde “yüksek sınıfa mensup beyzadeler” Osmanlı sarayına alınmakta, orada ayrıcalıklı bir eğitim görmekte ve çoğunlukla bey unvanı ile önemli görevlere getirilmekteydi.106 Böylece Osmanlı öncesi Rum, Bulgar, Sırp ve Arnavut aristokrasisine mensup birçok kişi, Osmanlı beyleri ve vezirleri olarak hizmet etmişlerdir. Devşirme yöntemi esas olarak II. Mehmet döneminde kurumsallaşmıştır. Bu dönemden itibaren kullar veziriazamlık dahil, devletin askeri ve idari tüm yürütme mekanizması içine geniş çapta nüfuz etmeye başlamıştır. Ancak Anadolu Selçuklularında olduğu gibi, kul sisteminden gelenlere yalnızca askeri-idari makamlar verilmiş, maliye ve yazı işleri şefliklerine genellikle ilmiye sınıfından Türk-Müslüman unsurlar getirilmiştir.

Bunun yanı sıra, şeriat ve kanunlara göre hüküm verme yetkisi özellikle ulemanın eline bırakılmıştır.

Osmanlı devletinin merkezileşme sürecinde, askeri ve idari görevlerin devşirme sistemi içinden gelen kullar kadrosuna devredilmesinin amacı, taşradaki Türk aristokrasisinin ya da yerel feodal unsurların güçlenmesini, toprakların babadan oğula geçerek özel mülke dönüşmesini önlemektir.107 Devşirme kulları ise cazip tımarlara kavuşabilmek için umutlarını merkezi devletin güçlenmesine bağlamışlardır. Böylece merkezi yönetim devşirdiği kullarla birlikte feodal sömürüyü paylaşarak, bu mekanizmayı

105 Stefanos Yerasimos, a.g.k., Cilt 1, s. 294, 308.

106 Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ, s. 84.

107 A.k., s. 25, 84.

feodal sistemin devamını sağlayacak biçimde geliştirmiştir. Kanunnamelere göre beylerbeyi, sancakbeyi, subaşı ve tımarlı sipahilerin de belli sayıda kapıkulları olması gerekmektedir. Beyler ve paşalar, kullarını konaklarında belli hizmetlerde yetiştirdikten sonra doğrudan doğruya askeri sınıfa sokabilmektedir. Böylece 15. yüzyılda Osmanlılar,

“eyaletlerde kendi konumlarını güvenceye alan ve temsil ettikleri merkezi yetkeyi büyük ölçüde güçlendiren bir sipahi ordusu ve kul kökenli bir askeri yöneticiler topluluğu”

yaratmışlardır. Tımar ve kul sistemi üzerinde yükselen devlet aygıtı, bütün kurum ve kurallarıyla yerleşerek, imparatorluğa dönüşmüştür.

Görüldüğü gibi, askeri sınıfın ümera unsuru gerçekte iki toplumsal gruba dayanmaktadır: Bunlardan ilkini yerel feodal beylerin ve hanedanların çocukları, ikincisini kul sistemi içinden gelenler oluşturmaktadır.108 Daha önceki kulların çocuklarının da taşra yönetiminde zaim, tımar defterdarı, tımar kethüdası gibi görevler alarak ya da doğrudan doğruya sancakbeyliğine getirildikleri görülmektedir. Ayrıca Osmanlıların ele geçirdikleri yerlerdeki aristokrat-yönetici sınıfı kolladıkları ve bunlara Osmanlı düzeninde devlet denetimine tabi de olsa bir yer verdikleri bilinmektedir. Kanuni döneminde yayınlanan kanunnamelere göre, dirlik sahibi kişilerin çocuklarına babalarının mevkileriyle orantılı olarak dirlik verilmesi kuralı, yönetici sınıfın kendi kendini sürdürmesini destekleyen bir anlayışla ortaya çıkmıştır. Ancak yine de “Osmanlı düzenindeki durumun yöneticilerin çocuklarına diğer kişilere oranla daha avantajlı bir başlangıç sağlamaktan ibaret olduğu”

söylenebilir.109 Ayrıca düzene sürekli olarak yeni kulların ve kul oğullarının katılması ile yönetici tabaka çocuklarının arasında ancak en seçkinlerinin ilerlemesi beklenmelidir. Bu nedenle kulların Avrupa’da olduğu gibi, babadan oğula geçen ırsi bir aristokrasiye dönüşmedikleri, üstelik sistemin böyle bir gelişmeye meydan bırakmayacak biçimde merkezi bürokrasi tarafından kontrol edildiği söylenmektedir.110 Ancak 17. yüzyılın sonundan itibaren, eski Enderun mensupları ve devlet görevlileri, devşirmeler yerine kendi çocuklarını saray okullarına ve Enderun’a yerleştirmeye başlamışlardır. Böylece 18.

108 Yaşar Yücel, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Desantralizasyon…”, s. 662. Metin Kunt, merkezi yönetimin güçlendirilmeye çalışıldığı dönemde, kulların mutlak üstünlüğünden söz edilemeyeceğini, aksine yönetsel düzende ümera oğullarının da önemli bir rol oynadığına dikkat çekmektedir. Kunt, arşiv belgelerine dayalı incelemesinde, 16. yüzyılın ortalarından itibaren sancakbeylerinin en az yüzde 40’ının kul değil, ümera oğlu ya da akrabası olduğunu ortaya koymaktadır. Metin Kunt, Sancaktan Eyalete: 1550-1560 Arasında Osmanlı Ümerası ve İl İdaresi, Boğaziçi Üniversitesi, İstanbul 1978, s. 65-66.

109 A.k., s. 69.

110 İnalcık, 16. yüzyılın ikinci yarısında kapıkullarının sayısının 80 bini aştığını söylemektedir. Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ, s. 90.

yüzyılda eyaletlerin yönetiminde de ayanların egemen olmasıyla devşirme sistemi bütünüyle zayıflamıştır.

Genel olarak kulların ilk yetiştikleri toplumdan, sınıfsal kökenlerinden tamamen kopmuş, aile bağları olmayan, padişaha bağlılıkları yüksek kişiler oldukları kabul edilmektedir. Ancak, bu genel görünümün gerçek durumu yansıtmadığını belirten Metin Kunt, “kul asıllı Osmanlıların doğup büyüdükleri bölgeler ve ailelerle ilişkilerini sürdürdüklerine, birbirleri ile çeşitli ilişkiler geliştirdiklerine” dikkat çekmektedir.111 Dolayısıyla bu tabakanın zamanla ayrı bir toplumsal sınıf haline gelmeye başladığını söylemek mümkün görünüyor. İnalcık, 16. yüzyılın ikinci yarısından sonra, merkezi yönetimde ve eyaletlerde egemenliklerini pekiştirerek güçlenen kulların, dirlikler ve diğer toplumsal kaynakları tekelleri altına geçirmeye çalıştıklarını söylemektedir. Kapıkulu askeri, 17. yüzyılda padişahları tahttan indirip, tahta çıkarmaya ve hatta katletmeye varan bir güce ulaşmıştır. 18. yüzyılda, kapıkulu sistemi devlet içinde eski önemini kaybederek, yeni bir nitelik kazanacaktır. Bundan sonra devlet; paşa kapılarında türlü adlarla (sekban, gönüllü, levent) toplanan gruplara resmi sıfat tanıyacak, böylece padişahın icra yetkilerini yalnızca kapıkullarının temsil etme ilkesi terk edilecektir.

Yaşar Yücel, teoride padişahın otoritesini temsil eden taşra ümerasının (beylerbeyi, sancakbeyi, dergahı ali çavuşları, kapıkulu sipahileri ve yeniçeriler), en büyüğünden en küçüğüne kadar itibar ve servet sahibi (ve devletten aldıkları gelirlerin yanı sıra çoğu zaman ticaretle de uğraştıkları için) birer ademi merkezileşme unsuru olduklarını belirtmektedir. Askeri sınıfa dahil olan ve çeşitli görevler alan bir kapıkulu, ülkenin çeşitli yerlerinde belirli sürelerle görev yaptıktan sonra, bir süre başka bir göreve atanmaz ve askerilik statüsünde bir değişiklik olmadan yeniden görev alacakları günü beklerlerdi. Bu bekleme dönemlerinde askerilerin, kişisel servet biriktirme imkanına sahip oldukları ve bu serveti de ticari faaliyetlerde kullandıkları bilinmektedir. Askeri sınıfa mensup olmanın getirdiği toplumsal güç ve otoritenin yanı sıra, ticari faaliyetleri sonucunda elde ettikleri iktisadi güç, bu görevlileri ister istemez “kul” niteliğinden uzaklaştırmaktadır. Nitekim 17.

yüzyıldan itibaren taşrada önemli sosyo-ekonomik güç elde eden ailelerin çoğunun kökeninin de bunlara dayandığı bilinmektedir.112 Yücel, bu konuda arşiv belgelerinden ilginç bir örneğe yer vermektedir: Kasım 1670 tarihinde Diyarbakır Beylerbeyi olan Ömer

111 Metin Kunt, a.g.k., s. 65-66.

112 Yaşar Yücel, “XVI. XVII. Yüzyıllarda Osmanlı İdari Yapısında Taşra Ümerasının Yerine Dair Düşünceler”, Belleten, Cilt XLI, Temmuz 1977, Sayı 163, s. 495-506.

Paşa’nın toplam geliri 14.552.785 akçe olarak görülmektedir. Diyarbakır hassı 1.200.066 akçe olduğuna göre, beylerbeyi, gelirinin yaklaşık olarak 11 katı bir servete sahiptir.

Osmanlı İmparatorluğu’nda devletin merkezileşmesi yönetici sınıf içindeki egemenlik mücadelesi ile iç içe geçmiştir. Bu egemenlik mücadelesi, temelde, doğal olarak bir mülkiyet savaşımı, artı ürünü mülk edinme savaşımıdır.113 Yönetici sınıf bileşimi içinde, gerek şehzadeler arasındaki saltanat kavgaları olsun, gerekse bürokratik aristokrasi içinde ulema, eski Türk beyleri ve kapıkulları arasındaki mücadeleler olsun, bunların hepsinin altında yatan şey aslında iktisadi çıkar çatışmasıdır. Temeli feodal üretim ilişkilerine dayanan bu mücadele, feodal ilişkilerin ortadan kalkması niteliğini hiçbir zaman almamış, feodal sınıf içinde ve feodaller arasında bir savaşım olarak devam etmiştir.

XV. ve XVI. yüzyıllarda devlet aygıtının özdeşleştiği ve çıkarlarını en çok koruduğu sınıf, hanedan mensupları ile vezirlik, defterdarlık, kazaskerlik, beylerbeyliği ve sancakbeyliği gibi yüksek görevleri de ele geçirmiş olan “kul aristokrasisi” idi. Ancak tüccarlarla işbirliği içinde olan bu sınıf da homojen bir yapı taşımıyordu, iç çelişkilerle bölünmüş durumdaydı. Bu anlamda klasik dönemde “merkezi devlet, farklı bir üretim temelinde ve farklı sınıflardan oluşan bir yapıda ortaya çıkan Bonapartist devlette olduğu gibi, çeşitli sınıflar arasında bir denge kurmaya çalışmıştır.”114