• Sonuç bulunamadı

İltizam usulü, bir gelir kaynağının (maden ocağı, tuzla, darphane, gümrük, ispence, dalyan) yıllık gelirinin, asgari değeri genellikle maliye tarafından tespit edilmiş olmak üzere, belirli bir yıl için getireceği azami gelir de düşünülerek mültezimlere bırakılmasıdır.315 Mültezimler, iltizama konu olan vergi kaynaklarının (mukataa) getireceği gelir, vergilerin toplanması sırasında yapılacak masraflar ve elde edecekleri yıllık kâra ilişkin beklentilerine göre devlete teklifte bulunurdu. Hazine bunlar arasında en yüksek teklifi yapan mültezime tahvil adı verilen ve genellikle 3, 6, 9 yıl arasında değişen bir süre için o mukataayı vergilendirme hakkını devrederdi. Bu süre içinde mültezim, devletin sağladığı mali, idari ve adli kolaylıklardan faydalanarak, kanunların çizdiği sınırlar içinde, tam bir girişimci gibi hareket eder, artırmada saptanan miktarı hazineye ödedikten sonra, kalan kısmını kendi kişisel ve meşru kârı olarak kazanırdı. Mukataanın önemine göre, mültezim bir şahıs olabileceği gibi, bir ortaklık da olabilmekte, ya da birkaç mukataa topluca bir mültezime verilebilmekteydi.

15. ve 16. yüzyıllarda iltizama verilen yerler, başlangıçta ticaret ve zanaata konu olan alanlar ile madenleri içermektedir. Miri topraklar ve reayadan alınan vergiler de iltizama verilmekle birlikte, bunların önemsiz bir büyüklüğe sahip oldukları görülmektedir. İltizam sistemi, klasik dönemden itibaren topraktan bağımsız büyük bir parasal servetin birikimine ve yoğunlaşmasına neden olmuştur. 16. yüzyılın ikinci yarısında devletin nakdi gereksinimlerinin artmasıyla birlikte, o döneme kadar tımar düzeninin bir parçası olan ve daha çok tarıma dayanan vergi kaynakları da mukataalara çevrilerek açık artırma yoluyla mültezimlere devredilmeye başlanmıştır. Böylece sermaye sahiplerine, askeri sınıf

314 Huricihan İslamoğlu, a.g.k., s. 29.

315 Yaşar Yücel, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Desantralizasyon…”, s. 680.

mensubu devlet yöneticilerine, ulemaya, sarraf olarak adlandırılan tefecilere ve büyük tüccarlara çekici ve giderek genişleyen bir yatırım alanı açılmıştır. Yaşanan mali kriz, hem vergilendirme sisteminin hem de vergi toplamaktan sorumlu kişilerin değişmesine neden olmuştur. Feodal devletin merkezi niteliğinin çözülüşü ile birlikte, miri toprakların bağrında, bir yandan eski feodaller güçlenirken, bir yandan da yeni tipte yerel feodaller ortaya çıkmaya başlamıştır.

İltizam sistemi, feodal rantın devlet, mültezim ve tefeci sermaye arasında paylaşılması biçimidir. Tımar sisteminin çözülmeye başlamasıyla birlikte devlet, rant ve vergileri eski tımar gelirlerine göre peşin olarak satışa çıkarmıştır. Bu sistemde bir tımarın ya da bir veya birkaç köyün yıllık veya üç yıllık geliri satışa çıkarılıyor, bunu satın alan (mültezim), bu gelirin karşılığını devlete peşin ödeyerek, o tımarın ya da köylerin rant ve vergilerini kendi adına toplatıyordu. İltizam bedelini genellikle tefeciden alan mültezimler, rantın bir bölümünü peşin olarak, toprağın sahibine, yani devlete veriyor, bir bölümüyle tefecinin faizini ödüyor, bir bölümü de kendilerine kalıyordu. Kimi durumlarda geleceğe ait gelirlerin de iltizama verilip, parasının peşin alındığı oluyordu. Mültezimlik, bazı durumlarda bir çeşit taşeronluktu; örneğin bir eyaletin mukataalarını iki seneliğine kiralayan mültezim, burayı parça parça taşeron mültezimlere kefaletle verirdi.316 Böylece vergi kaynakları peşinde koşan ve toplumsal artığa devletle birlikte el koyan bir mültezim hiyerarşisi ortaya çıkmıştır.

İltizam yönteminin en önemli aktörlerinden biri sistemin finansörü konumundaki sarraftı. Mültezimler, iltizam için gerekli parayı büyük ölçüde halk arasında sarraf olarak adlandırılan tefecilerden sağlamakta ve iltizam usulü, bu kesim için ülke genelinde bir faiz kaynağı oluşturmaktaydı. Hiçbir iltizam, mukataayı alan tarafından hazinece resmen tanınmış, beratlı muteber bir sarrafın kefaleti olmaksızın alınamazdı. Sarrafların büyük bölümü imparatorluğun en zengin halkı olan Ermeniler ile Yahudiler arasından çıkmaktaydı. Tımar topraklarının feodal gelirinin iltizama çıkarılması sipahi ile üretici köylü arasındaki bağı ortadan kaldırmış, bunun yerini mültezim/tefeci sermaye ile üretici köylü arasındaki ilişki almıştır. Üretici köylünün karşısındaki ilkinde devletin temsilcisidir, ikinsinde ise özel kişidir. Tımar düzeniyle karşılaştırıldığında iltizam, vergiyi ödeyen üreticiler için çok daha ağır koşullar getirmektedir. Tımar düzeninin mantığına göre sipahi, kendi uzun dönemli çıkarları açısından reayayı korumak, kollamak zorundaydı. Oysa bir

316 Niyazi Berkes, a.g.k., s. 221-226; örneğin Niğbolu ve Silistre sancaklarında 73 tımarın mültezimliği Rusçuk ayanı İsmail Beyin üzerinde kalmıştır. Ömer Lütfi Barkan, “Tımar”, s. 330.

mukataayı en fazla üç yıllık süre için ele geçiren mültezimin daha fazla gelir toplamaktan başka kaygısı yoktu. Bu durum üretici köylülerin ağır sömürü yöntemleri altında ezilmesine yol açmıştır. Feodalizmin bağrında daha katı bir feodal olarak güçlenen tefeci sermaye/mültezim ortaklığı üretici köylüyü daha büyük ölçüde yıkıma ve yoksullaşmaya sürüklemiştir. Tımar sisteminin toprak rantı; sarrafın faizi, mültezimin kârı kılığına girerken, yeni düzende iktidar tefeci-tüccar kesimin eline geçmiştir.

17. yüzyıl, tımar sisteminin düzeltilmesine ilişkin önerilerin tekrar tekrar işlendiği birçok ‘ıslahat belgesi’nin kaleme alındığı bir dönemdir. 1631 tarihli risalesinde, köylerin ve tarlaların kılıç sahiplerine geri verilmesini öneren Koçibey mevcut durumu şöyle betimlemektedir:317

…İslam memleketlerinde olan sancaklar ve eyaletler ismi var, cismi yok, bir ruhsuz kalıba dönmüştür.

Her eyaletin ruhu, parlaklık ve güzelliği tımar ve zeamet ehli idi. Şimdi Rumeli ve Anadolu ve diğer eyaletlerde zeamet sahibi müteferrika, çavuş, katipler ve diğer zeamet ve tımar kulları toplam olarak 7-8 bin adam ancak olup, onların da çoğu kiracı ve hizmetkardır. Bu taktirde yedi sekiz bin adam ile ne iş görülür ve istenilen iş meydana gelir?... Köylerin düzeltilmesi arzu buyurulursa, hepsinden mühim olan zeamet ve tımar ele alınmalıdır. Köyler ve tarlalar kılıç sahiplerine verilmelidir. Zeamet ve tımarın hak sahiplerine dağıtılmasına engel olup, vilayetlerin harap olmasına sebep olanlar, şimdi sayılsa ancak otuz-kırk kişidir…madem ki zeamet ve tımar erbabına verilmez, seferi humayunda her biri bayrağı altında bulunmaz, böyle olunca düşmandan intikam alınmaz. Ve eşkıya inzibat altına girmez. Reaya ve beraya zalimlerin elinden kurtulmaz. İşin doğrusu böyledir.

Koçibey risalesini IV. Murat’a sunmuştu; bu dönemde taşra örgütlenmesinde yeni bir düzenlemeye gidildi. 1632-1634 yıllarında gerçekleştirilen bu düzenleme ile küçük yönetsel birimler birleştirilerek, büyük birimler kurulmuş, ‘eyalet’ sayısı azaltılmıştır.

Temel idari birim sancak yerine eyalet olurken taşranın denetimi tümüyle beylerbeyinin eline geçmiştir. Yeni düzenleme yüksek enflasyon, hızlı nüfus artışı, para ekonomisine geçiş, iktisadi ve askeri örgütlenmenin bozulması gibi dinamikler karşısında, devletin yeni koşullara uyum sağlama hamlesi olarak değerlendirilmiştir.318 Üstelik IV. Murat’ın padişahlığının ilk yılları (1624) Safeviler karşısında Bağdat’ın kaybedildiği, taşra

317 Koçibey Risalesi, s. 53. 17. yüzyılda yaşanan bunalımı açıklamaya çalışan Ayni Ali, Kitab-ı Müstetab yazarı ve Koçibey, tımar sisteminin bozulmasını bu buhranın en önemli unsurlarından biri sayarlar. Bu yazarlara göre, tımar sisteminin bozulmasının başlıca nedeni de dirliklerin “ekabir” (beylerin adamlarına) ellerine düşmüş olmasıdır. Metin Kunt, yeni durumun ümera adamlarına dirlik verilmesinden değil, bu gibi dirliklerin sayıca çok artmasından kaynaklandığı görüşündedir. Çünkü beylerbeylerin adamlarına/yakınlarına (kapıhalkına) daha önceki tarihlerde de dirlik verildiği görülmektedir. Kunt, 16. yüzyıl sonlarında ümera adamlarına öncekinden çok sayıda dirlikler verilmesinin yanı sıra, bunların hala efendilerinin maiyetinde sayıldıkları halde, çeşitli devlet görevlerine de getirildiklerini söylüyor. Metin Kunt, a.g.k., s. 102.

318 Karen Barkey, a.g.k., s. 79.

eyaletlerinde büyük ölçekli eşkiyalık olaylarının başgösterdiği ve devlet görevlileri arasındaki çatışmaların şiddetlendiği bir dönemdir. IV. Murat’ın yüz yüze olduğu iç ve dış sorunların ağırlığı imparatorluk kurumlarının acilen yeniden düzenlenmesini gerekli kılmıştır.

Toplumsal iktidar ilişkilerinin yeniden tanımlandığı ve yeni bir güç dengesinin oluştuğu bu dönemde, tımar sisteminin hala işleyen kısımlarını ıslah etmek için son bir girişim yapılmıştı.319 Zeamet ve tımar sahipleri uzun bir süredir teftiş edilmemiş oldukları için, sistemin yeniden düzenlenmesi uzak bölgeleri de kapsayabilecek yoğun bir teftiş faaliyeti gerektirmişti. IV. Murat, eski bir vezir olan Hüseyin Paşa’yı, tüm tımar ve zeamet sahiplerini toplayıp, belgeleri incelemesi ve hak eden sipahilere yenileme belgeleri vermesi için Rumeli eyaletlerini teftişle görevlendirmiştir. Yenileme belgelerinin kendi sancaklarında ikamet eden ve alaybeylerinin “silah başına” çağrısına uyan tımar sahiplerine verilmesi kararlaştırılmıştır. Anadolu beylerbeyi Mehmet Paşa’dan da benzer işlemleri yerine getirmesi istenmiştir. Böylece yeni bir kayıt tutularak, tımar tahsisinin ve tasarrufunun kuralları yeniden tanımlanmış ve devletin kullanabileceği boş tımarların sayısı ve büyüklüğünü değerlendirirken temel alınacak bilgiler toplanmıştır. Ancak tımarları kimlerin alabileceğine dair yeni kurallar içinde, dirliklerin tımar sahiplerinin oğullarına verilmesi zorunluluğu kaldırılmıştır.320 Böylece, toprakla ödüllendirilmek için savaşlara katılan, nakit parası olup yıllık ödeme yapan (iltizam) ya da ateşli silahları kullanan (yeniçeri) sistem dışından kimselere de kapı açılmıştır. Sonuçta, tımar tahsisiyle ilgili eski kuralların uygulanmamasına karar verilmiştir.

Tımarlı sınıfa girmek için aile geçmişinin bir gereklilik olarak anılmayışı geleneksel sistemden kopmaya işarettir. Bu geleneksel Osmanlı “kanunu kadim ideali”nin reddi anlamına gelmektedir, dolayısıyla nasihatname/layiha literatüründe savunulan düşünceler bu reformda etkili olmamıştır. Çünkü bu düzenleme, daha çok eski kuralların yeniden uygulanmasını vurgulayan dönemin layiha yazarlarının tavsiyelerine karşıt bir özellik sergilemektedir. Layiha yazarları (Koçibey, Veliyuddin) tımar sisteminin yeniden düzenlenmesini istedikleri zaman, tımarların sipahilerin oğullarına dağıtılmasını kastediyorlardı. Sistem dışından kimseleri toprak sahibi yapan tımar tahsisleri, ıslahat

319 Douglas Howard, The Ottoman Tımar System and Its Transformation 1563-1656, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Indiana University, 1987; s. 26-29; 193; 225-227’den aktaran Karen Barkey, a.g.k., s. 79-86.

320 1610 yılında tımar sahiplerinin sayısı 20.000 ile 30.000 arasındadır. Ayni Ali Efendi, Kavanin-i Ali Osman, s. 76.

yazarlarının gözünde meşru değildi. Ne var ki yeni düzenlemeler, taşranın askeri kurumunu, tımar verilmemesi gereken kimselere açıyordu. İltizam uygulamasının bağrında taşıdığı sorunlarla yaygınlaşması ise bir sonraki aşamada birkaç yıllık ayrıcalığın ömür boyu elde edilmesiyle sonuçlandı; Osmanlı 18. yüzyıla malikane sistemiyle başladı.

Malikane Sistemine Geçiş

İltizam, devletin artan masraflarını karşılamak üzere varolan vergi kaynaklarını, parasal mekanizmanın içine katmak gereğinden doğmuştu. Ancak asıl amacı, mümkün olduğu kadar yüksek kâr elde etmekten ibaret bulunan mültezimler, vergi kaynağının korunması ile ilgilenmediği için, mukataalar ekonomiye zarar verici bir nitelik kazanmaya başlamıştır. Sonuçta gelecek yılların mali kaynaklarını korumak, reayanın güvenliğini sağlamak için, bazı mukataalar, “kaydı hayat şartı ile” iltizama verilmiştir. Mali malikane olarak adlandırılan bu yeni sistem, resmi olarak 1695 yılında uygulanmaya başlamıştır.

Yeni uygulamanın iltizam sisteminden farkı, toprak gelirlerini toplama hakkının, iltizam sisteminde 1 ile 10 yıl arasında değişen bir süreyi kapsamasına karşılık, malikane sisteminde malikanecinin ömrü boyunca sürmesidir. Toprak devletin olduğu için satılamaz ve miras yoluyla da geçemezdi, ancak toprağın tasarrufu ömür boyu malikaneyi satın alan kişiye bırakılıyordu. Böylece köylü, daimi ve ırsi olarak tasarrufunda bulunan toprakları, yeni toprak sahibinin rızası ile ancak ortakçılıkla işleyen çiftçi durumuna gelmişti. 18.

yüzyılda tımar sistemi bütünüyle işlevini kaybetmiştir.321

Malikane sistemi içinde birden fazla köyü malikaneleri haline getiren nüfuzlu kişiler, yeni feodal toprak beylerini oluşturmuştur. Vergi kaynaklarını koruması ve vergileri bizzat tahsil etmesi beklenen malikaneci, zamanla İstanbul’da yaşayan ve malikanesini iltizamla yöneten bir çeşit rantiyer haline gelmiştir. Vergi kaynağını, malikane sahibi adına en iyi vergilendirebilecek mültezimler, genellikle mukataa bölgesine yerleşmiş, sayıları az, zengin ve nüfuzlu kimselerdir. Böylece eşraf ve ayan, varolan üretim yapılarını değiştirmeden devlet adına vergi toplamayı sürdürmüş ve taşradaki gücü sayesinde

321 Özer Ergenç, yeni birimin, eskide neyin karşılığı olduğunu şu şekilde açıklamaktadır: “…Örneğin klasik dönemde, eyalet-sancak düzeni içinde, bir sancağın tahrir sonucu belirlenen gelirleri, has-zeamet-tımar adıyla örf mensuplarına dirlik olarak verilir, aynı zamanda yönetim bölgesinde vakıflara ait gelirler de belirlenirdi.

Oysa 18. yüzyılda, sancak yönetiminin mali açıdan sancaklık üzere zabt (yani eskiden olduğu gibi, sancak mutasarrıflarına belirli gelirleri olan dirlikleri arpalık adıyla tahsis etme), miriden zabt (sancak gelirlerinin miri mukataa haline getirilerek, belirlenen yıllık gelirini hazineye vermek koşuluyla, en yüksek teklif getirene yönetimi bırakma) ve malikane suretiyle tevcih (mukataanın tevcihinin hayat boyu olması) gibi bir değişimi söz konusudur ve son ikisi giderek ağırlık kazanmıştır.” Özer Ergenç, “XVIII. Yüzyılda Osmanlı Sanayi ve Ticaret Hayatına İlişkin Bazı Bilgiler”, Belleten, 52/203, Ağustos 1988, s. 532.

tarımsal artığa el koyma sürecinde devlete ve İstanbul’daki malikane sahiplerine ortak olmuştur. Malikanecilere peşin ödemeyi yapmaları için borç veren sarraflar da, vergi toplama sürecinden sağlanan net gelir üzerinden paylarını almaya devam etmişlerdir. Eşraf ve ayan, 18. yüzyıl boyunca bu şekilde güç kazanmış ve yüzyılın ikinci yarısında merkez-taşra dengeleri yeni bir evreye girmiştir.322 Bu tarihten itibaren Anadolu ve Rumeli’nin birçok bölgesinde ayan özerkliklerini, hatta bağımsızlıklarını ilan etmeye başlamıştır.

Osmanlı’da feodal devletin merkezi özelliğinin çözülmesi, iltizam sistemine geçişin olanaklarını yaratırken, iltizam sistemi de devletin merkezi özelliğini daha da çözüp ayrıştırmıştır.323 Bu dönemde “merkez bürokratları ile eşraf ve ayanın servet biriktirmeleri, tüccara borç vererek faizle para işletmeleri, resmi olarak padişahın üstün otoritesi ile çelişen davranış kalıplarında bulunmaları, hatta elde ettikleri serveti merkezden çekinmeyecek derecede kaydetmeleri taşradaki siyasal hareketliliğin değişik yönleridir.”324 16. yüzyılın sonlarından itibaren çözülmeye başlayan kul ve tımar sistemine dayalı klasik dönem merkeziyetçi devlet sistemi, yukarıda bahsedilen sınıfların amaç ve çıkarlarına göre yeniden örgütlenme ve tanımlanma sorunu ile karşı karşıya gelmiştir. Taşrada eşraf ve ayan sahip oldukları yerel otorite ve servetlerini süreklileştirip, sahip oldukları büyük topraklardan/çiftliklerden elde ettikleri rantı en üst düzeye çıkarmak amacıyla daha fazla pazara yönelik üretim yapmanın yollarını arıyor ve fiili durumlarını meşrulaştırmak istiyorlardı. Benzer durum merkezdeki bürokratlar için de geçerliydi.

Tımar sisteminin çözülmeye başlamasıyla birlikte miri toprakların özel kişilerin denetimine geçmesi süreci hızlanmıştır. Ancak sınırlı sayıda çiftlik birer büyük birim olarak işletilmekte, çiftliklerin büyük çoğunluğu küçük parçalara ayrılarak köylü ailelerine ortakçılık yoluyla kiralanmaktaydı. Bu nedenle toprakların büyük bölümünde üretimin yeniden örgütlenmediği, küçük köylü işletmelerine dayanan yapının değiştirilmediği ortaya çıkmaktadır. Bir başka deyişle, yeni yerel feodaller, fiili olarak denetledikleri geniş topraklarda tarımsal üretimi yeniden örgütlemek ve üretim ilişkilerini dönüştürmek yerine, varolan üretim yapıları çerçevesinde artığın daha büyük bölümüne el koymayı tercih

322 Özer Ergenç, XVI.Yüzyılda Ankara ve Konya ,s. 58; Yücel Özkaya, a.g.k.; Mehmet Genç, “Osmanlı Maliyesinde Malikane Sistemi”, Türkiye İktisat Tarihi Semineri Bildirileri, Hacettepe Üniversitesi Yayını, Ankara 1975, s. 213-288.

323 Muzaffer İlhan Erdost, a.g.k., s. 92-95.

324 Cenk Reyhan, a.g.k., s. 280-281.

etmiştir.325 Osmanlı klasik döneminde, bir köyün bütünüyle tek bir sipahinin tımarı yapılmamasına dikkat edildiği gibi, beylerbeyi-sancakbeyi ve vüzera haslarının da belli bir yerde toplanmayıp, dağınık biçimde serpiştirildikleri bilinmektedir. Ancak 16. yüzyıldan itibaren, önemli toprak yoğunlaşmaları meydana gelmiştir.326 Bu değişiklikler taşra yönetim mekanizmasını her biri doğrudan devlete bağlı, küçük dirliklerden oluşan bir sistemden, bölge çapında toplayan bir sisteme dönüştürmüştür.327 Yeni düzen toprağa dayalı örgütlenmede daha geniş, bölge ölçekli yönetim birimlerini öne çıkarmış, toprak üzerinde sancaktan eyalete doğru bir kayma yaşanmıştır.