• Sonuç bulunamadı

C. Yönetimde Denge ve Denetim Sistemi: Taşra Görevlileri

II. FEODAL GÜCÜN ADEMİ MERKEZİLEŞMESİ ve DEĞİŞİM

16. yüzyıl sonlarında Osmanlı; yönetim gelenekleri, devlet örgütlenmesi, maliye politikaları ve toprak düzeni ile Ortadoğu imparatorluklarının en gelişmiş örneğini oluşturmaktaydı. Ancak nedenleri, içeriği ve sonuçları bakımından tartışmalı özellikler sergilemekle birlikte, 1590’lardan itibaren klasik Osmanlı sisteminin, bir gerileme ya da değişim sürecine girdiği kabul edilmektedir.285 Bu bölümde öncelikle değişim sürecine ilişkin yorumlara yer verilecek ve değişimin dinamikleri üzerinde durulacaktır. Ardından toprağa dayalı örgütlenmenin ve merkez-taşra ilişkilerinin nasıl dönüştüğü ortaya konulacaktır.

1970’li yıllara kadar, 16. yüzyılın ikinci yarısında başladığı varsayılan bir “Osmanlı çözülmesi” veya tarih kitaplarındaki deyişle “duraklama ve gerileme devri”nden söz edilirken, çeyrek yüzyıldır bu yaklaşımın sorgulandığı görülmektedir.286 İlk yaklaşımı benimseyen Osmanlı tarihçileri bu yeni dönemi hem gerileme ve ademi merkezileşme, hem de Sultan Süleyman’ın altın çağındaki toplum/kamu düzeninin (nizamı alem) çöküş dönemi olarak resmederler. Buna göre imparatorluğun klasik kurumları, özellikle ordu ile onun temelini oluşturan mülkiyet ve vergi sistemi yozlaşmış, toplumun işlevsel tabakalaşmasında çatlaklar görülmeye başlanmış, kayırmacılık ve rüşvet artmıştır. 17.

yüzyılın sonunda Kutsal İttifak karşısında uğranan yenilgi ve Macar topraklarının kaybedilmesi ise genel iktisadi, askeri ve toplumsal gerilemenin doğrudan sonuçları olarak yorumlanmıştır.

Osmanlı toplum yapısının 16. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak, klasik düzenden farklı bir yöne evrildiği saptaması, bizzat dönemin düşün adamları tarafından da yapılmıştır. Osmanlı yönetici sınıfına mensup kişiler tarafından kaleme alınmış çeşitli ıslahat layihalarında, III. Murat döneminin son yıllarından itibaren, Osmanlı ülkesinin

285 Genellikle bu dönemin başlangıcını Kanuni’ye kadar indiren tarihçiler, gerilemenin III. Murat’ın saltanatı ile kesin şekilde belirlendiği noktasında hemfikirdir: Mustafa Akdağ, Celali İsyanları, Ankara 1963; Mustafa Akdağ, “Genel Çizgileriyle XVII. Yüzyıl Türkiye Tarihi”, Tarih Araştırmaları Dergisi, IV/6-7, 1966, s. 210-247; Halil İnalcık, “Adaletnameler”, Belgeler, II/3-4, 1965, s. 49-145; Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu Klasik Çağ,, s. 9; Osmanlı Devlet Teşkilatına Dair Kaynaklar, Yaşar Yücel (yay.haz.), TTK, Ankara 1988;

Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, V. Cilt, TTK, Ankara 1988, s. 13. Bazı çalışmalarda yeni dönem “post-klasik” şeklinde nitelendirilmektedir: Özer Ergenç, “Şehir Tarihi Hakkında Bazı Düşünceler”, Belleten, C.

LII, Ağustos 1988, Sayı 203, s. 667-683.

286Osmanlı tarihini “yükseliş-çöküş” bağlamında ele alan anlayışın en etkili eleştirileri şöyle sıralanabilir:

Çağlar Keyder-Huricihan İslamoğlu, “Osmanlı Tarihi Nasıl Yazılmalı? Bir Öneri”, Toplum ve Bilim, Nisan 1977, Sayı 1, s. 49-80; Karen Barkey, a.g.k., s. VI, 47; Gabor Agoston, “Avrupa’da Osmanlı Savaşları 1453-1826”, s. 141; Suraiya Faroghi, “Crisis and Change, 1590-1699”, Halil İnalcık ve Donald Quartet (der.), An Economic and Social History, s. 411-636; konuya ilişkin bir değerlendirme: Mehmet Öz, a.g.k., s. 11.

kamu düzeninin bozulmaya başladığı, dönemin ifadesiyle “nizamı aleme ihtilal ve reaya ve berayaya infial” geldiği dile getirilmiştir.287 “Klasik devri yeniden canlandırma” isteğinin 17. yüzyıl boyunca, gerek reform yazarlarının düşüncelerinde (Aynı Ali, Kitab-ı Müstetab yazarı, Koçibey, Aziz Efendi, Katip Çelebi, vs.) gerek IV. Murat ve Köprülü Mehmet Paşa gibi devlet adamlarının uygulamalarında somutluk kazandığı görülmektedir. Reform yazarları, belirli bir düşünce geleneğinden gelen insanlar olarak, karşılaştıkları sorunları İslam-Osmanlı devlet anlayışı çerçevesinde çözümlemişlerdir. Nitekim 19. yüzyıl şarkiyatçıları da altıyüzyıllık Osmanlı tarihini, 16. yüzyılda kurumların yeşermesi ile oluşan “altın çağ” ve onu izleyen bir kültürel “çöküş dönemi” olmak üzere başlıca iki zaman dilimine ayırarak incelemişlerdir.288

1970’li yıllarda ortaya çıkan Batı kaynaklı ikinci yaklaşım ise, daha öncekilerin yetersizliği veya yanlış sonuçları varsayımı üzerine geliştirilmiştir. Günümüzde genel kabul görmeye başlayan bu yaklaşımda, 16. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan krizin neden olduğu hasarın boyutlarının tam olarak bilinemediği ve gerilemeden bahsetmeyi haklı kılacak derecede bozulma olmadığı ileri sürülmektedir. Buna göre, Osmanlı İmparatorluğu’nun güçler dengesinde meydana gelen değişikliklere rağmen en az üç yüz yıl sürmesini sağlayan ılımlı reformların yanı sıra iktisadi, mali ve askeri değişiklikler gibi etkenlere vurgu yapılarak, gerileme yerine değişim ya da uyum sözcüklerinin önerildiği görülmektedir. Osmanlı yönetim sisteminin, 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren değişmeye başladığını savunan bu açıklamalarda, “çözülme-çürüme-çöküş” imgesinin düzeltilmeye muhtaç olduğu ileri sürülmektedir.

Osmanlı tarihini “yeni kabuller doğrultusunda açıklama işleviyle yüklü”

değişim/uyum kuramı, daha önceki açıklamaları “bütünüyle değiştirecek yeni belge

287 “Osmanlı saltanatının şevket ve kudreti asker ile askerin ayakta durması hazine iledir. Hazinenin geliri reaya iledir. Reayanın ayakta durması adalet iledir. Şimdi alem harab, reaya perişan, hazine noksan üzre…Kılıç erbabı bu halde…Bir taraftan İslam memleketleri elden gitmekte, yine tedbiri görülmez, ilacı sorulmaz, çeşitli sefahat eksilmez. Bu gaflet, ne gaflettir?” Koçibey Risalesi, s. 50. Kitab-ı Müstetab’ın bilinmeyen yazarı, çözülme ve bozulmanın III. Murad’ın (1574-1595) saltanat yıllarında başladığı görüşündedir. Yazara göre, o tarihe kadar şeriata ve kanunlara riayet eden ve adaleti gözeten yöneticiler, III.

Murad devrinden itibaren adaleti bir yana bırakarak, günübirlik çıkarlarından başka bir şey düşünmez olmuşlardır. Ayrıca kul içine yabancılar/devşirme olmayanların karışmasıyla vezir ve beyler birbirine düşmüştür. Devletin temel dayanakları olan kul ve tımar ocaklarının bozulması, savaşları kaybetmenin de temel nedeni olarak gösterilmiştir. Kitabı Müstetab (yazarı bilinmiyor), Osmanlı Devlet Teşkilatına Dair Kaynaklar, (Hazırlayan: Yaşar Yücel), TTK, Ankara 1988, s. XXIII. Lütfi Paşa (Asafname) ve Gelibolulu Mustafa Ali (Nushatus Selatin) de benzer görüşleri dile getirmişlerdir.

288 Bu yaklaşımı sergileyen iki temel örnek: Gibb ve Bowen, Islamic Society and The West, A Study of the Impact of Western Civilization on Moslem Culture in the Near East, Oxford University Press, London 1950;

Bernard Lewis, Modern Türkiye’nin Doğuşu, TTK, Ankara 1970.

koleksiyonlarının keşfi gibi bir gelişmeye dayanmadığı için, genellikle yapılan daha önce kullanılan belgeleri yeniden okuma olmaktadır.”289 Belki de bu nedenle her iki yaklaşımın da ortak noktası, imparatorluğun bu yeni evresinde ademi merkeziyetçi uygulamaların ağırlık kazandığı vurgusudur. Ancak ademi merkezileşme birinci yaklaşıma göre devletin çözülmesine neden olan bir süreç iken, ikinci yaklaşımda devletin yeni koşullara uyum sağlayarak, varlığını devam ettirmesinin bir aracı olarak karşımıza çıkmaktadır. Çözülme-gerileme yaklaşımını eleştirenlere göre, 17. ve 18. yüzyılların ademi merkeziyetçi bir dönem olarak nitelendirilmesinin gerisinde, daha önceki dönemin merkeziyetçi olduğu varsayımı yatmaktadır.290 Oysa, Osmanlı sistemi asıl gücünü, merkezden uzaklaştıkça belirginleşen fiili bir ademi merkeziyetçiliği dışlamayan esnekliğinden almaktadır. Buna göre Osmanlılar, yeni sorunlara yeni cevaplar geliştirebilen bir esnek yönetim modeli sayesinde, iç ve dış dinamiklerin birlikte şekillendirdiği değişme döneminde de karşılaştıkları krizlerin üstesinden gelebilmişlerdir. Bir başka deyişle döneme ait tarihlerde pek açık görünmese de devleti yönetenler, merkezin ve taşranın denetimi konusunda uluslararası krize ve iç koşullara en uygun kararları almışlardır.291

Osmanlı yönetimi altındaki Musul’u inceleyen Dina Rizk Khoury, iltizam ve ayrıcalıklar sisteminin, devletin taşradaki güç ve otoritesini yeniden tanımladığını savunmaktadır.292 Yazara göre, Musul örneği, devletin taşrada, ademi merkeziyet yüzyılı olarak nitelendirilen 18. yüzyılda, klasik döneme göre daha güçlü olduğunu göstermektedir. Khoury, bu süreci ademi merkezileşme modeli ile açıklamak yerine merkez-taşra ilişkilerinin geçirdiği dönüşüm sonucunda, merkezi yönetim ile yerel toplumsal gruplar arasında sağlanan bir uzlaşma olarak görmeyi önermektedir. Musul’da

289 Özer Ergenç, kuram değişikliklerinin ve gerektiğinde belgeleri yeniden okumanın gerekli ve yararlı olduğunu, ancak bu gerekliliğin tarihin kendi içinden kaynaklanması gerektiğini belirtmektedir: “…Böyle olmayınca, yeni tarih için yeni belge bulmada veya eski belgeyi yeninin kanıtı olarak kullanmada zorlanan tarihçilerin ikinci davranış biçimi, sonu gelmez tarihin ne olduğu, tarihçinin ne yaptığı tartışmalarına dalmalarıdır. Bunun sonucunda tarih üzerine düşünmekten ve düşündüklerini yazmaktan, bir türlü düşündüğüne uygun bir araştırmayı gerçekleştiremeyen, belge kullanıyorum görüntüsü veren, fakat kullandığı belgeyi anlamayan, kendine göre setler düzenleyerek, yeni açıklamalara yeni kanıt yaratan tarihçilerle, bu dünyanın tamamen dışında, birkaç belgeyi neşrederek bunun tarihçilik olduğunu sananlar, aynı anda Türk tarihine ürünler vermektedirler. Bu tutumların getirdiği nokta, tam bir çoraklıktır.” Özer Ergenç, “Halil İnalcık Neden Büyük?”, Doğu-Batı, Türk Düşünce Serüveni: Akademidekiler, Yıl 3, Sayı 12, 2000, s. 130-131.

290 Ethem Eldem, “18. Yüzyıl ve Değişim”, Cogito, Osmanlılar Özel Sayısı, Sayı 19, Yaz 1999, s. 188-199;

Mehmet Öz, “17. Yüzyılda Osmanlı Devleti: Buhran, Yeni Şartlar ve Islahat Çabaları Hakkında Genel Bir Değerlendirme”, http://www.history.hacettepe.edu.tr/archive/T. Gunlugu.htm; Karen Barkey, a.g.k., s. 20.

291 Karen Barkey, a.g.k., s. 59.

292 Dina Rizk Khoury, Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Taşra Toplumu: Musul, 1540-1834, Çeviri:

Ülkü Tansel, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1999, s. 238-239.

18. yüzyılın ilk yarısında bir yandan yerel güçler, kırsal ve kentsel gelir kaynakları üzerinde denetimlerini derinleştirirken, diğer yandan mültezimlik ile valilik görevi aynı kişide birleşerek, bu makam Celilzadeler sülalesine verilmiştir. Yazar, ademi merkezileşme süreci gibi görünen bu değişikliklerin, gerçekte Musul toplumunu Osmanlı devletine daha sıkı şekilde bağlayan derin ilişkiler olarak yorumlamaktadır. Ancak, bu uzlaşma, 18.

yüzyılın ikinci yarısından sonra gerilimler ve zorlanmalar yaşamaya başlamıştır. Nitekim 1774 Küçük Kaynarca Anlaşması’ndan bir yıl sonra gerçekleşen Güney Irak saldırısında, asker ve erzak gönderemeyen hükümet, Musul valisinden yardım istemiş, birçok mektup göndermiştir. Musul valisi, başvuruları yanıtsız bıraktığı gibi, otorite boşluğundan yararlanıp tahıl ve koyun eti ticaretini de tekeline almıştır.293 Bu örnek Musul’da güç dengesinin yerel feodal beyler lehine değiştiğini, bir başka deyişle sürecin ademi merkezileşme ve bölgecilik yönünde ilerlediğini göstermektedir. Bu saptamaya rağmen yazar ademi merkezileşmenin Osmanlı devletinin meşruiyetini yeniden tanımladığı iddiasını sürdürmektedir.

Merkezi yönetimin 18. yüzyılda taşrada denetimi kaybetmesine ilişkin çarpıcı bir örnek Nablus’tur. Küçük bir dağ kasabası olan Nablus, Osmanlı devletinin gündemine Napolyon Bonaparte’ın Mısır işgalinden sonra kuzeye ilerleyerek Suriye’ye girmesi ve 1799’da Akka’ya saldırmasıyla gelmiştir. III. Selim topraklarını korumak için, arka arkaya fermanlar göndererek, yerel askeri kuvvetlerin toplanıp istilacılara saldırmasını emretmiş, ancak ne asker ne de para alabilmiştir. Merkezin bu bölgede sahip olduğu denetimin boyutlarını Donald Quartet’in alıntısından öğreniyoruz:294

…Nablus yakınındaki Cenin’de bulunan bir yerel görevli, bölgedeki diğer önderleri Bonapart’a karşı direnmeye çağıran bir şiir yazar. Kentin ve kırsal alanın nüfuz sahibi hanehalklarını ve ailelerini tek tek sayarak cesaretlerine ve askeri güçlerine övgüler düzer. Ancak yirmidört kıtalık bu şiirin içinde bir kere bile padişahı veya Osmanlı idaresini anmadığı gibi, imparatorluğu korumanın gereğinden ya da padişaha hizmet etmenin şan ve şerefinden söz etmez. Onun yerine yerel seçkinlerden ve İslamiyet’in ve kadınların karşı karşıya olduğu tehlikeden söz eder. Bölgeye sel gibi akarak, kendilerini harekete geçirmeye çalışan fermanlara ise, ancak şöyle bir değinip, uzaklardan geldiklerini söyler. Topkapı’nın ihtişamlı kuleleri ve surları çok uzakta kalmış gibidir.

293 A.k., s. 51.

294 Beshara Doumani, Rediscovering Palestine: Merchants and Peasants in Jabal Nablus, 1700-1900, Berkeley 1995, s. 17’den aktaran Donald Quartet, Osmanlı İmparatorluğu 1700-1922, (Çev. Ayşe Berktay), İletişim, İstanbul 2003, s. 164.

Değişimin İç ve Dış Dinamikleri

Osmanlı İmparatorluğu’ndaki değişim, eşit derecede etkili olmamakla beraber, hem iç hem de –özellikle sonraki aşamalarda- dış dinamiklerden kaynaklanan bir sürece denk gelmektedir. 16. ve 17. yüzyıl Osmanlı tarihi için önemli bir bilgi kaynağı oluşturan ıslahat layihalarında, yeni dönemde yaşanan tüm sorunlar yönetimle ilgili iç değişikliklere bağlanmıştır. “Hükümdarlara tavsiyede bulunma literatürü”, padişahların devlet işlerine giderek daha az ilgi göstermesini, veziriazamların düzensizce ve liyakate bakılmadan atanmasını, ordunun gücünün azalmasını, yozlaşma ve çeşitli keyfilikler ile hazineyi doldurmak için başvurulan günübirlik önlemleri gerilemenin nedenleri olarak sıralamaktadır. Bu anlamda layiha yazarlarının yalnızca ülke içindeki kriz üzerinde odaklandıkları görülmektedir. Oysa Osmanlıların ülke içinde yaşadıkları sıkıntılar büyük ölçüde Batı ve Doğu arasındaki iktisadi ilişkilerin değişmesinden kaynaklanmıştır.295

Osmanlı devletinin bir imparatorluk olarak temellerinin atıldığı 15. yüzyıl ortalarında, dünya önemli olaylara sahne olmuştu.296 İktisadi ve siyasal sonuçları itibariyle gelecek yüzyılları şekillendirecek bu olayların en önemlisi Avrupa’nın Amerika kıtasını bulması ve Avrupa’dan Asya’ya doğrudan deniz ticaret yolunun açılmasıdır. Uluslararası ticaret yollarını Asya, Ortadoğu ve Akdeniz’den okyanuslara kaydıran bu gelişmeler, eskiden dünya ticaretinden pay alan Osmanlı ekonomisinin artık dünya ticaretine bağlı bir ekonomi niteliğine dönüşünün habercisidir. Özellikle Asya ticaretini daha güvenilir yollardan yürütme hedefi, Batı’nın gelişmekte olan merkantilist sermayesine 15. yüzyılda yeni yollar, yeni kıtalar ve yeni ülkeler buldurmuştur. Amerika’nın bulunması, Afrika’nın çevresinin dolaşılması yükselen burjuvaziye yeni bir alan açmıştır. Gümüş ve altın akınına uğrayan Batı Avrupa, değişim ve üretimin büyük sıçramalar gösterdiği bu yeni çağda, merkeziyetçi-mutlakiyetçi geniş monarşilerin kurulmasıyla birlikte burjuva sınıfının yükseliş dönemini yaşamaktadır. Hindistan ve Çin pazarı, Amerika’nın yerleşime açılması,

295 Mehmet Öz, gerçekte Osmanlıların keşiflerin olası tehlikelerini fark etmemiş sayılamayacaklarını, hatta bu tehlikeler açıkça ortaya koyan eserler yazıldığına dikkat çekmektedir. Örneğin 1580 yılında, Emir Mehmed İbn Emir Hüseyin el-Suudi tarafından III. Murad adına Amerika’nın keşfine dair “Tarih-i Hindi Garbi” adlı bir eser yazılmıştır. Ancak, Öz’ün de belirttiği gibi, ıslahat layihası yazarları bu konuda sessiz kalmışlardır. Mehmet Öz, a.g.k.,s. 37.

296 15. yüzyıl ortasına kadar uygarlık dünyasının temeli Asya kıtasıdır. Asya’nın en büyük imparatorluğu Çin, ulaşılması özlenen efsanevi bir diyardı. Çin’den Avrupa’ya doğru uzanan topraklarda Hint, İran, Orta Asya, Güney Rusya ve Yakın Doğu bölgelerinde bir imparatorluk dizisi sıralanıyordu. 15. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Batı Avrupa ülkeleri önemli gelişmelere imza attı: 1487’de Afrika’nın güneyinde Ümit Burnu bulundu, 1492’de Amerika kıtası keşfedildi, 1498’de Vasco da Gama, Lizbon’dan yola çıkarak, Afrika üzerinden Hindistan’a ulaştı, 1519’da Magellan dünyayı dolaştı, 1540’da Portekizliler, Hindistan ve Çin ile ticarete başladılar ve 1543’ten itibaren Amerika’dan İspanya’ya gümüş ve altın akmaya başladı.

sömürgelerle alışveriş Batı Avrupa ülkelerinde ticarete, gemiciliğe, sanayiye hiç görülmemiş bir gelişim kazandırmıştır. O güne kadar derebeyliğe ya da loncaya dayalı sanayi işletmesi biçimi, yeni pazarlarla birlikte kabaran istemi karşılamaya yetmez olmuştur. Pazarların büyümesi ve talebin artması, üretimi önce manifaturacılığa, sonra makinelere dayalı sanayiye kaydıracaktır. Dünya iktisadi merkezinin, Akdenizden Atlantiğe kayması, Osmanlı İmparatorluğu’nda ticareti hızla çökertecektir. Bu gelişmeler, yalnızca Osmanlı ekonomisinde sarsıntıya yol açmakla kalmayacak, sanayi sermayesinin (İngiltere ve Hollanda) ticaret sermayesini (Venedik) egemenliği altına almasıyla sonuçlanacaktır. Böylece Akdeniz ticaretinin niteliği de değişecektir. Mamul lüks mallar alıcısı Venedik’li tüccar yerini, hammadde alıcısı İngiliz sermayesine bırakacaktır.

16. yüzyılın ikinci yarısında, Osmanlı devletinin iktisadi yapısında meydana gelen değişimle ilgili olarak üç konu öne çıkmaktadır: Parasal dalgalanmalar, fiyat artışları ve devletin ekonomi politikası. Araştırmalar, imparatorluktaki geniş ölçekli parasal dalgalanmaların, yeni dünyadan akan gümüşün, mal almak için Osmanlı topraklarına giren ve sayıları gittikçe artan tüccarlar tarafından ülkeye getirilmesiyle başladığını, gümüş akışının Osmanlı akçesini etkilediğini ve belirsizliğe sürüklediğini göstermektedir.297 Osmanlı’daki ticari dengenin yapısı, ülkeye giren nakit paranın orada kalmayıp ipek ticareti yoluyla İran’a kayması, oradan da baharat ve lüks malların karşılığı olarak Hindistan’a aktarılması nedeniyle de olumsuz yönde etkilenmiştir. Bu dönemde hazinenin yedeklerinin azalmasının nedenleri arasında vergilerin yeterli düzeyde toplanamaması, hazineye ulaşmayan ve özellikle beylerbeyleri tarafından el konulan vergilerin artması da yer almaktadır. Ülkelerarası ticaret rotalarının değişmesi ile Osmanlı devletinin ticaret kârlarını temellük etmedeki rolünün azalmasından kaynaklanan parasal engeller de bulunmaktadır. Ticaret için Ümit Burnu yolunun kullanılması, Osmanlı devletinin gelirlerinin önemli bir kısmını sağlayan Suriye ve Mısır gibi eyaletlerin maliyesine zarar vermiştir. Bütün bu açıklamalara, vergilerin İstanbul’a ulaştırılmasını zorlaştıran celali ayaklanmalarının etkisi de eklenmelidir.298

Parasal dalgalanmalara eşlik eden ikinci konu fiyat artışlarıdır. Avrupa ülkeleri gibi Osmanlı topraklarını da istila eden Amerikan gümüşü, özellikle 1570’lerden sonra Akdeniz ülkelerinde hissedilen bir genel fiyat yükselmesine yol açmıştır. Batıda çoğalan ucuz

297 Bu dönemde akçenin değeri ve fiyat hareketlerine ilişkin: Ömer Lütfi Barkan, “XVI. Yüzyılın İkinci Yarısında Türkiye’de Fiyat Hareketleri”, Belleten, XXXIV/136, 1970, s. 573.

298 Karen Barkey, a.g.k., s. 53.

gümüş nedeniyle Avrupalılar, buğday, deri, yapağı, bakır gibi temel gereksinimlerini gittikçe çoğalan taleplerle Osmanlı topraklarından sağlamışlardır. Ömer Lütfi Barkan’ın çalışmaları, 1585-1586 yılları arasında Osmanlı’da büyük bir enflasyon yaşandığını göstermektedir.299 Bu fiyat yükselmesini, devletin paranın istikrarsızlığı karşısında akçe içindeki gümüş miktarını azaltması izlemiş, bu ise kalp paraların yaygınlaşmasına ve sonuçta devalüasyona neden olmuştur. Barkan’a göre, uluslararası enflasyon akıntısına kapılan Osmanlı İmparatorluğu, zorlukları devalüasyonla aşmak için boşuna uğraşmıştır.

Devalüasyon fiyatları daha da altüst ederek, imparatorluğun bu güçlü akıntıya dayanamayarak bir mali krizden ötekine sürüklenmesine yol açmıştır.300

Krizin iktisadi boyutu ile ilgili üçüncü konu devletin ekonomi politikasıyla ilgilidir.

Eğer Osmanlı devleti, ekonomik düzenlemelerde biraz daha rahat davranabilseydi, Osmanlı topraklarını etkisi altına alan mali krizin seyrinin bambaşka olabileceği ileri sürülmektedir.301 Sorunun özü, Osmanlı yöneticilerinin ekonomiyi kendi gelirlerini azami düzeye çıkarmak, sabit gelire sahip askeri sınıfı korumak ve iç pazarların ihtiyaçlarını karşılamak gibi amaçlar doğrultusunda düzenlemeye alışmış olmalarına bağlanmaktadır.

Osmanlı İmparatorluğu, gelişen ve kendi nüfuz alanlarını tehdit eden Avrupa merkantilizmi karşısında, önemli değişikliklerle karşı karşıya gelmesine rağmen, vergi ve iaşe politikalarını sürdürmeye devam etmiştir.

Devalüasyon, fiyat artışları ve karaborsaya neden olurken, süreç gerçek ücretleri önemli ölçüde azalan askerlerin isyanıyla sonuçlanmıştır.302 Doğu’da İran savaşlarından dönen yeniçerilerin maaşlarının uzun süre ödenmemesi, ödenmeye karar verildiğinde ise değeri düşük akçeler verilmesi askerlerin ayaklanmasına neden olmuştur. Yeniçeriler maaş olarak kendilerine verilecek “yeni akçeler”in eski maaşlarına kıyasla yarı yarıya değersiz olduğunu görünce önce şeyhülislama, ardından da sadrazama gitmişlerdir. Topkapı sarayında toplanan ve divanı basan sipahi olayı, sikke tashihi ile görevlendirilen Mehmet Paşa ile defterdar Mahmut’un öldürülmesi ile sonuçlanmıştır.303 Fiyat artışlarından en çok

299 Ö. Lütfi Barkan, “XVI. Asrın İkinci Yarısında Türkiye’de Fiyat Hareketleri”, s. 573.

300 A.k, s. 573.

301 Karen Barkey, a.g.k., s. 55; Mehmet Genç, a.g.k.

302 Mustafa Akdağ, 1609’da buğday ve koyun fiyatlarının 1520’deki fiyatların yirmi katına ulaşmış olduğunu gösteren veriler sunmaktadır. Aynı dönem boyunca, kumaş ile yağ gibi başka malların fiyatları da en azından beş katına çıkmıştır. Mustafa Akdağ, Celali İsyanları, s. 463.

303 Niyazi Berkes, beylerbeyi ayaklanmasına patlak vermiş olan 1584 tarihli sikke devrimini, “Osmanlı ekonomi tarihinin yörüngesinin Avrupa ekonomisi çevresine girişinin ilk sarsıntısı” olarak değerlendirmektedir. Niyazi Berkes, a.g.k., s. 128.

etkilenen, defterlerde yazılı sabit gelire bağlı onbinlerce dirlik sahibi olmuştur. Tımarlı sipahiler uzak ve masraflı seferlere katılamayacak kadar yoksullaşmıştır. Taşra görevlileri, mali düzenin bozulması ve hayat pahalılığı karşısında her türlü suistimalin içine girmiş;

reel gelir kayıplarını telafi etmenin yolunu köylüyü daha fazla sömürmekte bulmuşlardı.304 Rüşvet yaygınlaşmış, yüksek dirlik sahipleri reayadan resimleri iki misli fazla istemeye başlamışlar ve reayaya olağanüstü vergiler yüklemişlerdi. 16. yüzyıl sonlarına doğru,

“devriye bölükleri ile halka musallat olarak onları soyan” taşra görevlileri aleyhine şikayetlerin arttığı görülmektedir.305 Örneğin 1591 yılında III. Murat tarafından yayınlanan adalet fermanında, söz dinlemeyen taşra görevlilerinin devriye bölükleri ile köye gelmeleri halinde, köylülerin bunlara karşı direnmeye geçmelerinin bir hak olarak bildirilmesi, merkezi yönetimin aczini göstermektedir.306 1590’lı yıllarda ekonomik durumları bozulan bürokratlar, tımarlılar ve arazilerini kaybederek yoksullaşmış reayanın sürdürdüğü isyanlar Anadolu’yu tam bir anarşi içine itmiştir. Zamanın dilinde “celali fetreti” olarak adlandırılan bu olaylar iktisadi, toplumsal ve yönetsel örgütlenme açısından, uzun yıllar onarılmayacak derin yaralar açmıştır. Celali İsyanları, devlete ya da hanedana karşı bir zümre veya halk ayaklanması olmayıp, gerçekte 16. yüzyılda başlayan ekonomik darlığın ve bunun bütün ülke üzerinde büyük karışıklık yaratması sonucunda her sınıftan insanların birbirleriyle kanlı çatışmaya girmesi olarak değerlendirilmektedir.307

Osmanlı klasik düzenindeki yapısal değişiklikler ve Anadolu’da ortaya çıkan Celali hareketlerine ilişkin açıklamalarda, nüfus artışı unsuruna da dikkat çekildiği görülmektedir.308 Tahrir defterlerine dayalı incelemeler, 16. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupa ve Asya’daki nüfusunda önemli bir artış olduğunu göstermektedir. Döneme ilişkin genel yargı, toprak-nüfus arasındaki dengenin, ikincisindeki daha fazla artış nedeni ile bozulduğu şeklindedir. Ekilebilir toprak alanlarının yetersiz kalması sonucunda, bir geçim aracı bulabilmek amacıyla başlayan göç, kentlerde işsiz sayısının çoğalmasına neden olmuştur. Devrin kaynaklarında, “gurbet taifesi” ya da

“levendat” isimleri ile anılan işsiz yığınları, Anadolu’ya yayılmaya başlamıştır. Bunlardan bir bölümü ilmiye sınıfına girmek için eğitimin parasız olduğu medrese ve imarethanelerde

304 Yaşar Yücel, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Desantralizasyona…”, s. 692.

305 A.k., s. 693.

306 Halil İnalcık, “Adaletnameler”, s. 49-145.

307 Mustafa Akdağ, Celali İsyanları; Karen Barkey, a.g.k, s. 58.

308 Yaşar Yücel, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Desantralizasyona…”, s. 689-690; Mehmet Öz, a.g.k., s. 40-42.

öğrenci (suhte) olmuş, bir bölümü ise sekban-sarıca olarak bey kapılarına katılmışlardır.

Ancak her iki grubun da çeşitli huzursuzluklara yol açtıkları, yer yer soygunculuğa ve toplu hareketlere girişerek uzun süren isyanlar yarattıkları bilinmektedir.

İnalcık’a göre, askeri-mali sistemdeki değişimin temelinde ekonomik çöküntü, nüfus artışı gibi etmenlerle birlikte, devletin ateşli silahları kullanmayı bilen ücretli askerlere duyduğu ihtiyacın artması yatmaktadır.309 Daha fazla nakit gerektiren ve hazineye giderek artan bir yük bindiren bu durum, Osmanlı kul sistemi ile tımar düzeninde köklü değişikliklere neden olacaktır. Değişim döneminin (1566-1699) ilk dilimi, askeri bakımdan bölgesel yayılma yerine daha önce kazanılmış toprakların savunulmasıyla karakterizedir.310 Bu dönemin sefer ve savaşlarının esas hedefi imparatorluğu savunmak ya da statükoyu yeniden sağlamaktır. Ancak bu dönemde, Avrupa’da kapitalizmin savaş silahları ile tekniklerini değiştirmesi, Osmanlı İmparatorluğu’nun içine düştüğü bunalımı ağırlaştıran en önemli nedenlerden biri olmuştur. Avrupalılar tüfek gibi hafif silahlara geçerken, Osmanlılar süvari ordusuna, yani sipahilere yaslanmayı sürdürmüşler ve orduya, ateşli silahlarla donatılmış askerlerden oluşan birkaç alay eklemekle yetinmişlerdir. Ancak artık ateşli silahlarla donanmış olan Avrupalı düşmanlara karşı etkili bir şekilde savaşma yeteneği kaybedilince, orduda ve savaşma tarzında yenilik yapılmaya başlanmıştır.

Değişimin hem iç hem de dış dinamiklerinin birlikte etkili olduğu askeri sistemde, Cermen piyadesiyle başa çıkabilmek için Osmanlı ordusunda ateşli silahları kullanmayı bilen asker sayısının artması gerekiyordu. Sipahiler ya ateşli silah kullanmayı öğrenecekler ya da Osmanlı ordusunun en önemli unsurlarından biri olma özelliklerini yitireceklerdi. Ateşli silahları kullanmak için eğitilmemiş olan tımar sahiplerinin, kendilerini ve adamlarını bu yeni tarz savaşın gereklerine göre donatmaya yeterli gelirlerinin de olmaması, yeniçeri ordusuna güç kazandırmıştır. Ömer Lütfi Barkan’ın çeşitli çalışmalarında yer alan sayılar temelinde yapılan bir hesaplamaya göre, 1567-1680 yılları arasında yeniçeri sayısının 12.798’den 54.222’ye çıktığı görülmektedir.311 Yeniçeri Ocağı’na devşirme usulüne aykırı olarak Türk soyundan gelenler de alınmaya başlamıştır. Sonuçta, enflasyonun da etkisiyle giderek yoksullaşan küçük tımar sahiplerinin çoğu, sistemin dışına çıkmayı tercih

309 Halil İnalcık, “Military and Fiscal Transformation in the Ottoman Empire”, Archivum Ottomanicum, VI 1980, s. 287.

310 Gabor Agoston, “Avrupa’da Osmanlı Savaşları 1453-1826”, s. 141. Önceki savaşların aksine bu seferler toprak artışıyla sonuçlanmamıştır. Sadrazam Köprülü Mehmed Paşa ile oğlu Fazıl Ahmed Paşa’nın fetihleri bu konudaki tek istisnayı oluşturur, ancak bu fetihlerden uzun dönemde Osmanlı’nın elinde kalan tek yer Girit (1913’e kadar) olacaktır.

311 A.k., s. 145.