• Sonuç bulunamadı

çözümlemeyi de buna dayandırmasıdır. Toplumsal ilişkiler/çelişkilerle belirlenen tarihsel gerçeklere dayanmayan bu analizlerde, bir dizi yoklukla karşılaşmak şaşırtıcı olmasa gerekir.

Osmanlı’da despotik devlet ve onun yönetici sınıfının hakimiyeti, toplumu bastırarak, Batı’daki gibi bir devrimin olmasına izin veremeyecek nitelikteyse, cumhuriyete geçişi nasıl açıklamak gerekir? Osmanlı tarihini devlet-toplum karşıtlığı temelinde açıklayan yaklaşımların egemenliği altında, Osmanlı’nın yıkımı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile sonuçlanan toplumsal dönüşüm de “Batıcı bürokratların” ve

“modernleştirici seçkinlerin” tarihi olarak yorumlanmıştır. Bu görüşün eleştirisi ve Cumhuriyet dönemine ilişkin kapsamlı değerlendirme bir sonraki bölümde ele alınacaktır.

Şimdi kısaca Osmanlı toplumunun üretim tarzı üzerine yapılan tartışmaları, Asyagil üretim tarzının Weberyen açıklamalara hangi savları itibariyle yaklaştığını ve Osmanlı’nın bu çalışmada neden feodal olarak nitelendirildiğini açıklayalım.

oluşturmuştur. Dolayısıyla Marx’ın orijinal ATÜT taslağı, ilhamını ortaçağdaki yakın doğudan değil, asıl olarak uzak doğudan ve ilkçağdan almaktadır. Böylesi bir kölelik-öncesi aşama, geç ortaçağa özgü bir siyasi örgütlenme olan Osmanlı İmparatorluğu’na uymayacağı gibi, Marx ve Engels’in de Osmanlı toplumunu ATÜT’e örnek göstermedikleri bilinmektedir. Örneğin Engels, Batı Avrupa’daki ATÜT’çülerin çok başvurdukları bir yorumunda, Asya ilkçağında toprakta kamu mülkiyetinin yaygınlığı üzerinde uzun uzadıya durduktan sonra şöyle devam etmektedir:65 “Doğu’da fethettikleri ülkelere, bir çeşit feodal toprak mülkiyetini, ilkönce Türkler soktular.” Maksist ATÜT kavramı ile oldukça yakın analitik benzerlikleri olan Weber’in patrimonyalizm kuramı, özellikle Osmanlı devleti ile ilgili olarak biçimlendirilmekle birlikte, ‘patrimonyal egemenlik’ ve ‘sultanizm’ kavramlarının esas gelişmelerini başlatan Asya bölge incelemeleri olmuştur.66

ATÜT, esas olarak Doğu’nun coğrafya ve toplum yapısından kaynaklanan durağanlığı ile siyasal yapısının despotikliği varsayımına dayanmaktadır. Kavramın kökeninde “devasa bir devlet” ile “geniş bir kırsal taban” arasındaki boşluk yatmakta ve böylece devletin otoritesini sınırlayabilecek ara yapıların, yani sınıfların yokluğu vurgulanmaktadır.67 ATÜT kavramsallaştırmasıyla Marx, ‘doğu despotizmi’nin temelini toprağın devlet mülkiyetinde olmasına bağlamıştır. Doğu despotizmi, Asya coğrafyasının iklim koşulları nedeniyle, verimliliğin ancak devletin ele alacağı büyük ölçekli sulama tesisleri ile sağlanabildiği bir üretim gereksinmesi sonucunda ortaya çıkmaktadır. Bu yapı içinde devletin toprağın tek sahibi olması nedeniyle toprak üzerinde özel mülkiyetin dışlanması, devletin mutlak gücüne meydan okuyabilecek toprak sahibi bir sınıfın ortaya çıkmasına engel olmaktadır. Kendi kendine yeterli köy birimlerinden oluşan bir kırsal toplumun varlığına dayandırılan Doğu despotizminde, sınıf çıkarlarını gerçekleştirecek sosyo-ekonomik bağlardan yoksun, birbirinden yalıtılmış köy toplulukları devletin otoritesine yönelik bir tehdit oluşturamamaktadır. Devlet topluma ve ekonomiye ancak vergi toplamak yoluyla müdahale ederken, kendi kendine yeterli köy topluluklarının, devlet gücünü etkilemeye olanakları olmadığı gibi, buna ihtiyaçları da bulunmamaktadır.

Özel mülkiyetin yokluğu, sınıfların gelişmesini önlemekte ve bu tür toplumlarda hakim

65 Friedrich Engels, Tarihte Zorun Rolü, s. 44.

66 Bryan S. Turner, Marks ve Oryantalizmin Sonu,( Çev. Çağatay Keskinok), Kaynak Yayınları, Ankara 1984, s. 10.

67 Huricihan İslamoğlu, Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Köylü, İletişim Yayınları, İstanbul 1991, s. 18-19.

grup, üretim araçlarına sahip olanlardan değil, devlet aygıtını kontrol edenlerden oluşmaktadır. Hanedan mücadeleleri ve askeri fetihler nedeniyle Asyatik toplumun politik örgütlenmesinde meydana gelen dönemsel değişiklikler, toprak sahipliği ve tarımsal faaliyetler devletin elinde bulunduğu için ekonomik örgütlenmede radikal değişiklikler meydana getirmemiştir.68 Asyatik toplum yaklaşımında despotizm ve durgunluk, kamusal işlerde devletin başat rolü ve köy topluluğunun kendi kendine yeterliği ve yalıtılmışlığıyla açıklanmaktadır.

Asyatik toplum yaklaşımında Doğu toplumlarının gelişim çizgisinin Batı’ya göre farklı oluşunun temelinde yatan gerçeklik despotizm geleneğine bağlanmaktadır.

Kapitalizm öncesi tüm Doğu toplumlarını derinden etkilemiş olan bu geleneğin taşıyıcısı olan Doğu’nun despotik devletleri, toplumdan bağımsız ve toplumun üstünde bir güç olarak örgütlenmiştir. Örneğin Osmanlı devleti, Batı’da olduğu gibi toplumun bir sınıfına değil, toplum sınıflarıyla hiçbir bağı olmayan “yapma bir sınıf”a (kullara) dayanmaktadır.

Toplum içinde hiçbir sınıfa dayanmayan bu devletler, toplumsal yaşamın tüm alanlarını (ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel vb.) mutlak kontrolleri altında tutabildikleri sürece, yaşamlarını sürdürebilmişlerdir. Böyle bir despotizm düzeninde en üstün, en yüce otorite olarak toplumun en tepesinde oturan ve devlet iktidarını kendi şahsında somutlaştırmış bulunan despot hükümdar ise “tanrısal bir güç” olarak görünmektedir.

ATÜT’ün geçerliliği kabul edilirken, Batı’nın Doğu tarihi üzerindeki ayrıcalıklı konumu ve üstünlüğü de onaylanmaktadır. Bu açıklamalarda azgelişmiş toplumun tarihsel kökeni Doğu ya da Asya toplumuna dayandırılmaktadır. Buna göre Asya toplum biçimi;

çözülmeye dirençli, değişmeye elverişsiz, durağan bir nitelik taşır. Bu nedenle evrim sürecini ağırlaştırarak, yüzyıllar boyunca temel yapısını korumuş ve geleneksel bir toplum olarak varlığını sürdürmüştür. Ancak Batı toplumlarıyla feodal toplumun dönüşme çağlarında ilişkiye geçen bu yapı, kapitalizmin çözücü etkileriyle ağır bir bunalıma girmiştir. Böylece dıştan gelen etkilerle geleneksel biçimleniş çözülmeye başlamıştır.

Sömürgecilik çağında dışa bağımlı olarak yeniden biçimleniş, azgelişmiş bir yapı ortaya çıkarmıştır.69 Kendi kendine yeterli birimlerden oluşan Asya biçimi, çözülmeye ve gelişmeye karşı direngen ve bu anlamda kendisini içten çözecek ve daha üst bir üretim

68 Marksist Düşünce Sözlüğü, İletişim, İstanbul 2002, s. 48.

69 Muzaffer Sencer, Türkiye’nin Yönetim Yapısı, Alan Yayıncılık, İstanbul 1986, s. 18. Sencer, “günümüz Türk toplumunu önceleyen ve bugüne sayısız tarihsel kalıntılar bırakan Osmanlı toplumunun gösterdiği örgütlenmenin ilkece Doğu ya da Asya biçimine uygun bir nitelik taşıdığını” söylemektedir.

ilişkisine evrimleştirecek iç dinamizmden yoksun olduğu için Osmanlı İmparatorluğu’nda kapitalizme geçilemediği, Cumhuriyet’in de bu gecikmiş temel üzerine kurulduğu söylenmiştir. Devletin despot niteliği tezi, Osmanlı’dan günümüze uzanan “yönetici sınıf olarak bürokrasi” hikayesine de kuramsal temel oluşturmuştur.

Asyatik toplumun keyfi, despotik ve durgun olduğu inancı, dışardan müdahaleyi iç değişmenin zorunlu koşulu haline getirerek sömürgeciliğin de haklı kılınmasını sağlamıştır. Nitekim Marx ve Engels, toprakta özel mülkiyeti getiren İngilizlerin durağan ATÜT’ü yıkarak Hint toplumunu devrimcileştirdiklerini ileri sürmüşlerdir. Asyatik özgüllük vurgusu, örtülü biçimde de olsa, sömürgeciliğin haklı gösterilmesini sağlamıştır.

Asyatik toplumda devletin kökenlerinin açıklanması da sorunludur. Sınıf mücadelelerinin yokluğu halinde, devlet fetihlerin sonucu olarak ya da kamu işleriyle ilgili işlevlerine göre açıklanmak zorundadır. ATÜT’ün Marksizm içindeki teorik işlevi, Asya toplumlarını analiz etmek değil, karşılaştırmalı bir çerçeve içerisinde Avrupa’da kapitalizmin doğuşunu açıklamaktır.70 Bu nedenle ATÜT, kökeni Eski Yunan düşüncesine kadar uzanan oryantalist sorunsalın Marksizm içerisindeki görünümünden başka bir şey değildir.71

ATÜT kavramının, “yıkılmalar, yeniden dirilmeler ve yeniden cilalanmalardan oluşan uzun tarihi”ne katkı 1960’lı yıllarda Türkiye’den gelmiştir.72 Klasik dönem Osmanlı düzenini ATÜT’e dayandıran yazarlar, Osmanlı’nın “merkezi despotik” ya da

“Doğu despotizmi” niteliğini, Türkiye’de sivil toplumun ve demokrasinin oluşmasının önünde en büyük engel olarak görmüşlerdir. Niyazi Berkes, Osmanlı devletini, “ne gerçek anlamı ile feodal ne de kapitalist olan, “kapitalizm öncesi emtia ekonomisi” olarak

70 Tarihsel ilgileri çok geniş olmakla birlikte, Marx ve Engels esas olarak kapitalist üretim tarzının tanımlanmasıyla ilgilenmişlerdir. Onların feodalizm üzerine yazdıkları, feodal toplumdan kapitalist topluma geçiş üzerinde odaklaşmanın yanı sıra bu ilgiyi yansıtmaya yöneliktir. Marx ve Engels sınıfları da kapitalist toplumlara özgü ayırt edici bir özellik olarak görmekte; hatta Alman İdeolojisi’nde sınıfın kendisini burjuvazinin bir ürünü saymaya kadar gitmektedirler. Bu nedenle diğer toplum biçimlerindeki başlıca sınıfların ve sınıf ilişkilerinin ayrıntılı analizine girişmemişlerdir. Yine de genel terimlerle “tüm toplumsal yapılanışın altında yatan temeli en gizli sırrını açığa vuran üretim koşullarının sahipleri ile doğrudan üreticiler arasındaki dolaysız ilişkilerdir” diyen Marx’ın ilk kabile cemaatlerinden sonra gelen tüm toplum biçimlerinde temel bir sınıf ayrımının varolduğunu söylemek istediği de doğrudur. Marx ve Engels’in kapitalist toplumun sınıflara bölünmüş toplum biçimlerinin tarihsel evriminde bir doruk noktasını oluşturduğuna ilişkin görüşleri, genel Marksist görüş haline gelmiştir. Bu nedenle Marksist araştırma ve çalışmalar büyük ölçüde, modern çağlarda 19. yüzyılda işçi sınıfı hareketlerinin ortaya çıkışından bugüne kadar, sınıf çatışmasının gelişimi üzerinde yoğunlaşmıştır. Marksist Düşünce Sözlüğü, s. 574; Karl Marx, Kapital, Cilt III, Kısım 47.

71 Marksist Düşünce Sözlüğü, s. 50.

72 Bu görüşün temsilcileri arasında Selahattin Hilav, Sencer Divitçioğlu, İdris Küçükömer, Muzaffer Sencer, Niyazi Berkes, Tevfik Çavdar, İsmail Cem, Hikmet Kıvılcımlı, Stefanos Yerasimos, Çağlar Keyder’i saymak mümkündür.

nitelendirilebilecek bir ekonomi temeline dayanarak var olan, militer-bürokratik bir despotluk rejimi olarak tanımlamaktadır.73 Sina Akşin, klasik dönem Osmanlı toplum yapısının hem feodal hem de Asya Tipi üretim tarzlarının her ikisini de kapsamak üzere

“köylü üretim tarzı” gibi genel bir türe dayandırılabileceğini savunmaktadır.74 Akşin’e göre, Osmanlı toplum yapısı 17. yüzyıldan itibaren “feodalliğe benzemeye” başlamıştır.

Yazarların bir bölümü ise Osmanlı devletinin, feodal bazı özellikler sergilemekle birlikte, bütünüyle feodal bir devlet olmadığını savunmaktadır.75 Taner Timur’a göre, klasik dönemde feodalizmin ilkel çağını yaşayan Osmanlı toplumu iç dinamiği itibariyle feodalizme geçiş halinde –protofeodal bir toplumdur, sonraki dönemlerde feodalleşmiştir.

Timur, Osmanlı’da yaygın üretim biçimini “komünal-patriyarkal” olarak adlandırmakta ve geçirdiği evrime rağmen 20. yüzyıla kadar devam ettiğini ileri sürmektedir. Timur’a göre de Osmanlı, merkezi despotik bir devlettir.

Osmanlı toplum yapısına ilişkin üçüncü yaklaşım, bu yapının kendinden başkasına benzemez (sui generis) niteliğine vurgu yapan ve Batı Avrupa feodal ortaçağ toplumlarına referansla Osmanlı’nın feodal olmadığını savunan görüşlerdir. Ömer Lütfi Barkan ve Halil İnalcık gibi önemli tarihçilerin bazı çalışmalarında da ifadesini bulan “Osmanlı’nın salt kendine özgü olduğu” şeklindeki yaklaşımın, ATÜT’çü görüşlerin yeşermesine de uygun bir zemin hazırladığı söylenmektedir.76 Miri arazi rejimi çerçevesinde gerçekleştirilen iktisadi ve toplumsal örgütlenmeyi “çift-hane sistemi” olarak adlandıran Halil İnalcık, aile emeğine dayanan bu üretim örgütünün, bağımsız-kendine özgü bir üretim tarzı olarak benimsenmesi gerektiğini söylemektedir.77 İlginç olan Barkan ve İnalcık’ın hem devletin kuruluş dönemi hem de 17. yüzyıl sonrasındaki değişim dönemi için feodal bir toplumsal yapı çizmeleridir. Oğuz Oyan, bu çelişkiyi, “feodalitenin siyasal/hukuksal dokunun

73 “Tımarlar, bir sülale içinde süregelen kuşaklardan yetişme kişilere verilmeyip, toplumsal kökenleri karışık kişilere verildiği için sipahi beyleri arasında bir sınıf beraberliği ya da bilinci de yoktu. Böyle bir bilinci yaşatan, besleyen bir feodal gelenek Osmanlı sisteminde kendini besleyecek bir ortam bulamamıştır.”

Berkes’e göre Osmanlı toplumunu oluşturan başlıca unsurlar, padişah-kullar ve beylerden oluşan “devlet katı”, köylü-esnaf ve tüccardan oluşan “toplum katı” ve iki kat arasında yer alan ulema-din adamı katı olmak üzere üç başlıkta toplanabilir. Niyazi Berkes, Türkiye İktisat Tarihi, I. Cilt, İkinci Baskı, Gerçek Yayınevi, İstanbul 1972, s. 21-48, 67; 2. Cilt, s. 9, 181.

74 Sina Akşin, “Osmanlı Türk Toplumundaki Sınıf Yapısı Üzerine Bir Deneme”, Toplum ve Bilim, Eylül 1997, s. 35-36.

75 Taner Timur, Osmanlı Çalışmaları İlkel Feodalizmden Yarı Sömürge Ekonomisine, Verso, Ankara 1989;

Taner Timur, Kuruluş ve Yükseliş Döneminde Osmanlı Toplumsal Düzeni, Ankara 1979; Mehmet Ali Kılıçbay, Feodalite ve Klasik Dönem Osmanlı Üretim Tarzı, Ankara 1982.

76 Oğuz Oyan, a.g.k.,s. 131.

77 Halil İnalcık, “Köy, Köylü ve İmparatorluk”, V. Milletlerarası Türkiye Sosyal ve İktisat Tarihi Kongresi, M.Ü. Türkiyat Araştırma ve Uygulama Merkezi, İstanbul 21-25 Ağustos 1989, Tebliğler, Ankara 1990, s. 5-6.

niteliğine göre tanımlanması, ekonomik temeldeki ilişkilerin belirleyiciliğinin gözardı edilmesi” ile açıklamaktadır.

Kendine özgülük yaklaşımı, Osmanlı için ne ATÜT’ü ne de feodalizmi geçerli saymaktadır. Osmanlılarda merkezi bir devlet yapısı ile toprakta devlet mülkiyetinin varlığı, aristokratik hiyerarşinin olmayışı, sipahinin senyörden çok memura, reayanın ise serften çok hür köylüye benzetilişi, bu yaklaşımın dayanağını oluşturmaktadır. Bu görüşün savunulduğu radikal örneklerden birinde “Osmanlı toplum düzenini şu veya bu üretim şeklinin yahut diyalektik felsefenin dar ve çoğu zaman hayatın gerçeklerine ters düşen kalıpları içinde incelemenin, ideolojik bir takım temeller arama arzusunun tatmini dışında bir faydasının olmadığı” ileri sürülmektedir.78 Yazara göre, “Osmanlı toplum ve yönetim düzeni, Türk İslam felsefesi ve devlet anlayışı içinde değerlendirilirse, gerçek yüzünü gösterir. Bu sosyal adaletçi, güçlü karşısında zayıfı koruyan ve herkesin insan onuruna uygun bir hayat yaşaması için gerekli geliri ve diğer şartları hazırlamaya elverişli bir sistemdir.” 17. yüzyıldan sonra yaşanan değişim süreci ise devlet ve toplum yapısındaki çözülme sonucunda, sistemin amacından uzaklaşmasına bağlanmaktadır.

Her toplumsal yapı bazı özgül yönler taşır, dolayısıyla tarihçilerin de bu yönleri vurgulamasını doğal karşılamak gerekir. Ancak tarihi bilgi birikimi, bütün toplumsal formasyonlarda bazı ortak eğilimler olduğunu ve birbiriyle hiç teması olmayan uygarlıklarda bile birçok benzer noktaların bulunduğunu göstermektedir. Bununla birlikte farklı toplumları karşılaştırarak benzer nokta arama çabasının da başka sorunlar yarattığı bilinmektedir. Örneğin her iki yaklaşımda (ATÜT ve kendine özgülük) da ‘feodal değil’

önermesi genellikle Osmanlı toplumunu Batı Avrupa feodalizmi ile karşılaştırarak türetilmektedir. Feodalizm ise açık ya da örtük biçimde Batı Avrupa ortaçağına eşitlenmektedir.79 Tarihin Marksist dönemlendirmesinden hareketle, feodalizmden sonra kapitalizmin geleceği, nitekim Batı Avrupa’da da bir üretim tarzından diğerine bu yönde geçildiği belirtilmektedir. Bu durumda dünyanın diğer bölgelerinde kapitalizme özerk geçişler görülmediğinden, sadece içinden kapitalizmi doğuran Batı Avrupa ortaçağı feodal, diğerleri ise kapitalizmi doğuramadıkları için gayri-feodal sayılmaktadır.80 Osmanlı toplumunu ortaçağ Batı Avrupası ile karşılaştırarak, feodal üretim tarzı dışında tanımlayan

78 Halil Cin, S. Gül Akyılmaz, Tarihte Toplum ve Yönetim Tarzı Olarak Feodalite ve Osmanlı Düzeni, Selçuk Üniversitesi Yayını, Konya 1995, s. 389.

79 Halil Berktay, a.g.k., s. 294.

80 Muzaffer Sencer, a.g.k., s. 61-78; Çağlar Keyder, “Proto-Endüstri Kavramı ve Çevre Ülkelerde Emperyalizmin Yol Açtığı Tahribat”, Toplum ve Bilim, Sayı 13, Bahar 1981, s. 93-106.

yazarların, Osmanlı toplumunun ayırdedici özelliklerini saptarken, 15. yüzyıl ortası ile 16.

yüzyılın son çeyreği arasındaki görece istikrarlı olgunluk dönemini esas aldıkları görülmektedir. Buna rağmen Batı Avrupa feodalizmi söz konusu olduğunda, 8. yüzyıl ile 14. yüzyıl arasındaki altıyüzyıllık uzun şekillenme ve olgunluk döneminin karma özellikleri işe geldiği gibi seçilip alınmaktadır.81 Oysa “bir üretim tarzının kuramsallaştırılabilen tüm aşama ve evrelerine, ortak bir öze sahip oldukları düşünülen tüm somut toplum tiplerinde benzer yapılar içinde rastlanması olanaksızdır. Somut tarihsel kategoriler olan toplumların varoluş koşulları, içinde yer aldıkları doğal ortamın özelliği ve kendi iç dinamiklerinin işleyiş biçimleri kadar, farklı gelişmişlik düzeyindeki diğer toplumlarla olan ilişkilerinin özel biçimlerine göre de son derece büyük bir çeşitlilik göstermektedir.”82

Bu tartışmalar çerçevesinde Osmanlı’nın feodal olduğunu savunan düşünürlerden biri sosyolog Behice Boran’dır.83 Boran, Batı’daki feodalite ile Osmanlı İmparatorluğu’ndaki toplum düzeninin, feodal toplumun iki değişik örneği (variantı) olduğunu söylemektedir. Aralarında farklar olmakla birlikte, Osmanlılarda da Batı’daki gibi bir feodal düzen vardır. Boran, Osmanlı düzenini, yerel feodaliteyi dahi tasfiye edememiş, bir merkezi feodalite olarak tanımlamaktadır.84 Boran’a göre Batı’daki serfin kişisel bağımlılığı ile Osmanlı reayasının özgürlüğü arasındaki fark, sanıldığından çok daha azdır. Sonuç olarak her ikisi de toprağa bağlı emekçi sınıftır ve feodal düzen bakımından asıl önem taşıyan unsur da budur. Sipahinin mülkiyetten yoksunluğu da birçok halde nazari kalmakta, bunlar mülk sahipleriymiş gibi, toprağın ve toprak emekçisinin ürünlerinden faydalanmaktadır.

Çağdaş tarihçilerin yorumları ışığında feodal üretim tarzının özüne inen çalışmasında Halil Berktay, ayrı bir Asyatik üretim tarzının mevcut olmadığını ve 15. - 16. yüzyıllarda Osmanlı toplumunun da feodal üretim tarzına dayandığını ortaya koymaktadır.85 Kabile

81 Oğuz Oyan, a.g.k., s. 132-137.

82 A.k, s. 4.

83 Behice Boran, “Metod Açısından Feodalite ve Mülkiyet”, Yön Dergisi, Sayı 51’den aktaran Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, Cilt 1, Tekin Yayınevi, İstanbul 1978, s. 12. Osmanlı’da egemen üretim tarzının feodalizm olduğunu savunan diğer isimler şöyle sıralanabilir: Doğan Avcıoğlu (prekapitalist düzen), Mübeccel Kıray, Kurthan Fişek, Muzaffer İlhan Erdost, Korkut Boratav, Halil Berktay, Doğu Perinçek ve Oğuz Oyan.

84 Muzaffer İlhan Erdost ve Yaşar Yücel de Osmanlı devleti için “merkezci feodal” tanımını kullanmaktadırlar: Muzaffer İlhan Erdost, a.g.k., Yaşar Yücel, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Desantralizasyona Dair Genel Gözlemler”, Belleten, Cilt 38, Sayı 192, s. 689.

85 Halil Berktay, a.g.k., s. 12.

toplumu ile kapitalizm arasındaki en esas ve evrensel üretim tarzını feodalizmin oluşturduğunu belirten Berktay, insanlığın feodalizme geçişinin ve çeşitli feodalizmlerin gelişmesinin eşitsiz bir çok-çizgililik içinde gerçekleştiğine dikkat çekmektedir. Buna göre dünyanın pek çok köşesinde, eski kolektivizmin doğrudan doğruya feodalizm yönünde çözülmesine karşılık, sadece bir yerde araya köleci bir aşamanın girdiği, bunun da Akdeniz bölgesinin özel koşulları ile ilgili olduğu görülmektedir. Berktay, “Batı Avrupa’da feodalizmin bağrından kapitalizmin doğmuş olmasının mutlaka her feodalizmin bağrından gözlenen zaman dilimi içinde her yerde bilfiil kapitalizmin doğmasının beklenmesi gerektiği anlamına gelmeyeceği”ni vurgulamaktadır. Feodalizmin kendi iç çelişmeleriyle gelişme ve kapitalizme doğru evrilme eğilimi, dünyanın her yerinde aynı tempoda ve eşanlı olarak gerçekleşmeyebilir. Bu nedenle Avrupa merkezli bakış, 17. ve 18. yüzyıllarda İngiltere’deki kapitalizmin gelişme koşullarının 19. ve 20. yüzyıllarda dünyanın geri kalan bölümünde de aynen ve mükemmel biçimde yeniden üretilebileceğini varsayarak ciddi bir hataya düşmektedir. Bir üretim tarzının tanımlanmasındaki merkezi öğe, üreticiyi sömürücüye bağlayan toplumsal ilişkilerdir. Bu ilişkiler, artı-ürünün sömürücüler sınıfı tarafından üretici sınıftan alınış yolunu anlatır. Her bir üretim tarzının kendi içinde ortaya çıkan tarihsel değişiklikleri vardır. Kapitalizm gibi, feodalizm de ayrı ayrı aşamalarla gelişen bir süreç olarak görülmelidir; içsel çelişkilerinin olgunlaşmasıyla düz bir çizgide gelişmek yerine, birbirinden ayrışmış parçalara sahip kırık bir çizgi doğrultusunda ilerler.

Bu anlamda, her üretim tarzının kendi tarihi vardır.86

ATÜT eğilimlerine mülkiyet ilişkileri çerçevesinde güçlü bir eleştiri getiren Muzaffer İlhan Erdost, Asya biçimi ile Osmanlı feodalitesi arasındaki farkları şu şekilde sıralamaktadır: 87

Devletin başının toprağın ismi sahibi olması ile devletin (miri) toprağın gerçek sahibi olması, birbirinden farklı mülkiyet biçimlerini ifade eder. İkincisi, toprağın köy topluluğunun ortaklaşa mülkü olması ile köylünün toprağın yalnızca daimi ve ırsi tasarruf sahibi olması, birbirinden özünde farklı mülkiyet biçimlerine denk düşer. Üçüncüsü, ilkel toplumun tarım komününe tekabül eden son aşamalarından biri olarak asya biçiminde, henüz toprakta özel mülkiyet oluşmamıştır. İmparatorlukta, özel mülk toprakların varlığının yanı sıra, özel mülk toprakların vakıf mülklere dönüştürülmesi ya da zoralımla (müsadereyle) devlet mülkü topraklara katılması ya da devlet mülkü topraklardan bağış, satış ve benzeri yollarla özel mülk olarak toprak ayrılması, daha ileri bir üretim ilişkisi aşamasına denk düşer.

86 Marksist Düşünce Sözlüğü, s. 339.

87 Muzaffer İlhan Erdost, a.g.k., s. 12-13.

Asya biçiminde, devletin başı, yani hükümdar, toprağın ismen sahibidir; toprağın gerçek sahibi ise topluluktur. Köy toplulukları, kendi işledikleri toprakların ortaklaşa sahibidir. Asya biçiminde özel mülk toprak yoktur, toprağın özel mülkiyeti oluşmamıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’nda ise devlet mülkü (miri mülk) toprak ile özel mülk toprak yan yanadır. Miri toprağın gerçek sahibi devlettir. Üretici köylü, hem miri topraklarda (sipahi tımarlarında) hem de özel mülk topraklarda (mülk tımarlarda) yalnızca işlediği toprağın daimi ve ırsi (toprağı işleyen köylülerin kiracılık konumları, babadan oğula geçmektedir) tasarruf hakkına sahiptir. Devlet mülkü toprağın mülkiyet açısından niteliğini, “devlet”in niteliği belirler. Feodal devlet olarak imparatorlukta, devlete ait toprağı, askeri sınıfın mülkü saymak gerekir, bu nedenle de rant askeri/yönetici sınıf tarafından maledinilmektedir. Berktay, Batı Avrupa ortaçağı ile klasik dönem Osmanlı düzeni arasında yapılacak dikkatli bir karşılaştırmanın, bu hukuki biçimlerin sanıldığı gibi farklı olmadığını ortaya çıkaracağını belirtmektedir.88 Bütün ortaçağ toplumlarında toprak, bugünkü anlamıyla (mutlak, kayıtsız, şartsız) bir özel mülkiyetin değil, çeşitli kesim ve zümrelerin farklı düzeylerdeki fakat iç içe geçen mülkiyet, zilyedlik ve intifa haklarının konusudur. Kısaca, Batı feodalitesi ile Osmanlı İmparatorluğu’nun “feodal toplumsal örgütlenme”nin iki değişik örneği olduğunu söylemek mümkündür. Aradaki fark, birkaç yüz yıl boyunca merkezi bir devletin ve merkezi bir kanunnameler sisteminin koruması altında yaşayan Osmanlı köylüsünün, ortaçağ Avrupası’nın serflerinden çok daha şanslı olmasıdır.89