• Sonuç bulunamadı

1.3. ETNİSİTE ve MİLLİYETÇİLİĞE YÖNELİK MODERNİST

1.3.2. Milliyetçiliğin Oluşumunda Kültürel Dönüşümün Rolü, Millet

1.3.2.1. Yüksek Kültürler, Millet ve Milliyetçiliğin İşlevselliği

1.3.2.1.1. Yüksek Kültürün Oluşturulması ve Milliyetçilik

Yüksek kültür kavramı daha önce de ifade ettiğimiz üzere, Gellner'in kuramsal perspektifinde önemli bir yere sahiptir ve milletler ve milliyetçilik gibi modern bir kavramdır, sanayileşmenin doğal bir sonucu, gereğidir ancak kültür kavramı kendi başına modern olma niteliğini taşımaz. Bu nedenle kuramsal yaklaşımda "bahçe kültürleri" ve "yaban kültürler" (Gellner, 1992) gibi bir ayrıma gidilmiştir.

Yaklaşıma göre kültürler de bitkiler gibidir, yabani ve terbiye edilmiş olarak türlere ayrılabilir, yabani olanları insan hayatının doğal bir parçasıdır onunla birlikte türeyip gelişir. İnsan toplulukları iletişim ve kurallar sisteminden yoksun olarak yaşamaya devam edemeyeceği için, yabani kültür türleri insan yaşamıyla birlikte bilinçli bir tasarım, denetim, gözetim veya ihtimama ihtiyaç duymadan nesilden nesile kendilerini yeniden üretebilirler. Ancak bahçe kültürleri yaban türlerden elde edilmiş olmakla birlikte diğerinden farklıdır, okuryazarlık ve uzman personelle desteklenmiş bir karmaşıklık ve zenginliğe sahiptir (Gellner 1992: 96). Yüksek kültürlerin temelinde de bu bahçe kültürleri bulunur. Milliyetçilik ise zorunlu olarak

77

bu kuramda kültürel biçim ve yüksek kültür haline gelir (Smith 2013: 95). Dolayısıyla, yüksek kültürler modern sanayi toplumunun doğal bir sonucu, milliyetçilik ise bu sonucun kültürel olarak biçim almış halidir. çünkü modern toplum geçmişteki toplum yapılarına göre son derece hareketli akışkan ve geçişlere izin veren bir toplum yapısıdır, bu yapının işlerliği için ise eğitimle desteklenmiş ve yabanilikten kurtarılmış kültürün varlığı önemli bir koşuldur. Gellner bu durumu şöyle ifade eder: "milliyetçilik aslında derinliğine içselleştirilmiş, her biri devlet tarafından korunan eğitime bağlı yüksek kültürlere dayanan yeni biçim bir toplumsal örgütlenmenin sonucudur". Milliyetçiliğin kullandığı geçmişe ait kültürel özellikler ve oluşum sürecine kattığı parçalar ona göre gelişigüzel yaratılmış tarihsel icatlardır ve bu parçaların herhangi biri iş görebilir ancak milliyetçiliğin doğuşu böyle bir rastlantısallığın değil koşullardan kaynaklanan çok derin köklere sahiptir, kesin nedenleri vardır ve kolayca reddedilemez (Gellner, 1992:95-106).

Anlamsal olarak işgücüne katılabilme becerisi taşıyan, iletişime girebilen, okuryazar ve temel matematik işlemlerini gerçekleştirebilen toplumsal yapı için gerekli olan bu kültür ancak eğitim ile gerçekleştirilebilirdi. Modern toplumda yaşayan insan içinde yaşadığı topluluğa katılabilmek için bu eğitime ihtiyaç duymaktaydı. Aile bağlarından kopmuş kimliksizleşmiş ve birey olarak varolmaktaydı. Bireylerin ise onur, güvenlik özsaygı ve toplum içerisinde kabul görebilmeleri aldıkları eğitime bağlıydı. Bir bireyin eğitimi artık onun için en önemli yatırım sayılmakta ve sonuçta kimliksizleşmiş bireye bir kimlik kazandırmaktadır. Aksini iddia etse bile modern insan bir kral, ülke veya dine değil bir kültüre sadakat göstermektedir (Gellner, 1992:74). Kültür artık yapının pekiştirici bir üyesi değildir. İçinde bulunduğu ortama dair bağlılığını ve içinde yaşamakta olduğu eski toplum biçiminin akraba ilişkileri, dayanışma gibi öğelerini düzenleyen bir yapıştırıcı değil dokunun kendisidir (Gellner, 1964: 155).

Kültürün bu denli önem kazandığı bir noktada kendisi artık, başka sınıflarla ayırıcı veya sınırları belirleyici bir unsur olmaktan çıkıp sınıflar ötesinde bir hal almış, toplumsal ortaklığın en önemli öznesi haline gelmiştir. Geçmiş toplumlardan farklı olarak yeni yapıda artık bir eğitim veya talim terbiye kurumu vardır ve topluluğun yeni bireylerin hayata hazırlanması işlevini yürütmektedir. Bu yeni

78

toplumsal yapıda bağımsız bir eğitim sistemini yürütebilme becerisi gösteremeyecek toplulukların yeri yoktur. Modern insan artık bir akrabalık grubunun parçası değil, toplumsal kültürün bir parçasıdır. Geçmişte bireye beceri ve duyarlılıklar kazandırmakla yükümlük olan ve kültürün aktarıcısı konumunda olan akraba grupları artık bireyi eğitim mekanizmasına teslim etmektedir.

Gellner bu durumu şöyle bir metaforla açıklar: Tarım insanı, doğal çevrede yaşamını sürdürebilen bir tür iken, sanayi insanı doğal atmosferde güçlükle nefes alabilen yapay üretilmiş veya doğmuş, ancak onun için düzenlenmiş bir ortamda iş görebilen bir türdür. Bu düzenlenmiş ortamlar bir tür akvaryumdur ve bu akvaryum içerisinde yeni tür insana hayat veren süreç kendiğilinden işlemez, özel bir bitkiye ihtiyaç vardır. Bu bitkinin adı "ulusal eğitim" ve "iletişim sistemidir" (Gellner, 1992:98). Ulusal eğitim sistemi bireyi içerisinde bulunduğu toplumun yaratılmış kültürel seviyesine ve koşullarına hazırlarken, daha önce de bahsettiğimiz üzere dil ve diyalekt anlamında derinlemesine birbirinde ayrılmış tartım toplumuna ait küçük toplulukları ortak bir iletişim dili yaratarak birbirine yakınlaştırır.

Bu yakınlaşma sonucunda artan etkileşim toplumsal birlikteliğin ve uyumun hammaddesi haline gelir. Gellner bu dönemi "milliyetçilik çağı" olarak adlandırır. Böyle bir çağda bir milletin uyanışı kendi varlığını siyasi anlamda oluşturmasından mütevellit değildir. Daha doğrusu herhangi bir uyanış söz konusu değildir zira millet Minogue'un örneğinde olduğu gibi uyuyan ve uyandırılacak bir yapı değildir. Millet, sadece seçkin azınlıklara değil bütün halka malolan standartlaşmış, türdeş, merkezin desteklediği, üst kültürlerin varolduğu ve iyi tanımlanmış bir eğitim sisteminin denetlendiği bütünleşmiş kültürlerle insanların memnuniyetle özdeşleştikleri bir yapıdır (Gellner, 1992:164). Dil ve kültür atomlara ayrılmış toplumun yeni birleştirici öğesi haline gelmiştir, bu birleştiricilik toplumu bütünleştirmekle kalmamış, sanayi makinesi ile de bütünleşmeyi sağlamıştır.

Bu tarz bir güç ve beceri önceki dönem toplumlarda yoktur, bunun nedeni hem teknolojik, hem de ekonomik koşullardır. Yalnızca merkezi bir devlet böyle bir güce sahiptir ve eğitime yönelik böyle büyük bir kontrolü gerçekleştirebilir. Kültürle devleti biraraya getiren birbiri ile çakışır hale getiren de budur, devlet ile kültürün

79

birbirini desteklemesi kaçınılmazdır milliyetçiliğin sırrı ise burada yatar (Özkırımlı, 2013:162). Siyasi yapı ile kültürel yapının böyle bir eğitim sonucunda, sınırları itibariyle derinlemesine ayrıldığını düşünmek imkansızdır artık bir ülkenin ya da devletin sınırları kültürün de sınırları olarak görülmektedir. Denebilir ki eğitim böylesine güçlü bir yapıya hayat ve biçim verirken, kendisi de bu yapıdan beslenmiş, aynı yapının doğal sonucu olan merkezi ve güçlü devlet ile işler ve mümkün hale gelmiştir.

Bu noktada Gellner'in yaklaşımının işlevselliği ve modern toplum yapısı ile olan ilişkisi daha görünür hale gelmektedir. Eğitim ve kültüre biçtiği işlevsel rol eleştirilebilir olmakla beraber, ona göre bu durum sosyolojik anlamda kaçınılmaz bir ilişki ve kaçınılmaz bir sondur. Bu nedenle Gellner'in kuramını değerlendirirken milliyetçiliğin sosyolojik bir gereklilik önplana çıktığı görülebilir. Sosyolojik anlamda gereklilik gibi görünen; determinist ve işlevselci ayakları sıklıkla dikkat çeken yaklaşımı sosyolojik imgelemi üzerinden değerlendirmek, çalışmanın ilerleyen bölümlerinde kültürün etkilerini değerlendirmemizde oldukça faydalı olacaktır. Milletlerin ve milliyetçiliğin modernliğine dair Gellner'in getirmiş olduğu yaklaşım ve çözümleme oldukça ikna edici olmakla beraber, bu dönüşümün anlaşılması ve atfedildiği değerler ilerleyen bölümlerde de görüleceği üzere kültüre değinen farklı araştırmacılar tarafından değerlendirilmiş genişletilmiştir (Anderson, Hobsbawm, Brass vd.). Bizim çalışmamız çerçevesinde de kültürün ve kültürel özelliklerin yadsınamayacak bir yeri olması sebebiyle salt eğitim kurumlarının ve milli bir eğitimin ördüğü çerçeve ile ehlileştirilmiş yaban kültürlerin, bahçe kültürlerine dönüşmesi bağlamında yapılan çözümleme dikkatle değerlendirilmelidir. Bu nedenle Gellner'in sosyolojik duruşuna ayrı bir başlık açılarak katkı ve çözümlemeleri paranteze alınmak suretiyle değerlendirilmeye çalışılacaktır.

1.3.2.1.2. Etnisitenin Dönüşümünde Sosyolojik Bir Gereklilik Olarak Milliyetçilik

Yüksek kültürler, sanayi toplumu, modernizm ile milletler ve milliyetçilik arası ilişkiyi, nedenselliği inceleyen Gellner'in çalışmalarında göze çarpan en belirgin özellik, çalışmamız içerisinde daha önce yer vermiş olduğumuz primordialist

80

yaklaşımlar ile modern yaklaşımlar arasında en belirgin çizgiyi çekmiş olmasıdır. Bu tür bir ayrımı net bir biçimde ilk yapan kişinin Gellner olduğunu söylemek mümkündür.

Bu ayrımın yapılmasında kullanmış olduğu tarım toplumu-sanayi toplumu karşıtlığı şüphesiz Gellner'in kuramının en güçlü yanlarından biridir. Zira tarım toplumu ve modern toplum içerisinde varolan ilişki biçimlerini ve tabakalaşmayı geniş bir biçimde ele alarak inceleyen Gellner, modernite öncesinde bir milliyetçilik olamayacağı konusunu netleştirme gayretindedir. Gellner'e göre modern öncesi toplumlarda millet ve milliyetçilikten söz etmek mümkün değildir çünkü koşullar uygun değildir. Bu koşullardan en önemlisi toplumsal yaşamın devam edebilmesi için gerekli olan işbölümünün iki toplum yapısı arasındaki belirgin farklılığıdır. Tarım toplumlarında böyle bir durumun gerçekleşmemesinin koşullar kadar ihtiyaçlar ile de ilişkisi vardır. Böyle bir ihtiyaç yoktur çünkü, dar bir çevrede aile bağları ve daha küçük gruplara dayalı bir iş bölümü tarım toplumlarında yeterlidir ancak sanayi devrimi ve modern toplumla birlikte bu durum tersine dönmüştür. Sanayileşme ile birlikte yeni bir tür işbölümüne geçilmiş, geçmişte kalan ve aile tarafından öğretilen ya da bireyin içerisinde yaşadığı küçük grup tarafından aktarılan yabanıl, eğitilmemiş kültürel öğelerin yerini, yüksek kültürler almıştır(bkz Gellner,1992: Bölüm 2-4). Ayrıca bir milletin varlığını ve milliyetçiliğin temellerini din, dil, aile, kanbağı gibi kavramlara atfeden primordialist yaklaşımlara karşılık olarak, yabanıl kültürlerden alınabilecek herhangi bir özelliğin yüksek kültür işlevini görebileceğini, dönüştürülebileceğini ifade etmiştir.

Bu açıklamalar ışığında Gellner'in kuramı, milliyetçiliğin yarattığı etkileri her an görünen tutkuları anlamlandırma çabasına girişmez. Oysaki çok zaman milletleri harekete geçiren veya milliyetçiliği görünür kılan bu tarz tutkuların sembol, çatışma, inşa düzeyinde ortada oluşudur. Yaklaşıma göre insanlar yüksek kültürlerle "memnuniyetle özdeşleşirler", ancak neden özdeşleştiklerinin yanıtı net veya tatmin edici bir biçimde yoktur. Gellner bu noktada işbölümü, toplumsal yaşama katılma, kimliksiz kalmış bireyin, kimlik arayışı gibi kavramları devreye sokar ancak daha önce de belirttiğimiz üzere sanayileşmenin tamamlanabilmesi ve sanayi toplumuna geçilebilmesi için millet olma ve milliyetçilik bir ara koşul ise henüz gerçekleşmemiş

81

bir sanayi toplumunda bu denli bir kimliksizleşmenin beklenmesi güçtür. Üstelik Gellner'e göre bu kültür çoklukla yaratılmış ve eğitim aracı ile ehlileştirilmiş bir kültürdür. Bu ehlileştirmeyi gerçekleştiren eğitim ise standart bir dil çevresinde merkezileşmiş ve kurumsallaşmış bir eğitimdir. Eğer milliyetçilik için gerekli olan bir eğitim sistemi ise, bu eğitim sisteminin hangi dilde olacağı ve hangi kültürden kaynağını alıp, nasıl bir bağlamda aktarılacağı önemli bir sorundur ve bu noktada esas olarak bu eğitim sistemini ilk oluşturan milliyetçilerin (kuşkusuz ki milliyetçiliği yaratacak bir eğitim sistemi, nasıl bir milliyetçiliğin oluşturulacağını belirlemiş milliyetçiler tarafından yaratılacaktır) bu fikri nasıl edindikleri inançları ve bağlılıkları açıklanamaz (Özkırımlı, 2013:173). Gellner, bu eleştiriyi reddederek kuramının sanayi toplumundaki bireylerin kendi kültürlerinden koparak, ortamın kültürüne uyma zorunluluğuna dayanamama olarak devreye giren bir tutkudan bahseder (akt. Özkırımlı, 2013:173).

Gellner'in sosyolojik tahayyülünde bir başka dikkat edilmesi gereken konu ise milliyetçiliğin endüstrileşme için gerekli olan bir merhale olarak görülmesi, bir sosyolojik gereklilik olarak önplana çıkmasıdır. Eğer endüstrileşme henüz gerçekleşmediyse, milliyetçiliğin yarattığı bir sonuç olarak ele alınan sanayileşme ne şekilde milliyetçiliğin ortaya çıkış sebebi olabilir. Sonucun, sebebi doğurduğu bir yaklaşımla koşulları değerlendirmek, işlevselci bir bakışta en zayıf yan gibi durmaktadır. Buna ek olarak aynı şekilde milliyetçiliğin ve sanayi toplumunun bir sebebi olan milli eğitim aynı zamanda, sonucudur da. Sebep sonuç arasındaki karmaşıklık burada da görünür hale gelmektedir.

Durkheim'cı geleneğin işlevselci etkilerinin sıklıkla karşımıza çıktığı kuramda, millet ve milliyetçiliğe dair anlam boyutundan ziyade, işlevlerin tartışıldığını görmek mümkündür. Bu işlevlerden sanayileşmenin ve modern toplumun ara mekanizması olması yönündeki ifade kanaatimizce biraz ileri götürülmüş bir iddiadır zira sanayileşmenin ve kentleşmenin büyük oranda milliyetçilikten önce tamamlandığı İngiltere (bkz. Özkırımlı, 2013:169-171) örneği buna ek olarak ise, sanayileşmenin henüz neredeyse hiç yaşanmadığı Osmanlı İmparatorluğu'nda Balkanlarda ve Orta Doğu'da çıkan milliyetçi hareketleri düşündüğümüzde ya da Hindistan'da Gandhi'nin milliyetçi hareketinde sanayileşmenin etkileri görülmez. Buna ek olarak, merkezin

82

etrafında kalmış olan ve az gelişmiş ya da hiç sanayileşmemiş bölgelerde de milliyetçi hareketler sıklıkla görülebilmektedir (bkz. Nairn:1977, Hechter,1977).

Gellner'in sosyolojik yaklaşımıyla ilgili son olarak söylenebilecek husus ise, kendisinin bir büyük millet ve milliyetçilik kuramı yaratma çabasına giriştiğidir. Çalışmamızın giriş kısmında ve kavramsal çerçevede de aktardığımız üzere milliyetçilik ve millet üzerine genel geçer kapsayıcı bir tanıma ulaşmanın güçlüğü ve bu konudaki uzlaşmazlık düşünüldüğünde böyle bir büyük kuram yaratmanın zorluğu açık bir şekilde görülebilir. Tarihsel materyalizm gibi, tarihsel sosyolojik süreçte toplumları ve dönüşümlerini bunların altlarında yatan nedenleri açıklamaya yönelik büyük kuramlar dahi var olan nesnel üretim ilişkileri gibi temellere dayandığı halde büyük eleştirilere maruz kalıp sürekli güncellenirken, milliyetçilik gibi ayağı çok sayıda kaygan alana temas eden hususu böyle bir büyük kuramla açıklamak oldukça güçtür. Zira ne sanayileşme dünyada tek bir biçimde gelişmiştir (bkz,Frank 1972, Weber: 2014), ne de modernleşme dolayısı ile milliyetçiliği bu kavramlar arasında bir tür "toplumsal homeostatik mekanizma" olarak görmek karşımıza çok sayıda soru ve sorun çıkartacaktır. Kanaatimizce milliyetçiliği toplumsal dönüşümde bir tür ara mekanizma veya zaruri koşul olarak mekanik bir biçimde görmek yerine, milliyetçilin oluşturduğu anlam boyutunu, bu anlamın aktartılarak yarattığı etkiyi, kullanılış amaçlarını, görünür boyutlarını, etkileşim ve iletişim çerçevesini değerlendirmek bir çözümleme açısından daha faydalı ve zihin açıcı olacaktır. Milletlerin ve milliyetçiliğin anlam boyutunda varolan hayal edilmiş bir cemaat olduğunu ifade eden ve yaşanan kültürel dönüşümlerin bu hayali mümkün kıldığını ifade eden, Benedict Anderson'ın "hayali cemaatler" kuramına bu noktada değinmek yerinde olacaktır.

1.3.2.2. Hayali Cemaatler Yaklaşımı ve Milliyetçiliğe İnşacı Bakış Açısı