• Sonuç bulunamadı

1.3. ETNİSİTE ve MİLLİYETÇİLİĞE YÖNELİK MODERNİST

1.3.2. Milliyetçiliğin Oluşumunda Kültürel Dönüşümün Rolü, Millet

1.3.2.2. Hayali Cemaatler Yaklaşımı ve Milliyetçiliğe İnşacı Bakış Açısı

1.3.2.2.2. Matbaa Kapitalizmi ve Hayali Cemaatler Yaklaşımı

Anderson'ın gazete üzerinden yapmış olduğu inceleme kitle iletişim araçlarının gelişimi ile katlanarak büyümüştür. Bu anlamda kitle iletişim araçları hayalin sınırlarını genişletecek biçimde gelişmiş, sınırları çizmede egemen rol oynayacak kadar etkin ve yaygın olarak kullanılır hale gelmiştir. Artan iletişim imkanları gazetede olduğu gibi artık günde bir veya iki kez tekrarlanan bir ayinin ötesine geçerek, -metaforu kullanmaya devam edecek olursak- gün boyu bitmeyen bir duaya dönüşmüştür. Bu bağlamda hem iletişimi arttırıp hayali mümkün kılan, hem de modern çağın ilk kitlesel olarak üretilen olarak değerlendirilen gazete kavramı ve bununla ilişkili olarak matbaa kuram içerisinde çok önemli bir yer tutmaktadır. Çalışmamızın inceleme alanının kitle iletişim araçları olduğu düşünüldüğünde büyük önem kazanan bu yaklaşıma tekrar değinilerek bir değerlendirmeye gidilecektir ancak millet ve milliyetçiliğe matbaanın katkılarını irdeleyen Anderson'ın "matbaa kapitalizmi" kavramına öncelikli olarak yer vermek daha doğru olacaktır. Böylelikle iletişimin kuram içerisindeki yeri daha net tespit edilerek çalışmamız açısından önemi ortaya konulabilir.

Kuramsal perspektifte önemli bir yer tutan matbaa kapitalizmi kavramına değinirken en dikkat çekici unsur Avrupa'da matbaanın konumudur. Keşifler sonrasında zeenginleşen, refaha kavuşan ve bujuva sınıfına sahip olan Avrupa'da o dönem matbaa kapitalizmin bir başka deyişle tüccarların, zenginlerin ve burjuvanın elindedir. İlk olarak dini eserlerin basıldığı ve Latince İncil'in hakim matbaa ürünü olduğu dönemde; ruhbanların çoğu, aristokratların ise bir kısmı Latince konuşup yazabilmektedir ancak Latince konumu gereği genellikle ikinci bir dildir ve küçük bir kesime hitap etmektedir. Kitlesel olarak üretim yapan kapitalist matbaa bu pazarı çok çabuk doyurmuştur (Anderson,2007:53). Niteliği yapısı gereği sürekli olarak yeni pazarlar arayışında olan kapitalizmin bu dönüştürücü niteliği konumuz açısından kilit bir önem taşımaktadır. Doyan bu pazardan sonra yeni arayışlara giren kapitalist matbaa yüzünü tek dilli kitleye çevirmiştir ve bu kitle halkın kendisidir. Bu dönüşümde fikirlerini Almanca basıp yayan Luther'le başlayan Reform hareketinin etkisi büyüktür. Reformun hareketinin başlangıç dönemlerinde iletişim ağları

88

kuvvetli olan Papalık hareketin gelişmesine engel olabilirken, matbaa aracılığı ile halk dillerine yakın bir matbaa dili ile fikirlerin iletimi karşısında aynı başarıyı gösterememiştir. Bu gelişmeler sonucunda Latince'nin dini ve siyasi bir dil olmaktan çıkması ve halk dillerinin bu çerçevede önem kazanması esas dönüşümü oluşturan unsur olmuş, iktidar sahipleri de bu dillere önem vermeye başlamıştır.

Matbaa'nın kullandığı yayın dili birbirinden oldukça farklı olan diyalektlere sahip halk dillerinden zaman zaman birinin birebir aynısı iken, zaman zamansa birisine daha büyük yakınlık taşımaktaydı. Bir yayın dilinin basımı gerçekleştirmek amacıyla seçilerek etkin olarak kullanılmaya başlaması dilin farklı lehçelerini birbirine yakınlaştırmış, dile dayalı bir mübadele ve iletişim alanı yaratarak, yüzbinlerin ya da milyonların kendi dil alanlarının içinde yer aldığının farkına varmalarını sağlamıştır. Buna ek olarak ise dili sistematize edip gelecek dönemlere taşıyarak süreklilik fikrinin oluşmasına katkıda bulunmuş ve uzun vadede kadimlik hissine neden olacak tasarımda önemli bir rol oynamıştır (Anderson,2007: 60). Bu bağlamda Anderson'ın kuramında "Dilin seçimi rastlantı değilse de bilinçsiz ve pragmatik bir sürecin sonucu olarak görünür"(Anderson,2007:57). Yaşanan durum dilbirliğinin oluşmasına önemli bir katkıda bulunmuş, yeni bir topluluk biçiminin hayal edilmesini mümkün kılarak modern milletlerin ortaya çıkışına zemin hazırlayan unsurlar arasında önemli bir konuma gelmiştir.

Hegel'in gündelik ibadet olarak ifade ettiği gazete okuma eylemi böyle pragmatizme dayalı bir dönüşümün ürünü olarak ortaya çıkmış gibi görünse de çok farklı sonuçlara gebe bir hal almıştır. Öncelikli olarak matbaa yayınları özelde ise gazete yalnızca dilde bir dönüşüm veya sabitlik yaratmamıştır. Gazetelerin okunduğu mekanlar toplanma yerleri haline gelerek siyasal toplumsallaşmanın yadsınamayacak kadar önemli bir parçası olmuştur. Milletin ve milliyetçiliğin ortaya çıkışında belki bu sınırlı olarak ifade edilen etkiden söz etmek mümkünse de, iletişim araçlarının etkisi çığ gibi büyümeye devam etmiştir. Gazetelerin eşzamanlılık, haberdar olma ve hayal edebilme işlevi gittikçe gelişmiş ve farklı mecralara da sirayet eden iletişim araçları üzerinden kurulmuş bir birliktelik halini almıştır. Bu nedenle Anderson'ın matbaaya ve iletişim araçlarına atfettiği önem çalışmamız açısından önem taşımaktadır ve dikkate değer bir yere sahiptir.

89

Radyoyla birlikte sadece güne dair yaşananları değil anı da paylaşma becerisine sahip olan iletişim araçları, Televizyonların görsel ve işitsel olarak haberdar etme becerisinin de ötesine geçen internet teknolojisi, telefonların artık konuşma işlevini ikinci plana alarak tam teçhizatlı bir iletişim platformuna dönüşmesi gibi (gazete, sosyal medya, telefon , internet, kitap vs) benzersiz değişimler iletişimi şüphe yok ki yalnızca milletin değil daha büyük bir dünya tahayyülünün de egemen unsurlarından biri kılmıştır. Zira artık bu hayal yalnızca sınırlılıklar veya egemenlik unsurları üzerinden değil, görsel, işitsel ve katılımlı olarak hergün tasarlanabilmektedir. Bu nedenle günümüzde iletişim araçlarının dönüştürücü etkisi yalnızca dil ile sınırlandırılabilecek gibi değildir. İletişim araçları artık milletin dilsel sınırlarının yanına, bölgesel sınırları gösterebilmeyi, kendisinden farklı milletleri hayal edebilmenin yanına farklı milletleri gösterebilmeyi de eklemiştir dolayısı ile böyle bir tahayyülün günümüz koşullarında daha güçlü ve daha geniş bir yelpazede olması beklenebilir. Çalışmamızın araştırma nesnesi kitle iletişim araçlarında milliyetçiliğin ve kimliğin bileşenlerinin sunumuna yönelik olduğundan, iletişim araçları üzerinden yapılan tasarıma yeniden dönülecektir ancak konuyu ve akışı bozmamak adına şimdilik bu kısa eklemeyle yetinerek Anderson'ın bakış açısına yönelik ifade edilmesi gerekenlerle devam etmek daha uygun olacaktır.

Hayali Cemaatler yaklaşımı sıradışı ve konuya başka bir noktadan bakan bir yaklaşım olmasına, temeline kültürel dönüşümün önemli unsurlarından biri olan matbaayı alarak duruma özgün bir bakış açısı getirmesine karşın bir analize izin verme konusunda oldukça sıkıntılıdır. Anderson'ın değindiği dönemlere verdiği örneklere yönelik önemli açıklamalar sunan bu bakış açısı milliyetçiliklerini matbaasız ve hatta zaman zaman ortak dilsiz oluşturan Afrika milletleri gözönünde bulundurulduğunda açıklama yapabilme yetisini kaybeder. Aynı şekilde zamanın tahayyülüne dair noktalarda da Hıristiyan teolojisinin ortaya koymuş olduğu eşzamanlılık ilkesi her yerde aynı şekilde işlememiştir. Buna ek olarak kültürel dönüşümün böylesine dar bir çerçevede ele alınması kültür kavramını oldukça normatif boyutlara indirger ve rastlantısal olarak biraraya gelmiş unsurlara oldukça büyük önem atfeder.

90

Bir kardeşlik ve yoldaşlık duygusu olarak milletin biçim bulduğunu ve böyle bir duygudaşlık üzerinden hareket edildiğini ifade eden, milliyetçiliğin bir ideoloji olarak değil daha çok akrabalık veya din gibi kavramlara benzer şekilde değerlendirilmesi gerektiğini ifade eden Anderson, bu yakınlığın nasıl kurulacağı üzerinde durmaz. Bu yakınlığı yalnızca ölümsüzlük ve kadimlik fikrine bağlayan Anderson'ın incelemesi anlam boyutunun yaratılması ve hissedilen bağlılığın temel taşı olarak kabul edilebilecek hislerin nasıl tasarlandığını ifade etmekte yetersiz kalır. Son olarak ise kuramda milletin ve milliyetin, dinin yerine geçmese dahi onun yarattığı boşluğun doldurulmasında çok başarılı bir tasarım olduğu kısmına yer verilmektedir ki bu durum çok sıklıkla gerçekle özdeşleşmemektedir. Milletin ve milliyetçiliğin kuruluşu sürecinde din ve milliyet fikri sıklıkla elele yürümekte hatta milletin temel yapıtaşının din olduğu örnekler görülebilmektedir (İsrail, Ermenistan, İran vs). Dolayısıyla dinin gerileme sürecinde milliyetin oluştuğu ve tasarımın mümkün hale geldiği düşüncesi havada kalmaktadır. Bütün bunlara ek olarak ise Anderson dönem itibariyle yaşanan siyasi değişimlere hiç yer vermez, hükümdarlıklıarın dinin önemini yitirmesi ile kaybettikleri kutsallık ve monarkların halk dilini idari dil olarak benimsemesi dışında siyasal dönüşümün etkisinden bahsetmez. Modern devletin varlığı veya milletlerin içerisinde şekil bulduğu ulus- devlet yapısına oldukça sınırlı şekilde değinir. Bu bağlamda analiz edilebilir öğeler açısından oldukça sınırlı bir çerçeve sunmaktadır.

Bu nedenle çalışmamızın bir sonraki bölümünde, Anderson'ın eksik bıraktığı bu yöne değinen ve siyasi dönüşümü merkeze koyarak yapıyı anlamaya çalışan yaklaşımlara yer verilecektir.

1.3.3. Modernleşmeye Bağlı Olarak Siyasi Dönüşüm ve Etnisite- Milliyetçilik

Günümüz dünyasında özellikle Batı medeniyetlerinde, devlet ve millet içiçe geçmiş ve birlikte değerlendirilir haldedir. Devletlerin adları çoğunlukla nüfusunu oluşturduğu iddia edilen etnik grubun isimleriyle verilirken, sınırları çizilmiş topraklar üzerine bahsi geçen etnik grubun hakimiyeti ile özdeşleştirilmiş konumdadır.

91

Böyle bir yapı içerisinde devlet ve milletin birbirinden ayrımlanması güçleşmektedir. Tarihsel süreç içerisinde bakıldığında, modernizmden hemen önceye kadar dahi dünya çok sayıda farklı oluşuma ve iktidar ilişkilerine sahiptir. Avcı toplayıcı toplumlardan, etnik topluluklara, ilkçağın şehir devletlerine ve daha sonra birleşerek daha büyük devletlere dönüşen modellerine, tanrı krallarının buyruğu altında tebaa olarak varlığını sürdüren dinsel topluluklardan, feodal beyliklere ve imparatorluklara kadar geniş bir yelpaze içerisinde görülebilen toplu yaşam modelleri vardır. Ancak Fransız İhtilali'nin çarpıcı etkisinden başlamak koşuluyla günümüze gelene kadar yaşanan süreçte bu durum tektip bir yapıya ulus ve ulus- devlete dönüşmüştür (bkz: Gellner:1992).

Bu anlamda kurulmuş olan devletler son derece rasyonel bir bilincin ürünü olarak ve İnsan Hakları Beyannamesi, Bağımsızlık Bildirgesi gibi Aydınlanma Felsefesi gibi temeller üzerine inşa edilmiştir. Vatandaşlık, yönetimde söz sahibi olma, egemenliğin halkla özdeşleştirilmesi gibi düşünceler modern öncesi çağda eşine tam anlamıyla rastlanır örnekler değillerdir ve halkla devlet arasındaki gerçek anlamda tek bağdaşım vatandaşlık ilkesi çerçevesinde liyakattir. Modern öncesi dönemde insanlar için kendilerini yönetenlerin kim olduğundan ziyade, kendilerini güvende hissedip hissetmedikleri veya güvende yaşayıp yaşamadıkları önemlidir. İktidarın ve güç kullanma yetkisinin halkla paylaşılması ise pek rastlanılır bir durum değildir. Yaşanan bu politik dönüşüm, halkın katılımını ve önceki tebaa,serf, köle anlayışından kaynaklanan zorunluluktan gönüllü bir katılıma çevirmiştir. Dolayısı ile bu noktada bu oydaşımı sağlayıp millet bilincini oluşturmak gereklidir. Bu bağlamda halk ve devlet arasında oydaşımı anlatmayı amaçlayan ve milliyetçiliği bir tür politika olarak gören yaklaşımlara bakmak gerekir. Bu yaklaşımlardan ilki bir sonraki başlıkta ele alınacak olan John Breuilly'nin milliyetçiliği politika olarak gören anlayışıdır.