• Sonuç bulunamadı

Tekelleşmenin Basın Çalışanlarının Hakları Üzerindeki Etkisi

1. TÜRKİYE TELEVİZYONLARINDA HABER ÜRETİMİNİN

1.3. TÜRKİYE’DE MEDYA ENDÜSTRİSİNİN YAPILANMASI

1.3.4. Tekelleşmenin Basın Çalışanlarının Hakları Üzerindeki Etkisi

yasayla getirilen bazı ilerlemelere rağmen, medya piyasasına girmenin önündeki engellerin kaldırılmasının benimsenmesi fiiliyatta zor uygulanmaktadır. Türkiye’nin medya sektörünün son yıllarda, dinamik bir izleyici kitlesi nedeniyle, yabancı

yatırımcılar açısından daha çekici hale geldiği gözlemlenmektedir. Ne var ki medya aracılığıyla elde ettikleri siyasi kazanımların ekonomik kayıplarını telafi etmediği şirketlerin pazardan çekilmesi nedeniyle, medya kuruluşlarının satış yoluyla el değiştirmesi sıklıkla yaşanan bir durumdur. Medya kuruluşlarında editoryal bağımsızlığı sağlayacak yasal güvenceler bulunmadığından, bu satışlar çoğu kez toplu işten çıkarmalarla sonuçlanmaktadır (Kurban ve Sözeri, 2013: 4). 22 Şubat 1999 tarihinde MNG Medya grubu bünyesinde yayına başlayan Tv 8’in Mehmet Nazif Günal tarafından, 13 Kasım 2013 tarihinde %70 hissesi Acun Ilıcalı ve %30 hissesi Doğuş Yayın Grubu’na satılması sonrası, kanalın format değişimine gitmesi sonucu tüm haber merkezi ve spor merkezinde çalışan personel işten çıkarılmıştır (Semercioğlu, Hürriyet web sayfası, erişim tarihi, 15.7.2014). İşten çıkarmalar sonrası, haber merkezi personelinin de içinde olduğu 100’ün üzerinde TV 8 çalışanının mahkemeye gittiği söylenmektedir.

Medya, siyaset ve ticaret birleşmesinin bir yansıması olan basın sektöründeki tekelleşme ile holding sahibi patronlar mevcut siyasi iktidarın olumsuz karşılayacağı haber ve yorumların yapılmaması için medya çalışanlarını baskı altına almaktadırlar. Aksi takdirde gerek kamusal gerekse de özel sektörde birçok işkolunda faaliyet gösteren holdinglerin, ticari anlamda büyük bir risk ile karşı karşıya kalma ihtimali büyük bir olasılık olarak gözükmektedir (Bulunmaz, 2011: 244). Tekelleşme neticesinde medya ve siyaset arasındaki ilişkinin gazeteciler üzerinde ortaya çıkardığı baskılar, hem kamusal hizmetin ifa edilmesi noktasında hem de demokrasinin işlerliğinde çok ciddi problemler yaratmaktadır. Haluk Şahin bu konuda, 2011 yılında yayınlanan Can Çekişen Bir Meslek Üzerine Son Notlar adlı kitabında iktidar-medya ilişkisi için karamsardır. İktidarın 2007 seçimlerinden sonra medya üzerinde baskıya devam edeceğini beklemektedir. Bu iktidarın medyaya kendi isteklerini kabul ettirmek için patrondan, yöneticiye kadar her kademede baskı yaptığını, tek tek kuruluşların ve kişilerin sicillerini tuttuğunu, havuç-sopa yöntemini denediğini söylemektedir (Şahin, 2011: 166-167).

Tekelleşmenin yarattığı medya düzeni içerisinde zamanla, paralel bir iktidar düzeni de oluşmaktadır. Bu düzen neticesinde, holdingin sağladığı gücün etkisiyle medyanın hem kamu sektöründe hem de özel sektörde yer alan yöneticiler üzerinde bir baskı rejimi oluşturdukları görülmektedir. Medyanın sahip olduğu gücün etkisinin

farkında olan ve bunu bir holdingin ‘kanatları’ altında sürdürdüğünü bilen farklı kademelerdeki yöneticiler ve ‘karar alıcılar’ da, direnç gösterseler dahi belirli bir süre sonra üzerlerinde oluşan baskının şiddetine bağlı olarak güdülemeyi kaybetmekte ve sistemin bir parçası olabilmektedirler (Bulunmaz, 2011: 244).

Eldeki veriler, büyük medya kuruluşlarının bünyesinde yer aldıkları şirketler grubunun, finansal çıkarlarına karşı olabilecek her türlü bilgiye ve enformasyona yer vermeye yanaşmadıklarını göstermektedir. Aynı araştırmalar, medyanın sadece bünyesinde yer aldığı şirketler grubunun çıkarlarına karşı olan bilgileri aktarmaktan kaçınmakla kalmadıklarını; aynı biçimde, destekleyici(sponsor)lerin, reklam verenlerinin ya da patronun dost ve yakınlarının çıkarlarına uygun olmayabilecek; siyasal iktidar ya da kamu otoriteleri ile ilişkilerini zedeleyebileceği düşünülen bilgi ve haberleri de bir biçimde karartmakta olduklarını göstermektedir (Kaya, 2009: 302- 303).

24 Ocak 1993 tarihinde bombalı saldırı ile katledilen Uğur Mumcu’nun 30 Haziran 1983 tarihlerinde Cumhuriyet gazetesindeki yazısı, holdingleşme ve tekelleşmenin yarattığı sorunlara yıllar öncesinden işaret etmektedir. Devletin basın özgürlüğü üzerindeki kısıtlayıcı ve yasaklayıcı tavrı ile basın organlarını ele geçireceği ve basında tekelleşme yaratacak olan holdingleşmenin, basın özgürlüğünü sona erdireceğini dile getirmektedir (Aktaran: Bulunmaz, 2011: 245).

Tekelleşmenin yarattığı başka büyük bir problem de sendikacılığın ortadan kaldırılmasıdır. Medya sektörü içinde yer alan çalışanların kendi mesleklerine yönelik temel hak ve hürriyetlerini örgütsel bir çerçeve içerisinde savunmalarını sağlayan sendikacılık, büyük sermaye sahiplerinin medya dünyası içinde yer almasından ve bu sistemin de giderek tekelleşmeyi yaratmasından dolayı büyük bir darbe almıştır. Özellikle Aydın Doğan’ın 1991 yılında Milliyet gazetesinde, 1994 yılında ise Hürriyet gazetesinde başlattığı sendikasızlaştırma çalışmaları, günümüzde basın sektörü içerisinde sendikasız çalışan kültürünün egemen olmasında ilk tohumların atılmasını sağlamıştır (Bulunmaz, 2011: 243-244).

Basın sektöründe ortaya çıkan holdingleşmenin zaman içerisinde tekelleşmeyi meydana getirdiğini ve bu durum neticesinde de ortaya çeşitli sorunların çıktığını ileri süren Topuz, bunları şöyle sıralamıştır. Medyadaki tekelleşmenin düşünce ve

anlatımda çoğulculuğa karşı olması, kitle iletişim araçlarının paralı ellerde toplanması, düşünce ve anlatım özgürlüğünü kısıtlamaktadır. Bu eğilim sonucunda ve tekelleşmelerin sendikaya karşı olması nedeniyle, medyada çalışanların sayısı azalmakta ve medya tekdüzeliğe mahkûm olmaktadır. Tekellerin başındaki kişiler, iktidarı paylaşmak ve hükümetten çeşitli çıkarlar sağlamak için türlü türlü ödünler vermekte ve medyada çalışan gazetecileri baskı altında tutmaktadırlar. Küçük ve orta çaptaki yayın organları zamanla yok olmakta ve holdinglerin sınırsız egemenliği kurulmaktadır. Türkiye’de medya zamanla bir paralel iktidar mekanizması oluşturmaktadır. Yöneticilerin medyadan gelen baskılara karşı koyamadıkları da zaman zaman görülmektedir. Büyük sermayeye dayanan medya, magazin programlarının ve magazin haberciliğinin de gelişmesine yol açmış, bu da bir kültür yozlaşmasına neden olmuştur. Tekelci sermaye ve holdingler dışa bağımlıdır, IMF’den çıkarları vardır. Böyle bir bağımlılık da ülkenin bağımsızlığıyla bağdaşmamaktadır (Aktaran: Bulunmaz, 2011: 243).

Mehmet Sağnak, Medya Politik-1983/1993 Yılları Arasında Medya Politikacı İlişkileri kitabında, “demokratik her ülkede olduğu gibi Türkiye’de de ‘kamuoyunun serbestçe oluşmasını’ sağlamakla görevli bulunması gereken habercilik anlayışı, bazı medya organlarında hiçbir kapitalist ülkede görülmeyen biçimde yozlaşmış ve sermayenin hizmetine girmiş görünüyor” demektedir. Çağdaş iletişim/bildirişim teknolojileri artık düne oranla astronomik yatırım gerektirdiği için, medyanın sermaye ile bütünleşmesinin belirli sınırlar içinde kalınması koşuluyla makul görülebileceğini, ancak siyasal haberciliğin bazı çıkar/sermaye gruplarının güdümüne girmesi ile eğlence sanayinin, sermayenin denetim ve yönetimine girmesinin aynı şey olmadığını vurgulamaktadır (Sağnak, 1996: 136).

Medyanın kârlarını en yükseğe taşıma amacı güden ve bu yüzden devletle reklam ilişkileri geliştiren şirketler tarafından yönetildiği bir çevrede, bağımsız bir medya’nın ortaya çıkması ve hayatta kalmasının zor olduğu görülmektedir. Hassas politik meseleleri ele alan bir medya yayınını cezalandıran otoriter yasal bir çerçevenin oluşu bu mücadeleyi zorlaştırmaktadır. Toplumun gerçeklere ulaşmasına çabalayan bir avuç medya kuruluşu ise maddi zorluklarla karşılaşmakta ve yasal suçlamalarla taciz edilmektedir. Gerçekte bütün gazeteciler, ana yayın ve bağımsız medya aynı şekilde, düşük ücret, sosyal güvenlik yoksunluğu, uzun çalışma saatleri

ve iş güvenliği yoksunluğu gibi çok zor şartlar altında çalışmaktadır. İş sendikalarına katılan gazeteciler işverenlerinin tehditleri, tacizleri ve baskıları ile karşılaşmış ve karşılaşmaktadırlar ve çoğunlukla hakları ve işleri arasında seçim yapmak zorunda kalmaktadırlar (Kurban ve Sözeri, 2011: 39). Gazetecilerin politik güçler ve isverenlerinin karşısındaki savunmasız pozisyonlarının, aynı zamanda gazeteciler arasındaki yatay birliğin eksikliğinin sonucu olduğu da iddia edilmektedir. İşgücü arasındaki rekabet ve işsizlik korkusunun, medya aracılığıyla bile problemlerin dile getirilmesini önlediği gözlemlenmektedir.