• Sonuç bulunamadı

1. TÜRKİYE TELEVİZYONLARINDA HABER ÜRETİMİNİN

1.2. MEDYANIN EKONOMİ POLİTİĞİ

1.2.4. Küreselleşme ve Neo Liberalizm Tartışmaları

Son otuz yılın en çok tartışılan ve üzerinde konuşulan konularından birisi küreselleşme olmuştur. Küreselleşme, kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasına paralel olarak dünya toplumlarının ekonomik, politik ve kültürel düzeyde çok yönlü olarak iç içe girdiği ve dünyanın bir ucunda oluşmakta olan olayların, kararların, çalışmaların ve etkinliklerin, yöresel ve ulusal sınırların dışında toplumları etkileyebilmesi olarak tanımlanmaktadır (Aktaran: Uluç, 2008: 172). Bu kavramın ortaya çıkmasının ekonomik, siyasal, kültürel ve toplumsal birçok nedeni vardır.

Habermas’ın dediği gibi (Akt. Castells: 2008: 397) “refah toplumlarının ekonomik sorunları, küreselleşme dediğimiz, dünya ekonomik sistemindeki yapısal değişim temelinde açıklanabilir”. Bu değişim ulus- devletlerin etkinlik alanını o

kadar daraltmıştır ki, ellerinde bırakılan eylem olasılıkları, ulus üstü piyasaların istenmeyen etkilerine karşı çıkmalarına yetecek gibi değildir. Küreselleşme ile birbirine taban tabana zıt iki modelin ortaya çıktığına tanık olunmaktadır. İlki verimlilik ve yenilik kaynağı olarak, vasıf düzeyi yüksek işgücünün, kitlesel ithaline yaslanan Amerikan bilgi ekonomisi modelidir. Diğeriyse ülkedeki insan sermayesine yatırım yapmaya, yeni, bilgiye dayalı ekonomide verimliliğin toplumsal kaynaklarını güçlendiren hayat koşullarını geliştirmeye dayalı Fin, Kuzey Avrupa modelidir. Her iki modelde de, refah devletinin küreselleşmiş, karşılıklı bağımlılığın egemen olduğu bir ekonomide ayakta kalabilmek için, toplumsal yatırımla ekonomik büyüme arasında bir karşılıklı beslenme zincirine dayalı yararlı bir döngü yaratabilmek için, verimlilik artışını sağlaması gerektiği açıktır (Castells: 2008: 398-399). Günümüzde her iki model de, hâkim olduğu ülkelerde uygulanmakta ve bu konuda tartışmalar devam etmektedir.

Küreselleşme sürecinin ortaya çıkmasında ve hızlanmasında teknolojik gelişmeler, bilgi ekonomisinin öne çıkması, dünyada yaşanan neo liberal politikaların yükselişi, çok uluslu sermayenin küresel bir pazarda yayılışı etkili olmuştur. Küreselleşmenin üç temel özelliği olan insanların hareketi, ürün ve hizmetlerin dolaşımı ve bunun sonucunda gelen güç/iktidar ilişkilerinin değişim ve dönüşümü, ekonomi, kültür ve yönetim alanlarında yeni politika ve stratejileri de getirmektedir (Uluç, 2008: 173). Başlangıcından itibaren kırk yılı aşkın bir zaman geçmiş olan küreselleşme politikalarında, ulus devletler, ekonomilerini ve sosyal ortamlarını korumak adına, ürün ve hizmetlerin dolaşımında daha liberal politikalar izleseler de, insanların ülkeler arasındaki hareket özgürlüğüne kısıtlamalar getirmeye devam etmektedirler.

Küreselleşme söylemine “neo liberal ütopya” terimiyle atıfta bulunan Pierre Bourdieu’ya göre saf ve mükemmel bir piyasayı hedefleyen bu ütopya hayata geçirilirken, bütün kolektif yapılar sorgulanmaktadır. Yazara göre bu yapıların başında manevra alanı giderek daralan ulus devletler gelmektedir. İkincisi, ücret ve kariyerin bireysel yeterliliğin bir işlevi olarak kişileştirildiği emek gruplarıdır. Üçüncü sırada işçi haklarını savunan kolektif yapılar, sendikalar ve kooperatifler yer almaktadır. Son sırada ise piyasanın yaş gruplarına göre düzenlenmesi sonucu, tüketim üzerindeki kontrolünü kaybeden aile yer almaktadır (Aktaran: Adaklı, 2006:

48). Bu kavramın, ekonomik, siyasal, toplumsal ve kültürel birçok alanda değişim yaratma, eski yapıları dönüştürme anlamında kullanıldığı gözükmektedir.

McChesney küreselleşme yerine neo liberalizm terimini kullanmaktadır. Neo liberal politikalar, hükümetlerin şirket çıkarlarına daha iyi hizmet verebilecek ölçeğe indirilmesini öngörmektedir ve bu politikaların merkezinde ticari medya ve iletişim pazarı için kuralların kaldırılması yer alır. Kuralların kaldırılması (deregulation) politikasının gerçek içeriği, şirket çıkarlarıyla uyumlu şekilde kuralların yeniden konulmasıdır (Adaklı, 2006: 49) . Bu anlamda başta ABD olmak üzere Avrupa ülkeleri piyasalarını kapitalist pazar gereklerine göre yeniden düzenlemekte ve büyük şirket çıkarlarına göre, kamunun kaynaklarını özel girişime açmaktadırlar.

Dünya kapitalizminin 1970’lerden itibaren içine girdiği tartışılan küreselleşme sürecine yön veren dinamikleri sıralayan Yeldan, ilk sıraya kapitalizmin altın çağı boyunca süren, yüksek birikim temposunun yarattığı aşırı üretime dayalı, krizi koymaktadır. İkinci dünya savaşı sonrası, sermaye/emek çelişkisine damgasını vuran, Fordist endüstriyel ilişkilerin beslediği kâr sıkışması, bir başka önemli dinamiktir. Uluslararası kapitalist rekabetin yoğunlaşması bir diğer önemli dinamik olmaktadır. Finansal sistemin serbestleştirilmesi sonucu yükselen finansal sermaye ve spekülatif birikim tercihlerinin sanayi yatırımlarının önüne geçmesi bir diğer dinamiktir (Aktaran: Adaklı, 2006: 51). Ekonomik durgunluğu, iç piyasalarının tüketemediği aşırı üretimi, düşük kâr paylarını ve güçlü sendikal örgütlenmenin getirdiği esnekliği yeterli olmayan işgücü piyasaları nedeniyle, çareyi dünya pazarlarına açılmakta gören ABD ve Batılı sanayileşmiş ülkeler, küreselleşme sürecinin baş aktörleridir.

Bu dinamiklerin varlığı yadsınamamakla birlikte küreselleşme sürecinin ortaya çıkmasında internet teknolojisinin gelişiminin yaygınlık kazanması, Doğu blokunun yıkılmasından sonra eski devletçi ekonomilerin liberal piyasa ekonomisine yönelik olarak, serbest ticaret ve yabancı sermayeden yararlanma istekleri, gelişmiş ülkelerde iç piyasaların doymuş olması, dış piyasalara açılma arayışı etkili olmuştur. Bunun ideoloji düzlemindeki sonuçları; özelleştirme, deregülasyon, açık pazarlar, denk bütçe, deflasyonist kemer sıkma politikaları ve sosyal devletin ortadan kaldırılmasıdır (Uluç, 2008: 180). Bu sonuçlar Türkiye gibi kapitalizmin kurumlarıyla tam oluşmadığı ülkelerde keskin ve dramatik sonuçlar doğurmuştur.

Ekonomik büyüme, kurulan şirket sayısı, dünya ticaretinden aldığı pay, kişi başına düşen milli gelir gibi kıstaslarda ilerleme kaydeden Türk ekonomisi, emek piyasası ve çalışma ekonomisi alanlarında dünya standartlarının gerisindedir.

Devletin iktidarı açısından belirleyici olan, medya ve iletişim alanında ülke çapında yasal düzenlemelere gitme, kontrol sağlama olasılığı gitgide azalmaktadır. Haber ve eğlencenin, bunlar üzerinden düşüncelerin ve hayalde canlandırmalarındenetimi, tarihsel olarak devlet iktidarını sağlamlaştıran bir araç olmuş, kitle iletişim çağında mükemmelleştirilmiştir. Bu alanda ulus devlet, mülkiyetin küreselleşmesi ve iç içe geçmesi, teknolojinin esnekliği ve yaygınlığı, medyanın özerkliği ve çeşitliliği gibi birbiriyle bağlantılı üç büyük engelle karşı karşıyadır (Castells: 2008: 401). Birçok ülkede ulus devlet bu engellere teslim olmuştur.

Enformasyon teknolojisi, bu dönemde, geçmişten çok daha yüksek getirili ve kendi dışında geniş bir etki alanı yaratan ‘kilit teknolojilerden biri olmuştur. Arın’a göre kilit teknolojiler, çok geniş bir ürün, süreç ve endüstri ağından yararlandığı, esnek üretim, bilgi işleme gibi teknolojik ve örgütsel yenilikler bu alandan beslendikleri için kritik bir önem kazanmaktadır. Son dönemde bu alanda artan bir oranda Amerikan hâkimiyeti gözlenmektedir. Kablolu televizyon ve fiber optik hatların sağladığı, mal çeşitlendirmesi olanaklarının ve mülkiyet haklarındaki sınırlandırmaların kaldırılmasının sonucu, bu piyasaların uluslarasılaşması ve Amerikan kablo firmaları ve telefon şirketlerinin teknoloji üstünlüklerini de kullanarak Avrupa ve dünya piyasalarına hızla girmesidir (Aktaran: Adaklı, 2006: 54). En geniş kullanım piyasasının olduğu televizyon yayıncılığında, elinde uydu üretimi, bunların uzaya yerleştirilmesi, işletilmesi ve uydu kapasitesinin kullanıcılara dağıtımı alanlarında Amerikan şirketleri tekel olmanın avantajını kullanmaktadırlar.

Küresel değişim, teknolojinin güdümünde gerçekleşen bir değişimdir. İletişim biçimlerinin çeşitlenmesi, bütün iletişim organlarının dijital bir üst metinde birleşerek, interaktif çoklu medyanın önünü açması ve sınırların ötesini izleyen uyduları ya da telefon hattı üzerinden bilgisayara dayalı iletişimi kontrol etmenin imkânsızlığı, yasal düzenlemelere dayalı geleneksel savunma hatlarını yerle bir etmiştir. Telekomünikasyon patlaması, kablonun geliştirilmesi, görülmemiş bir yayın

gücü sağlamıştır. Girişimciler bu eğilimi görmüşler ve bu fırsatı yakalamışlardır. Büyük birleşmelerin gerçekleşmesi, bunun peşi sıra, sermayenin medya sektöründe, ekonomik, kültürel ve siyasi alanlardaki iktidarı birleştirebilen bu sektörde yer alabilmek için harekete geçmesini doğurmuştur. İnsanların medyada çeşitliliğin ve özgürlüğün özlemi içinde olduğu, yerel yayıncılığa getirilecek uluslararası rekabetin kaliteyi yükselteceği dillendirilmiştir. Simgesel siyasetle, medyanın serbestleşmesi teknolojik modernleşme söylemi içinde eritilerek, seçkin düşüncenin yeni medya sistemi lehine dönmesinde rol alınmıştır(Castells: 2008: 402). Küresel sermayenin bu görüşleri yine medya aracılığıyla köşe yazarları, gazeteciler, sermaye ile iyi ilişkiler içinde olan yerel siyasetçiler aracılığıyla seslendirilmiştir.

Uydu yatırım maliyetlerinin çok yüksek olması, 1970’lerden bu yana devletler arasında İntelsat ve Eutelsat gibi uydu anlaşmalarına gidilmesine neden olmuştur. Büyük altyapı yatırımlarını gerektiren yeni iletişim teknolojileri, iletişim şebekelerini kurabilmeyi gerektirmektedir. Bu büyük yatırımların özel kesim tarafından yapılabilmesi ancak büyük özel sermayelerin ortaklık kurması, buna ek olarak sermaye piyasasındaki hisse senedi yoluyla büyük miktarda sermaye elde etmelerini gerektirmektedir (Aktaran: Adaklı, 2006: 54). ABD gibi özel girişimciliğin öteden beri yaygın olduğu ülkeler dışında kalan, Türkiye gibi ülkelerde devlet, iletişim sektörünün altyapı yatırımlarını gerçekleştirmek durumundadır. Neo liberal politikalarla birlikte yükselen bir diğer olgu, iletişim sektöründeki devasa büyüme ve artankâr oranları olmuştur. İMF ve Dünya Bankasının çizdiği yörüngede üretilen bu politikalar, dünyanın farklı bölgelerinde (Latin Amerika, Asya-Pasifik) yanı sıra Türkiye’de 1980’lerde uygulanan politikalarla hayata geçirilmiştir.

İletişimde küreselleşme, sermaye piyasalarının ulus devletlerden bağımsızlaşırken, ulusal üretimin dünya pazarına artan bağımlılığı olarak tanımlanan mali küreselleşme ile birlikte başlar. Bu iki şekilde gerçekleşebilir; Birincisi bir firmanın, bir ülkenin sınırları ötesinde yatırım yapmasıdır. İkincisi ise, firmaların birbiriyle birleşerek (örneğin Time ve Warner Bross+AOL firmalarının birleşmesi) veya satın alarak ya da ortak girişimle ulus aşırılaşmasıdır. Bu yöntemle, üretim ve pazar kontrolü sayesinde kârların azamileştirilmesi olanağı sağlanır (Uluç, 2008: 207). Murdock ve Golding’e göre, son yıllardaki tartışmalar, pazarlaştırma politikalarının baskısı ve bilgisayar, telekomünikasyon ve görsel işitsel

endüstrilerinin hızla artan yakınsaması (birbirine yakınlaşması) üzerinde yoğunlaşmaktadır. Birbirine paralel olan bu iki hareket, şirket mantığı savunucularına, özel girişime, yeni alanlar sunmaktadır (Aktaran: Uluç, 2008: 207).

Yakınsama süreci, dört sektörü; yayıncılık, basılı yayımcılık, telekomünikasyon ve tüketici elektronik teçhizatı (kişisel bilgisayar ve televizyon) bir araya getirmektedir. Pazarlaştırma kavramı ile kamusal iletişim kaynaklarının ve kuruluşlarının hızla özelleştirilmesi, iletişimin her alanında rekabete açık politikalar izlenmesi, ister kamu ister özel sektör olsun, serbest piyasa kurallarına göre hareket ve yapılanmaya yönlendirilmesi anlatılmaktadır. Lisans ve ruhsat verme, frekans tahsisi işlemlerinde açık artırma yolu ile en çok fiyat verene dağıtılması, iletişim alanının yeniden düzenlenmesi süreci tamamlamaktadır (Uluç, 2008: 208). Yakınsamanın, belki de en önemli göstergesi, 1999 yılında o güne kadar yayıncılık alanıyla ilgisi bulunmayan AT&T’nin, küçük kablo şirketlerinin bileşiminden oluşan Media One’ı 56 milyar dolara satın alarak, bir anda kablolu televizyon sektörünün bir numaralı aktörü haline gelmesidir. Golding ve Murdock, liberal ve popüler basında yakınsama terimi için teknolojik determinizm görüşünün destek olarak kullanıldığını iddia etmektedirler. Teknolojik yakınsamanın, iletişim ve kültür alanınını son dönemde piyasalaştırılmasını haklılaştırmak için retorik unsur olarak kullanıldığını söylemektedirler. İletişim mecralarının yakınsamasıyla birlikte artan tekelleşmeye dikkat çekmektedirler. Yeni dönemde, sektörün yeniden yapılanmasının en can alıcı noktalarından birisini, kapitalist mülkiyetin ve üretim, dağıtım ve tüketim sürecinin kontrolünün sıkı sıkıya bütünleşmesi olduğunu vurgulamaktadırlar (Aktaran: Adaklı, 2006: 62).