• Sonuç bulunamadı

Türkiye'de Yayıncılığın Yapısal Özellikleri

1. TÜRKİYE TELEVİZYONLARINDA HABER ÜRETİMİNİN

1.3. TÜRKİYE’DE MEDYA ENDÜSTRİSİNİN YAPILANMASI

1.3.2. Türkiye'de Yayıncılığın Yapısal Özellikleri

Küreselleşme, neo kapitalist pazar arayışları ABD, Avrupa ülkeleri ve arkasından da Türkiye’yi 1990’lı yılların başında etkisi altına almıştır. Yayıncılık ve medya sektörü, teknolojik değişimle birlikte arkasında kaldığı birçok sektörü geride bırakmıştır. Küresel medya sadece kendi alanını değil ama ulaşabildiği muazzam etki alanı ile ulus devletleri bile tehdit eder hale gelmiştir. Medya sektörü, son otuz yılda internet teknolojisi ve dijital gelişimle birlikte kapitalizmin en kârlı sektörlerinden biri olmuştur. Türkiye’de bu eğilimden kaçamamış ve diğer sektörlerde iş yapan birçok şirket, medya sektöründe gazete, radyo ve televizyon yatırımlarıyla holdingleşmeye başlamıştır.

Fakat Türkiye’de yayıncılık Avrupa ve ABD’e kıyasla çok farklı bir yol kat ederek günümüze gelmiştir. D. Beybin Kejanlıoğlu “Türkiye’de yayıncılığın yapısal özelliklerini; yasal kurum açıdan, öncelikli bir yasal düzenleme alanı değil ve fiili durumlara açık’’ diyerek tanımlamaktadır. Bunun yanında devlet tekelinin mevcudiyeti, teknik-teknolojinin dışa bağımlılığı, programların, devlete, hükümete, dışa bağımlılığı vurgulanmaktadır. Finansmanın, hükümete (ve reklama) bağımlılığına dikkat çekilmektedir (Kejanlıoğlu, 2004: 196). Yazara göre, yayıncılık Türkiye’de hiç bir zaman öncelikli bir düzenleme konusu olmamış; radyo ve televizyon, hükümetlerin icraat duyurma ve kamuyu “güdüp yönlendirme” araçları olarak görülmüştür. Askeri tedbirler, yayın politikaları ve fiili durumlar, ulusal kimlik inşasındaki ideolojik işlevi sorunlu olan Türkiye radyo ve televizyonunun fiilen küresel kapitalizm bağlamına oturmasının göstergeleri olarak işlemiştir (Kejanlıoğlu, 2004: 201).

Türkiye’de yazılı basın sahipliğine ilişkin kısıtlayıcı herhangi bir yasal düzenleme bulunmamaktadır. Yazılı basın sahipleri yalnızca Basın Kanunu’nun 7. maddesi ile yapılan düzenlemeye göre, yayının yönetim yerinin bulunduğu yer Cumhuriyet Başsavcılığı’na, “yayının adı ve mahiyeti, hangi aralıklarla yayımlanacağı, yönetim yeri, sahibinin, varsa temsilcisinin, sorumlu müdürün ad ve adresleri ile yayının türü” gibi temel bilgilerin yer aldığı bir beyanname vermekle yükümlüdür (TTB web sitesi, 5187 nolu basın kanunu, 15.3.2014). Ancak radyo ve televizyon yayıncılığı yapan şirketler yazılı basından farklı olarak Anayasa’nın 26.maddesi gereği izin sistemine tabidirler. Bu sistemin gerekçesi bir kamu malı olarak tanımlanan frekansların sınırlı olmasıdır.

Dilek Kurban ve Ceren Sözeri TESEV için 2011 yılında yazdıkları ‘’Medya Politikaları özgürlük ve bağımsızlık sunuyor mu? Türkiye vakası” adlı raporda Türkiye’nin kanunlarında ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü ve haber alma özgürlüğü ile ilgili resmi bir ifade olmamasına rağmen, bireysel hakların üstünde milliyetçilik, devletçilik ve kültürel muhafazakârlık çerçevesinin yattığını ifade etmektedirler. Yazarlara göre; Anayasa ve basını yönetmeye yönelik yasalar, otoriter, kalıpcı ve muhafazakâr bir ruhla yazıldığı için ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğünü uygulamak geniş kısıtlamalardan ötürü son derece zordur. Bu özgürlüklerin

uygulanmasına yönelik istisnai yasal boşluklar da medya düzenleme ajansları ile kısıtlanmaktadır (Kurban ve Sözeri, 2011: 38).

AB ile Türkiye arasında 2005 yılından itibaren yürütülmekte olan tam üyelik müzakereleri nedeniyle kâğıt üzerinde ilerleme kaydetse de ne yazık ki uygulamalarda Türkiye’nin sicili ve görünümü Avrupa ülkelerine göre açık ara kötüdür. Kurban ve Sözeri, Türkiye’de yayıncılığın yasal altyapısını çarpıcı cümlelerle ifade etmektedirler. Medya sektörünü düzenleyen çeşitli kurullar, ideolojik ve kurumsal olarak devletten bağımsız değildirler. Bu kuruluşlar, basın ve ifade özgürlüğü ve haklı rekabeti güçlendirmek yerine, devletin bölünmez bütünlüğü, milli birlik ve genel ahlâk gibi anayasayla güvence altına alınan ilkeleri ihlal eden yayınlara cezaya dayanan, yaptırım uygulamak suretiyle, medya üzerinde polislik yapmakla görevlendirilmiş bulunmaktadır. RTÜK 3984 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları hakkında kanundan yararlanarak ‘ailenin korunması” ve “toplumun milli ve ahlaki değerleri” gibi muğlâk kavramların arkasından geniş bir takdir yetkisi ve hareket alanını kullanmaktadır. RTÜK sık sık bu yetkisini kulanarak medya kuruluşlarına karşı mali ve idari yaptırımların yanı sıra uyarı, para cezası, yayın durdurma ve yayın lisansının iptali gibi yaptırımlar uygulamaktadır (Kurban ve Sözeri, 2013: 3).

BİA Ekim-Kasım-Aralık 2014 Medya Gözlem Raporu’na göre, Türkiye hükümetinin medya, iletişim ve düşünce özgürlüğüne yaklaşımı, devleti güvenlik temelinde güçlendirdikçe, Avrupa Birliği (AB) standartları açısından ciddi çelişkileri ortaya koymaktadır. BİA Medya Gözlem Raporu’nda “öldürülen gazeteciler”, “hapisteki gazeteciler”, “saldırı, tehdit ve engellemeler”, “soruşturmalar, açılan-süren davalar, kararlar”, “hakaret, kişilik hakları ve tazminat davaları”, “yasaklamalar, kapatmalar, toplatmalar”, “AİHM” ve “RTÜK” bölümleri yer almaktadır.

Bu dönemde, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Türkiye’yi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ifade özgürlüğü hakkını düzenleyen 10. maddesini ihlal ettiği ve bu dosyalarda adil yargılama yapmadığı tespitiyle 3 kişiye toplam 28 bin 800 avro (yaklaşık 83 bin 520 TL) maddi ve manevi tazminat ödemeye mahkûm etmiştir. Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), Ekim-Aralık 2014 döneminde haber ve program yayınlarından dolayı TV kuruluşlarına 8 uyarı, 46 para cezası; radyo

kuruluşlarına 1 uyarı, 2 de para cezası vermiştir. Kurulun, Radyo ve TV’lere toplam 2.400.015 TL idari para cezası verdiği ifade edilmektedir (tgs web sitesi, erişim tarihi, 25.1.2015).

Türkiye’de sadece baskıcı yasalar ve devletin medya sektörünü sürekli denetim ve gözetim hakkında tutmaya çalışması yanısıra, 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonucu, çalışma yaşamında akamete uğrayan hak kayıpları da günümüze taşınmıştır. Kasım 2000 ve Şubat 2001 krizleriyle birlikte medyada yaklaşık beş bin kişinin işsiz kaldığı gözlemlenmektedir. 2000’li yıllar Türkiye basın sektöründe sadece niteliksiz değil nitelikli iş gücünün de işten çıkarıldığı ve iş bulmakta zorluk çektiği yıllar olarak hatırlanmaktadır. 212 sayılı Basın İş Kanunu kapsamında çalıştırılan emekçilerin yanında, büyük bir kesim de 1475 sayılı yasa kapsamında çalıştırılmaktadır (Özsever, 2004: 18). 9 Ağustos 2002 tarihinde çıkarılan “İş güvencesi yasası”, işverenlerin sert muhalefetiyle uygulanması akamete uğramış ve iş güvencesinden yararlanabilme koşulu otuz ve daha fazla işçi çalıştıran işyerlerini kapsamıştır. Yeterli yasal koruma ve sendikal güvenceden yoksun olan bir ortamda iş güvencesi sembolik olarak var olmaktadır. Özsever’e göre günümüzde basın çalışanlarının yaşadığı önemli bir sorun da sendikasızlaştırma olgusudur (Özsever, 2004: 18). 1994 yılına kadar TGS, on sekiz iş yerinde örgütlü iken bugün sadece bir- iki küçük medya işletmesinde toplu sözleşme yapabilmektedir

RTÜK Yasası olarak bilinen 3984 sayılı “Radyo ve Televizyonların Kuruluş Yayınları” hakkında hakkında kanunun 38.maddesine göre, radyo ve televizyonların haber biriminde çalışanlar 212 sayılı yasa kapsamında olması gerekirken bu madde de büyük ölçüde uygulanmamaktadır. Çalışma Genel Müdürlüğü (ÇGM) tarafından 17 sayılı iş kolu kapsamına alındıklarından gazetecilik işkolunda, yani TGS bünyesinde örgütlenememektedirler. Bu kişilerin büro işkolunda örgütlenmesi istenmektedir (Özsever, 2004: 19). Halen Türkiye’de temel örgütlenme hakkı gibi haklar gözardı edildiği için, yüzlerce medya profesyoneli, basın mensubu olmanın gereği olan basın iş kanununun getirdiği haklardan yararlanması mümkün olamamaktadır.

Türkiye’de medyanın az sayıdaki şirketin hâkimiyeti altında olması, bu sektörde yeterli rekabet koşullarının oluşmasını engellemiştir. Reklam gelirlerinin

neredeyse tamamı, medyanın bütün alanlarında büyük şirketler arasında paylaşılmış durumdadır. RekabetKurumu, “Rekabetin Korunması Hakkında Kanun” altında geniş yasal yetkileri haiz olmasına rağmen, medya alanında haksız rekabette bulunan şirketlere yaptırım uygulamaktan çoğu zaman geri durmaktadır. Türkiye’de medya sektöründe adil rekabeti sağlamayı amaçlayan özel bir yasa bulunmamaktadır. AB’ye üyelik sürecinde görece olarak iyileştirilmiş olmasına rağmen, medyaiçeriğine ilişkin yasal düzenlemeler ifade vebasın özgürlüğünü sınırlamaya devametmektedir. Yasalarda bağlı olunduğu belirtilen temel hak ve özgürlükler, milli birlik, ulusal güvenlik ve Atatürk ilke ve inkılâpları gibi devletin kurucu ilkeleri karşısında ikincil durumdadırlar. Türkiye’de basın ve ifade özgürlüğünün önündeki temel engeller, başta Ceza Kanunu ve Terörle Mücadele Kanunu olmak üzere, ceza hukuk sistemindenkaynaklanmaktadır (Kurban ve Sözeri, 2013: 4).

Türkiye’de gazetecilerin yaşadığı sorunlar uluslararası örgütlerin de dikkatini çekerek bu konuda raporlar yayınlanmasına neden olmuştur. Paris merkezli Uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü (RSF), 2014 Dünya Basın Özgürlüğü Endeksi yayınlamıştır. Afganistan, Ürdün ve Irak gibi ülkelerin gerisinde kalan Türkiye’den, raporda, “problem ülke” olarak bahsedilirken Gezi Parkı eylemlerinde 153 gazetecinin yaralandığı, 39’ gözaltına alındığı hatırlatılmıştır. Rapora göre Türkiye 180 ülke arasında 154’üncü sırada yer almaktadır.Raporda Türkiye’de basın özgürlüğü konusunda hiçbir gelişme görülmediği, Türkiye’nin en büyük gazeteci hapishanelerinden biri olarak tanımlanmaya devam ettiği yer almaktadır (Hürriyet web sitesi, 9.6.2014).