• Sonuç bulunamadı

Tedavi Süresinin Belirlenmesi ve Tedavi Sırasında Barınma Hizmetleri

B. BROOKLYN AKIL SAĞLIĞI MAHKEMESİ YAPISI ÇERÇEVESİNDE

6. Tedavi Süresinin Belirlenmesi ve Tedavi Sırasında Barınma Hizmetleri

Türkiye’de bir akıl sağlığı mahkemesi uygulaması yapılması durumunda tedavi süresi, Brooklyn Akıl Sağlığı Mahkemesi’nde olduğu gibi en az 12 ay493 sürecek şekilde belirli bir alt sınıra sahip olmalı fakat kaynakların verimli kullanılması açısından da belirli bir üst sınıra da sahip olmalı ve somut olayda katılımcının işlediği suç, akıl hastalığının göz önünde bulundurularak klinik yöneticinin önerisiyle bu iki sınır arasında kalacak şekilde belirlenmelidir.

Brooklyn Akıl Sağlığı Mahkemesi, katılımcıları zorunlu tedavileri için duruma göre, tedavi kurumlarına göndermekte, çevre merkezlerden tedavi sırasında barınma hususunda yardım almakta, hatta mahkemece uygun görülürse kişinin kendi evinde veya ailesiyle birlikte494 aile evinde kalmalarına karar verebilmektedir. TCK m. 57’de

“Hakkında güvenlik tedbirine hükmedilen akıl hastalarının, yüksek güvenlikli sağlık

493 O’ KEEFE, s. 27.

494 Şartları sağladığı ve mahkeme tarafından uygun görüldüğü müddetçe katılımcıların aileleriyle birlikte kalmalarına izin verilmesi toplum içinde tedavi bakımından önem arz eden bir uygulamadır.

183 kurumlarında koruma ve tedavi altına alınacağı”na ilişkin düzenlemeden de anlaşılacağı üzere, akıl sağlığı mahkemelerinin Türkiye’ye uyarlanması durumunda zorunlu tedavi hizmetlerinin ülkede mevcut yüksek güvenlikli sağlık kurumlarında495 verilebileceği açıktır. Türkiye’de mevcut sağlık sisteminin işleyişi ve iş yükü düşünüldüğünde Brooklyn Akıl Sağlığı Mahkemeleri’nde olduğu gibi tedavi kurumunun devlet kurumu olmasına dair bir zorunluluk bulunmaması, olası bir Türkiye uygulaması için de gündeme gelebilir.

495 Yüksek güvenlikli adli psikiyatri hastaneleri için Bkz.

https://khgmsehirhastaneleridb.saglik.gov.tr/TR-54440/ygap-hastaneleri-nedir.html, (E.t.: 10. 05.2021).

184 SONUÇ

Çalışmada ceza hukukunda akıl hastalığının, sadece ceza hukukuyla sınırlı kalmayarak, diğer disiplinlerden de faydalanarak kapsayıcı bir biçimde ele alınmasına gayret edilmiştir. Akıl hastalığının ceza hukuku kapsamında yerinin anlaşılabilmesi için, öncelikle isnat yeteneğine değinilmiştir.

Anlama ve isteme yeteneği olarak da tanımlanan isnat yeteneğinin esasına ilişkin fikirler doktrinde determinist ve indeterministler arasındaki fikir farklılıklarının getirdiği tartışma ortamı sayesinde zenginleşmiş ve isnat yeteneğinin esasına ilişkin birçok görüş ifade alanı bulmuştur.

İsnat yeteneğinin esasını, insan davranışının insanın iradesi tarafından özgür bir şekilde mi yoksa bir nedensel zorunluluk çerçevesinde mi ortaya çıktığına dair esas tartışma üzerinden değerlendirmek gerekmiştir. Çalışmada yer verilen diğer teoriler başlığının sebebi de bu çatışmayı çözmek içindir. Teknolojik gelişmelerle, hareketin aslında beyindeki bir nöron faaliyetinden ibaret olduğunu ortaya koyan araştırmalar sonrasında, iradenin özgür olmadığını kabul eden görüşler günümüzde de mevcut olacaktır. Fakat psikoloji biliminin ortaya koyduğu, irade özgürlüğünün varlığının kabul edilmesinin toplum hayatını düzenleyen şey olduğu da kaçınılmazdır. Aslında nedensellik olmadan hiçbir şeyin mümkün olmadığına dair görüş tarafından dahi günümüzde nedensellik içerisinde irade serbestisine bir alan tanınmış olması da söz konusudur.

Çalışmada değinilen görüşler ve günümüz dönemi düşünceleri ele alındığında hâlâ ceza hukuku bakımından kesin bir sonuca varmak mümkün değildir. Aksi ortaya konmaya çalışılsa da iradenin özgür olduğunun ceza hukuku bağlamında pratik ihtiyaçları karşılaması sebebiyle kabul edilmesi gerekir. En nihayetinde isnat yeteneğinin esasını belirlerken kullanılması gereken ölçüt, özgürlük ve zorunluluk düşüncelerinin denge

185 içerisinde olduğu bir toplam olmalıdır. Buna karar verilmiş olması ceza hukukunun ihtiyaç duyduğu uygulama sahasına karar verilmesi açısından önem taşımaktadır.

İsnat yeteneğinin aranacağı zamanın ne olduğu sorusuna gelindiğinde cevap fiilin işlendiği an olacaktır. Burada fiilin işlendiği andan anlaşılması gereken hareketin gerçekleştiği andır. Fakat kişinin fiili işlediği anda isnat yeteneğine sahip olmadığı hâlde ceza sorumluluğuna sahip olmasını gerektiren bir kurum söz konusudur. Bu kurum, sebebinde serbest harekettir. Sebebinde serbest hareketle ifade edilmek istenen şey, kişinin isnat yeteneğine sahip olmadığı anda gerçekleştirdiği davranışın esasında özgürce gerçekleştirilmediğinin kabul edilmesi ancak isnat yeteneğinin ortadan kalkmasına sebep olan davranışı özgür bir şekilde iradi olarak gerçekleştirmiş olmasıdır. Bu kuramın esası

“sebebin sebebinin, sebep olunanın sebebi olması” şeklinde açıklanır. Sebebinde serbest hareket kuramının, sadece suç işlemek amacıyla sarhoş olunması şeklinde tasarlanmış bir sarhoşluk durumunda başvurulması gereken bir kurum olduğu inancı yaygın olsa da bu kuruma önceden gerçekleştirilen kasıtlı veya taksirli bir davranış söz konusu olduğunda da başvurulması mümkündür.

İsnat yeteneğinin bulunması gereken zamana ilişkin tartışmalardan sonra, esasında akıl hastalığına ilişkin uygulamaya yönelik fikir farklılıklarının temelini teşkil eden isnat yeteneği ve kusurluluk ilişkisinin incelenmesi gerekmiştir. Doktrinde isnat yeteneğini kusurluluğun ön şartı olarak kabul eden, isnat yeteneğinin kusurluluğun bir unsuru olduğunu savunan görüşler mevcuttur. Genel olarak kabul gören, isnat yeteneğinin kusurluluğun ön şartı olduğuna ilişkin görüş, belirli bir psikolojik olgunluğa ulaşmayan veya akli dengesi yerinde olmayan yani isnat yeteneğine sahip olmayan kişilerin kusurlu davranabilmesinin mümkün olmadığını savunmuş ve bu nedenle de failin kınanamayacağını ifade ederek, isnat yeteneğine sahip olmayanların kusurlu olmalarının

186 mümkün olmadığına ilişkin bir sonuca ulaşmıştır. Bu görüş iştirak, haksız tahrik, meşru savunma ve güvenlik tedbirleri gibi kurumları açıklamakta yetersiz kalması dolayısıyla kabul edilebilir bir görüş değildir. İsnat yeteneği ve kusurluluğa ilişkin en isabetli bulduğumuz görüş, isnat yeteneğinin kusurluluğa değil kişinin oluş biçimine ilişkin olduğu, failin bir özelliğini ifade ettiğini savunan, isnat yeteneği ve kusurluluğu bağımsız kavramlar olarak kabul eden görüştür.

İsnat yeteneğine ilişkin temel tartışmaların ele alınarak, hangi perspektiften değerlendirilmesi gerektiği açıklandıktan sonra isnat yeteneğini etkileyen bir neden olan akıl hastalığının incelenmesi gerekmektedir.

Akıl hastalığı ifadesi, esasen ruh sağlığına ve bozukluklarına ilişkin durumları ve fizyolojik olup isnat yeteneği üzerinde etkili olan durumların tamamını kapsayacak derinliğe sahip olmamasına ve zihinsel bozukluk/ ruhsal bozukluk kavramlarının kullanımının özellikle karşılaştırmalı hukuk anlamında daha faydalı olacak olmasına rağmen, TCK düzenlemesi kapsamında kanunun lafzını bozmamak amacıyla, çalışma içerisinde akıl hastalığı ifadesi kullanılmıştır.

Akıl hastalığı ifadesinin ele alınmasından sonra ICD-11 ve DSM-V kapsamında akıl hastalıkları açıklanmış ve örneklendirilen bu akıl hastalıklarından sonra da akıl hastalığı olup olmadığı tartışmalı olan güncel bozukluklara yer verilerek bu bozuklukların TCK kapsamında hangi düzenlemenin uygulama alanına gireceğine ilişkin tartışmalar yürütülmüştür. Bu doğrultuda, ihtirasın bir akıl hastalığı olmamasından mütevellit TCK m. 32 kapsamında değerlendirilemeyeceği, TCK m. 82/1’de yer alan canavarca hissin akıl hastalığı olmadığı fakat ağırlaştırıcı bir neden olmasının yerinde olduğu, psikopatinin tanı kriterlerini taşıdığı müddetçe TCK m. 32 kapsamında bir değerlendirmeye tabi tutulabileceği, hipnotik telkinlerin ve uyurgezerliğin TCK m. 34 kapsamında bir geçici

187 neden sayılacağı, parafili davranışının bir akıl hastalığı olmadığı fakat parafilik bozukluğun bir akıl hastalığı sayılabileceği, premenstrüel sendromunsa geçici neden teşkil edeceği sonucuna varılmıştır.

5237 sayılı TCK, 765 sayılı Kanun’da yer alan kısmi akıl hastalığı tam akıl hastalığı ayrımını kaldırmıştır. Çünkü bir kişi ya akıl hastasıdır ya da değildir. Kısmî ya da tam olma durumu ancak akıl hastalığının işlenen fiil üzerindeki etkisi bakımından mümkün olabilir. Kanun düzenlemesinde yer alan şekliyle, kişi işlediği fiilin hukuki anlam ve sonuçlarını algılayamıyorsa veya davranışlarını yönlendirme yeteneğini önemli ölçüde kaybetmişse ceza sorumluluğundan söz edilemez. Eğer kişinin fiille ilgili davranışlarını yönlendirme yeteneği azalmışsa verilecek cezada indirime gidilecektir.

Fiili işlediği anda TCK m. 32’de yer alan şekilde akıl hastalığı olan ve bu akıl hastalığı işlediği fiil üzerinde etkili olan fail için güvenlik tedbirlerinin uygulanması gündeme gelecektir. Güvenlik tedbirleri açıklanmadan önce bu tedbirlerin cezalardan farkları ele alınarak, güvenlik tedbiri ve cezaların birbirinden farklı yaptırım türleri olduğu ortaya konmuştur.

Güvenlik tedbirlerine ilişkin olarak 1953 yılında 6123 sayılı Kanun’la değişiklik yapılmadan önce, sorumluluğu TCK m. 32/1 uyarınca belirlenen fail hakkında mahkeme tarafından tedavi tedbirine karar verilebilmesi için öncelikle failin mahkeme tarafından güvenlik tedbirlerinin amacına uygun bir şekilde tehlikeli olarak görülmesi gerekiyordu.

Bu anlayışın 5237 sayılı TCK ile terk edilmesinin, uygulamada suç işleyen tüm akıl hastalarının otomatik olarak tehlikeli kabul edilmesine sebebiyet verebilecek olması ihtimali gözden kaçırılmamalıdır.