• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM III. SOSYAL HİZMET VE SİNEMA

3.4. Sosyal Hizmet Teorilerine İlişkin Filmler

Birinci bölümde teorik seçiciliğe ilişkin sosyal hizmetin teorik temelinin sonucu olan eklektik yapısı üzerinde ayrıntılı olarak durulmuştu. Sosyal hizmetin eklektik bilgi temelinde, mesleki etkinlik odağına ve uygulama amaçlarına uygun olarak diğer disiplinlerden seçerek aldığı ve uygulamaya aktardığı bilgiler yer almaktadır. Sosyal hizmet diğer bilimlerin bilgisinden yararlanırken sosyal sorunlara bütünsel bakmasını kolaylaştıracak kendi kuram ve uygulamalarından yararlanır. Çevresi içinde birey yaklaşımıyla insanı bütün olarak, sistemlerle etkileşimleri dahilinde ele alır. Eğer müracaatçının etkileşim halinde bulunduğu sistem onun ihtiyaçlarını karşılamıyorsa bunu müracaatçının yararına nasıl değiştireceği üzerinde düşünür ve etkileşimi sağlıklı bir boyuta

53 Rosetta Planı-Gençler için Başlama Vuruşu Projesi Yaygınlaştırma Semineri. Nisan 2016 <

http://statik.iskur.gov.tr/tr/dis_iliskiler/Rosetta/Program.doc>

54 Rosetta Planı Türkiye Değerlendirme Raporu. Tahir Baştaymaz, Aysur Serdar. Nisan 2016

140

taşımayı hedefler. Bireyin sosyal sorunlarını çözerken bu sorunların kaynağında yer alan toplumsal koşulları da düzeltmeyi hedefler.

Sorunların bütünsel ve gerçekçi bir şekilde, tüm bireysel ve çevresel etkenlerinin göz önünde bulundurularak ele alınması sinema sanatında da oldukça önemlidir. Ken Loach, Kryzstof Kieslowski ya da François Truffaut gibi yönetmenler filmlerinde; toplumsal sorunları, politik çelişkileri, işsiz yoksul kesimi, evsizleri, dağılan aileleri anlatmaktadırlar. Bu konular bilindiği gibi sosyal hizmetin uygulama alanlarının kapsamaktadır. Burada önemli olan bu yönetmenlerin bu konuları ele alış biçimlerinin sosyal hizmetin “çevresi içinde birey” anlayışıyla örtüşür nitelikte olmasıdır. Çünkü bahsi geçen yönetmenler, bu konuları ele alırken bunları, kişilerin bireysel yeteneksizlikleri ya da kendi hataları yüzünden düştükleri bir durum olarak değil, temelinde toplumsal ve çevresel etkilerin olduğu bütüncül ve eleştirel bir bakış açısıyla, bireye düşen sorumlulukların da altını çizerek sunmaktadırlar. Ayrıca bu filmler insana dair birçok olanağı, sorunları ve kaynaklarını, neden sonuç ilişkileri ile açıklayarak anlaşılır kılmaları açısından da öğretici olmaktadırlar. Çünkü filmlerin ele aldıkları konular kişisel bir trajediyi ele alıyor olsalar dahi, bu trajedinin arkasında yatan psikolojik, toplumsal, politik, kişinin bireyleşmesinin ve özgürleşmesinin önünde engel olan faktörlerin neler olacağına ilişkin bir bilgi sunuyorlar. Ayrıca popüler olma kaygısıyla sosyal gerçekliği süsleyerek çarpıtmıyor, insanların yanlış kanılar edinmesine yol açarak bir dezenformasyona neden olmuyorlar. Buna diğer bir örnek de Bertolt Brecht’in senaryo ve yönetmenlikte Slaton Dudow ile işbirliği içinde çekmiş olduğu toplumsal bir hiciv ‘Kühle Wampe’ (1932) filmidir. Film yoksulluğu tüm toplumsal ekonomik bağlamlarıyla birlikte yoksul bırakılmışlık olarak ele alır. Filmde ailenin başına gelenlerin doğal bir felaket olmayıp, içinde bulunulan sosyo-ekonomik yapının zorunlu toplumsal sonucu olduğunun seyirci tarafından bilince çıkarılmasına önem verilmiştir. Bu yönetmenlerin filmleri aracılığıyla, tıpkı Kieslowski’nin Beyaz filminin ele alınış biçiminde olduğu gibi, sosyal hizmet eğitiminde sosyal sistem teorilerine ilişkin anlamlı bir çerçeve çizmek de mümkün olabilmektedir.

3.4.2. Rol kuramı

Tuncel (2007) ‘Rol-Model: Deney (Das Experiment) Film Örneği’, adlı çalışmasında, özellikle klinik sosyal hizmet alanında en çok kullanılan kuramlardan biri olan Rol kuramına ilişkin olarak filmlerden nasıl yararlanabileceğimizi göstermektedir. ‘Deney’

141

(2001) filmi Zimbardo’nun deneyini konu alan “Kara Kutu” (Black Box) adlı kitaptan uyarlanmıştır. Tuncel çalışmasında filmin çözümlemesini yapmıştır. Para karşılığında deneye katılan 18 kişiden 9 kişisi gardiyan 9 unun da tutuklu olduğu deneyde, gardiyanlar sahip oldukları yetkiyi tutuklulara şiddet uygulamak için kullanmaya başlamışlardır. Tuncel’in (2007) değerlendirmesine göre; bir grup içindeki anonimlikten dolayı bireysel kimliklerini yitiren gardiyanlar daha çok saldırganlaşmışlardır. Bu oldukça önemlidir çünkü kişiler repertuarlarında olmayan rolleri bile çok çabuk bir şekilde içselleştirmişlerdir. Deneyimlememiş oldukları bu rollerin bilgisini ise gördükleri ve izledikleri üzerinden edinmişlerdir. ‘Deney’ filmi toplumsal yaşamda rol bilgisinin önemini vurgulayan önemli bir film örneği olmuştur.

3.4.3. Yapısal Aile Terapisi Kuramı

Nadir (2013) ‘Dalgaların Prensi’ (Barbara Streisand,1991) filminin analizini yaparak aile danışmanlığı eğitimlerinde film kullanımına ilişkin bir uygulama örneği ortaya koymuştur.

Çalışmanın amacı, aile danışmanlığı eğitimlerinde yapısal aile terapisi kuramının ‘Dalgaların Prensi’ adlı filmin analizi yoluyla öğrenciler tarafından anlaşılır kılınmasını sağlamaktır. Çalışma kapsamında filmden alınan 9 sahnenin analizi yapılmıştır. Yapılan analiz sonucunda işlevsellik, roller, patolojik aile tipi, ailenin baş etme biçimleri, kapalı sistem olarak örgütlenmenin anlamı, aile sisteminin alt sistemleri olarak kardeşlik ve karı- koca sistemleri, bu sistemlerin özellikleri, sınırlar, aile sisteminin dengesini nasıl sağladığı ve aile içi koalisyonların nasıl kurulduğu gibi aile danışmanlığı eğitiminde kullanılan temel kavramların uygulamada hangi somut pratiğe karşılık geldiği üzerinde durulmuştur.

Film sosyal hizmet alanı açısından farklı kavramlar çerçevesinde de değerlendirilebilir. Bunlardan biri de transferans kavramıdır. Transferans müracaatçının danışmana göstermiş olduğu duruma uygun olmayan aşırı tepkileridir. Tepkisizlik de görüşme sırasında direnç göstermek anlamında transferansın varlığına işaret eder. Bu tepkilerin temelinde genellikle geçmiş yaşantılardan kaynaklı halledilememiş ve genellikle bilinçaltına itilmiş sorunlar yer almaktadır. Danışmanın müracaatçıyla kurduğu ilişkinin niteliğine bağlı olarak bu aktarım tepkileri sevgi ve güven şeklinde olumlu da olabilir. Sosyal hizmette transferans önemli bir kavramdır. Müracaatçı ile yapılan çalışmada doğru yönlendirmenin, anlayışın ve aktif dinlemenin temel alındığı bir terapötik ilişki sürecinde,

142

olumlu transferans yaşanma olasılığı daha yüksek olacaktır. Karşı aktarım, aktarıma karşı terapistin/sosyal hizmet uzmanının/danışmanın geliştirdiği bilinçdışı duygusal tepkilerdir. Sigmund Freud ilk kez karşı aktarımdan 1910 yılında yazdığı bir makalede bahsetmiş olup, danışanı aktarım konusunda sürekli gözlemlerken bir yandan da kendisini karşı aktarımla ilgili gözlemlemesi ve konuyla ilgili derinleşmesi gerektiğini savunmaktadır (Danacı, 2009). Kavramların sosyal hizmetlerdeki danışma ve danışanı yönlendirme sürecinde önemli bir yeri olduğu açıktır. Transferans ve karşı transferans kavramlarının bilincinde olmak, terapötik sürece ket vurmayacak ve sağlıklı bir yönlendirme sağlanmasına aracı olabilecektir.

Filmde transferans kavramının araştırılmasına olanak veren sahneler bulunmaktadır. Filmin 38. Dakikasında terapist ve hastası arasındaki görüşme hastanın terapistine bağırmasıyla başlayan şiddetli bir kavgaya dönüşmüştür.

Müracaatçı Lowenstein isimli terapistine;

-Kabul edelim Lowenstein. Kadın erkekten daha sinsi. Gizlemekte ustasınız. Sırlarınız vardır. Gülerek yalan söylersiniz. Erkek güç kulesi olmalıdır. Birkaç zayıf noktası ve güvensizliği varsa...ne yaparsınız? Arkanızı döner ve kahretsin, ihanet edersiniz!

Psikolog- Annen sana ihanet mi etti?

Müracaatçı- Karımdan söz ediyordum! Olamaz. Bu Freudçu saçmalık. İşin

sorunlarımı dinlemek değil zaten. Gitmek istiyorum.

Psikolog- İstediğin an gidebilirsin. Müracaatçı- Güzel! Lanet psikolog!

Müracaatçının bu tepkisinde etkili olan önceki gün karısının başka biriyle görüştüğünü öğrenmiş olmasıdır. Fakat müracaatçı kendi zayıf yönleriyle yüzleşmekten her zaman kaçmış ve iç dünyasındaki karmaşa karısına karşı ilgisizliğe ve duyarsızlığa dönüşmüştür. Hatalarının bilincinde olan müracaatçı bir kadın olan psikoloğuna karısına söyleyemediklerini söyleyerek karısıyla psikoloğunu özdeşleştirmiştir.

143

3.4.4. Psikoanalitik Kuram ve Ruhbilimsel Teoriler

Psikolojinin sinemada etkilerini ilk olarak psikoanalitik anlamda inceleyen Freud ve asistanları olmuştur. G.W. Pabst’ın 1926 yapımı ‘Secret of Soul’ filmini incelemeye almışlardır (Akt: Kaban, 2015).

Filmler eninde sonunda bir insan davranışını ele alır. Filmler bu yönüyle insan psikolojiyle doğrudan bağlantılıdır. Özellikle “Psikoloji ve Sanat” konulu sempozyumlarda bir sanat olarak sinema yapıtlarının olanaklarından insan psikolojisini çözümlemek için yararlanılmaktadır. Her yıl tekrarlanan bu sempozyumların 2014 yılında Başkent Üniversitesi’nde gerçekleştirilen oturumlarının ikincisinde Kieslowski’nin Beyaz filmi, intikam duygusunun çözümlenmesi amacıyla Prof. Dr. Faruk Gençöz tarafından ele alınmıştır. Gençöz, Kieslowski’nin çekim tekniklerinin Karol’un psikolojisini yansıtmadaki başarısına dikkat çekerken, Karol’un iktidarsızlık sorununa ilişkin psikolojik açıklamalar getirmiştir.

Yine filmlerdeki patolojik insan davranışları da, filmlerin ruhbilimin bir nesnesi haline gelmesine neden olmuştur. Örneğin Alfred Hitchkock’un ‘Psycho’ (1960) filminde disosiyatif kimlik bozukluğu ele alınırken, Billy Wilder’ın ‘Sunset Boulevard’ (1950) filminde narsistik kişilik bozukluğu özellikleri filmin temelini teşkil etmektedir55. Bu filmler anlaşılmak için ruhbilimsel kavramların bilinmesini gerekli kılmaktadır.

Dövüş Klübü filminin ruhbilimsel bir çözümlemesini yapan Horzun (2011) filmde yalanlama, mantıksallaştırma, özdeşleştirme ve bastırma gibi psikoloji alanında önemli bir konu olan savunma mekanizmasına ilişkin birçok farklı örnek sunmuştur.

3.4.5. Varoluşçu Teori

Kurosawa’nın ‘İkiru’ (1952) filmi varoluşçu teori çerçevesinde değerlendirildiğinde oldukça verimli sonuçlara ulaşılabilecek bir filmdir.

Tokyo belediyesinde çalışan memur Kanji Watanabe’nin hayatı mide kanseri olduğunu öğrenmesiyle altüst olur. Watanabe’nin oğlu ve gelini daha ölmeden ve hatta mide

144

kanseri olduğunu da bilmeden miras planları yapmaktadırlar. Bunu fark eden Watanabe öleceğine değil ancak bugüne kadar hayatını hiç yaşayamamış olduğuna üzülmeye başlar. Tokyo’nun meyhanelerinde içki içerken tanıştığı bir adam sayesinde çalıştığı süre boyunca biriktirdiği parayla ömrünün geri kalanında hayatını yaşamaya başlar. Böylece Tokyo’nun gece klüplerinden genelevlerine uzanan bir yolculuk başlar. Ancak Watanabe anlamı ve yaşama sevincini bir kızın gülüşünde bulacak ve bu kıza hissettiği sevgi sayesinde yaşamın geri kalanını anlamlı kılacak olanın ne olduğuna karar verecek ve ölmeden önce bu amaç doğrultusunda yürüyecektir.

Film yaşamın anlamını ölüm gerçekliği bağlamında ele almıştır. Ölüm varoluşçu felsefenin temel kavramlarından biridir. Çünkü ancak ölüm farkındalığı, insanın yaşamını değerli kılmasını sağlar. Yaşamı anlamlı kılacak olan kişinin kendisidir. Bu anlam yaratma becerisi sahip olunan değer ölçütlerinin farklılığından dolayı, yaşamın zorlukları karşısındaki başetme mekanizmalarının da çeşitliliğine yol açmaktadır. Sorunlarla başa çıkmada ise “Resilience” kavramı öne çıkmaktadır. Varoluşçu teori bu kavrama ilişkin açıklayıcı bir çerçeve çizer. Bazı insanlar başetme konusunda çok daha güçlü yollar geliştirirken, bazıları daha çabuk pes edebilmektedir. Nietzsche56’nin yaşamak için bir nedeni olanın her türlü nasıla dayanabileceği şeklindeki değerlendirmesi de, yaratılan anlamın yaşamın sorunlarıyla başetme konusunda nasıl güç ve direnç sağladığını ifade eder. Ayrıca “Araştırmalar, yaşam amacı olanların, savunma sistemlerinin daha iyi çalıştığını, daha az hastalandıklarını, daha uzun yaşadıklarını ve kendilerini daha mutlu hissettiklerini ortaya koyuyor” (Nakajima,2015:13).

Filmler bu anlamda hayatın anlamı, değeri, güç, irade, özgürlük, sorumluluk gibi felsefenin konu edindiği kavramlar üzerine bizi düşünmeye ve sorgulamaya iten bir pratik sunar. Çünkü filmler insanı ve onun ilişkilerini anlatırken, insan dünyası için belirleyici olan değerlere ilişkin de bir bilgi sunar.